Firavun Düzenini İhya Çabasına Karşı İhvan’ın Direnişi

Haksöz

Mısır bir süredir hukuksuzluğun, zorbalığın, ikiyüzlülük ve sahtekârlığın çarpıcı görüntülerine sahne olmakta. Startı cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuşunun 1. yıldönümünde, 30 Haziran’da sokakta verilen, Muhammed Mursi’nin şahsında İhvan hareketini saf dışı etmeye yönelik senaryo adım adım icra edilmeye çalışılıyor. Askeriyle siviliyle, bölgesel ve uluslararası güçleriyle elbirliğiyle sahnelenen bir senaryo bu. Yerel ölçekte hedefin 2011’de halk hareketiyle devrilen Mübarek diktasını Mübareksiz bir biçimde tüm kurum ve politikalarıyla ihya etmek olduğu görülüyor.

Mısır’ı askerî bir cumhuriyet şeklinde muhafaza etme gayreti sadece yerel ölçekli bir çaba değil. Bölgesel çapta İslami hareketin iktidarsızlaştırılması amaçlanıyor. Siyasal İslam adını verdikleri İslami hareketin bir alternatif olmaktan çıkması ve Ortadoğu’da mevcut statükonun aynen devam etmesi Mısır askerî cumhuriyetinin iç ve dış destekçilerinin ortak dileği. Batılı siyasiler bu temennilerini, özlemlerini daha dolaylı biçimde dillendirirken, Baas çetesinin şefi Beşşar gibi yerli zorbalarsa açıkça haykırıyorlar.

Laik Cephenin Çelişki Denizi

Bir aylık süreçte gerçekten çok çarpıcı ve düşündürücü gelişmeler yaşandı. Halk adına halkın horlanmasına, baskı altına alınmasına, katledilmesine şahitlik etti tüm dünya. Kendisini İslami harekete karşı konumlandıran siyasi anlayışın ne kadar ilkesiz ve tutarsız olduğu bir kez daha görüldü. Ne söyledilerse tersini yaptılar. Sürekli yalana sarıldılar. Yapıp ettikleriyle tezlerini, iddialarını boşa çıkardılar.

30 Haziran’da Temerrud (İsyan) hareketini başlatırken amaçlarının 25 Ocak Devriminin kazanımlarını korumak, özgürlük ve demokrasi olduğunu söylediler. Muhammed Mursi’nin otoriter bir rejim kurduğunu, özgürlük alanlarını kısıtladığını, ülkeyi kötü yönettiğini ve işsizlik ve yoksulluğun katlandığını ileri sürdüler. Mursi’nin yeni anayasa yapımı sürecinde farklı kesimlerle uzlaşma aramadığını, askerlerin ayrıcalıklı konumunun korunduğunu, cumhurbaşkanının çok yetkili kılındığını iddia ettiler. Aralık 2012’de 2 aşamalı yapılan anayasa oylamasında bütün güçleriyle “hayır” cephesinde yer almalarına ve sonuçta kaybetmelerine karşın referandumda katılım oranının düşük olduğunu, dolayısıyla anayasanın halkın genel iradesini yansıtmaktan uzak olduğunu ileri sürdüler.

Ülke çapında başlattıkları gösterilerle özgürlük talep ettiklerini savunan, Mursi’nin devleti “İhvanlaştırma” siyaseti izlediğinden yakınan bu kesimlerin eylemleri 1 Temmuz’da Genelkurmay Başkanı Abdulfettah Sisi’nin muhtırasıyla müthiş bir ivme kazandı. Bir anda meydanlardaki kalabalıklar katlandı, coşku Tahrir’den diğer meydanlara yayıldı. Mursi’yi askerlere ve polislere karşı tavır almamakla suçlayanlar hiç tereddütsüz muhtıra sevincine gark oldular. Mursi yönetimine karşı oluşturulan Ulusal Kurtuluş Cephesinin liderleri olan Batıcı liberal Muhammed Baradey, solcu Nasırcı Hamdin Sabbahi ve eski rejimin mutemet adamlarından Amr Musa hep bir ağızdan askeri müdahaleye çağırdılar. Aslında her şey birkaç gün içinde net biçimde anlaşılacaktı ki, tüm eylemler askerî müdahalenin zeminini hazırlamak üzere planlanmıştı.

Ve 3 Temmuz akşamı asker güya meydanlardaki kalabalığın davetine icabet etti! Seçilmiş cumhurbaşkanı ve onun görevlendirdiği kabine görevden uzaklaştırıldı; anayasa ve meclis askıya alındı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur geçici cumhurbaşkanı, Hazım Biblavi ise başbakan olarak atandı. Tüm bu atamaları yapan Sisi ise Savunma Bakanlığı koltuğunda oturmaya devam etti.

Mursi diktatörlükle suçlanmıştı. Ama nasıl bir diktatörlük idiyse bu, aylardır her çeşit araçla kitleler isyana çağrılabiliyordu. Şiddet çağrıları da dâhil olmak üzere yönetime karşı her türlü muhalefet serbestti. Örgütlenme özgürlüğü ile ilgili hiçbir kısıtlama söz konusu değildi; legal-illegal her türlü oluşum serbestçe faaliyet yürütebiliyordu. Basına hiçbir kısıtlama yoktu, zaten medyanın neredeyse tamamı Mursi karşıtlarının elindeydi. Devlet televizyonunda dahi Mursi karşıtlarının eylemleri yayınlanırken, Mursi’ye destek eylemleri haberleştirilmiyordu. Diktatör olduğu söylenen Mursi ordu bir yana, polis teşkilatına dahi söz geçiremiyordu. Öyle ki, sokak eylemlerinde saldırıya uğrayan, katledilenler hep İhvan mensuplarıydı. İhvan’ın genel merkezi de dâhil olmak üzere ülke genelinde onlarca binası, bürosu yakılıp yağmalanıyordu.

Laik Cephenin Kışla Düzeni Hayranlığı

Ve 3 Temmuz sonrası yaşananlar! Darbenin ilanıyla birlikte İslamcı basın yayın organları susturuldu. Başta İhvan yöneticileri olmak üzere İslami harekete mensup pek çok siyasi tutuklandı. Darbe karşıtı göstericiler sürekli biçimde saldırıya uğradı, katledildi. Ve tüm bu uygulamalar Mursi’yi diktatörlükle suçlayan milliyetçi, solcu, liberal siyasiler ve aydınlarca alkışlandı. 

Tam bir yıl boyunca hiç durmadan diktatörlük, anayasa, özgürlük ve sivilleşme söylemlerini dillendirenler, askerin konumunu yeterince geri çekmediği için Mursi’yi suçlayanlar darbecilerin ardında hizaya girmeye utanmadılar. Seçilmiş cumhurbaşkanının halk desteğini yeterli bulmayan, anayasa referandumuna katılım oranının düşüklüğünü temel bir tartışma konusuna dönüştürenler seçimlerde onaylanmış anayasanın askıya alınıp, yerine cuntacılarca atanmış bir komisyon tarafından yeni bir anayasa taslağı hazırlanmasını meşru görebildiler; atanmış cumhurbaşkanını içlerine gayet rahatlıkla sindirebildiler. Özgürlüklerin kısıtlandığından şikâyet edenler meydanlarda barışçıl protestolarını sürdüren kitleler üzerine ateş açılması ve yüzlerce insanın katledilmesi sonrasında dahi hiç utanmadan sorumluluğun İhvan’da olduğunu söyleyebildiler. Mademki İhvan darbeye boyun eğmemiş ve meydanlarda direnişini sürdürmekten vazgeçmemişti, öyleyse ölümlerden sorumluydu, İhvan açıkça suçluydu, teröristti!

Bu terörizm suçlaması ne kadar basit ve çirkin bir kalıp. Bütün zalimler gözünde tüm İslami hareketler terörist! Darbeye boyun eğmemek, direnmek, halkın iradesini savunmak, İslami mücadeleden vazgeçmemek egemen güçler için de yerli despotlar için de teröristlik anlamına geliyor.

Cunta sabah namazında insanları katlediyor; camiye sığınan insanların üstüne ellerinde taşlarla, bıçaklarla, palalarla çapulcu sürülerini sürüyor; meydanda yürüyüş yapan topluluğun üzerine ateş açıp yüzlerce, binlerce insanı vahşice tarıyor ve arkasından çıkıp mağdurları teröristlikle suçluyor. İnsan hakları ve özgürlükler konusunda “çok duyarlı” Avrupa Birliği de cuntaya tavır almak, katliamı kınamak yerine taraflara şiddetten uzak durma çağrısı yapıyor. Böylece suçu katille maktul arasında bölüştürüyor, katliama uğrayan Müslümanları zımni olarak şiddete yönelmekle suçluyor.

Laik Cephenin Hamas Düşmanlığı

Mısır’da darbecilerin izlediği politikaya bakıldığında hedefin sadece Mısır İhvanını bastırmaya, tasfiye etmeye yönelik olmadığı görülüyor. Darbecilerin Gazze’yi ve Hamas’ı da hedef tahtasına oturttukları açık. Ve bunu da çok çeşitli biçimlerde yapıyorlar. Bir yandan Sina’da yaşanan olaylar üzerinden Gazze bir güvensizlik merkezi olarak tanımlanıyor ve Mısır asker ve polislerine yönelik saldırılardan ötürü Hamas suçlanıyor. Refah bölgesinde bulunan ve Gazze’nin nefes boruları işlevi gören tüneller su basılmak suretiyle kapatılıyor ve Gazze halkı bir kez daha insani bir felaket durumuyla yüz yüze geliyor. Gazzelilerin Mısır’a girişleri olağanüstü şartlara bağlanırken, medyada Hamas aleyhine yoğun bir karalama kampanyası yürütülüyor. Öyle ki, sıradan insanlar nezdinde ülkede yaşanan pek çok sıkıntının bir biçimde Mursi döneminde Hamas’a verilen destekle irtibatlı olduğu imajı geliştiriliyor.  İhvan ve Hamas birlikteliği vurgulanarak İhvan karşıtları nezdinde Hamas düşmanlaştırılıyor.

Ve tüm bu çirkin politikalara Mursi’ye yöneltilen Hamas’a casusluk suçlaması ekleniyor. Üç haftadan fazla bir süre hiçbir gerekçe gösterilmeksizin ve akıbeti belirsiz bir biçimde alıkonulan Muhammed Mursi’ye akıl almaz bir biçimde Hamas adına casusluk yapma suçlaması yöneltiliyor. Hamas sanki bir düşman ülke ya da terör odağıymışçasına karalama kampanyasının hedefi haline getiriliyor.

Devletin sırlarını Hamas’a aktarmakla itham edilen Mursi ayrıca Mübarek’in devrildiği günlerde bulunduğu cezaevinden Hamas mensuplarının yardımıyla kaçmakla da suçlanıyor. Mübarek yönetiminin yıkılmasını devrim olarak niteleyenlerin Mursi’ye ve diğer İhvan liderlerine Mübarek’in cezaevinden kaçmak ithamında bulunması gerçekten ne kadar garip ve de tutarsız!   

Mursi’ye yöneltilen bu suçlamalar darbecilerin ne kadar çaresiz, tutarsız ve de ahlaksız olduklarını gösterirken, bir anlamda da Mursi’nin dürüstlüğünün, sağlamlığının belgesi sayılabilir. Bir yıllık iktidarı dönemiyle ilgili olarak Mursi’ye hiçbir biçimde usulsüzlük, yolsuzluk, herhangi bir hukuk dışı icraat ithamında bulunamamaları darbeciler kadar, darbenin sivil destekçileri işlevi gören laik, ulusalcı, solcu ve liberal siyasilerin de zavallılığını ortaya koyuyor. Hani Mursi diktatörlük kurmuştu? Hani Mursi kadrolaşmış, usulsüz atamalarla devleti İhvanlaştırmıştı? Mısır’ın ekonomik açıdan iflas ettiğini ileri süren bu zevat neden Mursi aleyhine tek bir yolsuzluk, kayırmacılık suçlamasında bulunamıyor?

Hamas üzerinden Mursi’nin suçlanması darbecilerin hem nasıl kirli bir zihniyete sahip olduklarını ve aynı zamanda da Batılı güçlere ve Siyonistlere şirin görünme kaygılarını açığa çıkarmakta ve darbeciler açısından utanç tablosu oluşturmakta. Müslüman halklar nezdinde ise şüphesiz bu suçlamalar bir iftihar vesilesidir. Hamas ile irtibat içinde olmak, Hamas’a destek vermek hem Mursi hem İhvan hareketi için ümmet nezdinde saygınlıklarını, itibarlarını artıran bir değerdir.

Direnişin Bedeli ve Meyvesi

İhvan 30 Haziran’dan önce meydanlarda başlattığı direnişini kesintisiz sürdürdü. Ne askerin muhtırası sonrasında ne de darbeden bu yana tutumunu değiştirdi. Meydanlardan çekilmemesi durumunda sert müdahalelerle karşılaşacağı yolundaki tehditlere ve hatta tehdidin de ötesinde fiilen yürütülen katliamlara rağmen geri adım atmadı.

Bu direnişini ne kadar sürdürebilir, daha sert müdahaleler, büyük katliamlar olursa mücadelesini nereye kadar taşıyabilir şimdilik öngörmek kolay değil. Ama şurası açık ki, İhvan ve kendisine bu süreçte destek veren tüm İslami yapılar bugüne kadar ortaya koydukları eylemlilikle darbecilere işlerinin hiç de kolay olmadığını göstermiş oldular.

Aksi durum söz konusu olsaydı ve direnilmeseydi ne olurdu? Muhtemelen darbeciler çok daha yoğun ve sistematik bir baskı politikası ile İslami hareketi ezmeye kalkar ve İslamcı örgüt ve kadroları Mısır siyasetinden silmeye çalışırlardı. Direniş, maruz kaldığı hukuksuzluğa, zorbalığa karşı İhvan’ın tek çözüm yoluydu. İhvan ağır bir bedel ödemeyi de göze alarak sürdürdüğü direnişle sadece zorbalığa karşı onurlu bir tavır sergilemekle kalmadı, gelmekte olan çok daha kapsamlı ve şedit bir baskı ve sindirme kampanyasının da kırılmasını, en azından zayıflamasını sağladı.

Hiç kuşkusuz dünyada kısık sesle de olsa bugün Mısır cuntasının eylemlerinin kabul edilemezliği konuşuluyorsa, darbecilerin icraatlarına karşı bir tepki varsa, AB yetkilileri çözüm adına politika geliştirme ihtiyacı hissediyorsa bu durum öncelikle İhvan’ın direnişi ile mümkün olmuştur. İhvan direniş sergilemek yerine aciz bir biçimde tanklara boyun eğmiş olsaydı, bugün muhtemelen konuşulacak olan şey Mursi’nin hataları, İhvan’ın basiretsizliği, İslami hareketlerin çözümsüzlüğü ve daha buna benzer pek çok zan, vesvese içeren lakırdılar olurdu. Allah’a hamd olsun ki, hem Mursi’nin her türlü bedeli göze alarak izzetli bir tutum sergilemesi hem de İhvan’ın ve onu haklı mücadelesinde yalnız bırakmayan Müslümanların onurlu direnişleri sayesinde bugün bizler de tüm dünya da İhvan’ın örnekliğini konuşuyoruz.  

Tanklara, tüfeklere, tutuklamalara ve katliamlara rağmen Mısırlı Müslümanların ortaya koydukları direniş İslami hareketlerin bütünü açısından büyük bir kazanım ve birikim olduğu gibi, tüm dünya halkları açısından da güzel bir örneklik, sağlam ve muteber bir hattıhareket oluşturmuştur. Mücadelenin sadece seçim kampanyası yürütmek ve rey vermekten ibaret olmadığını, iddia sahibi, mesaj sahibi bir oluşumun kitlesine ancak kimliğine ve taleplerine sahip çıkma kararlılığı kazandırması halinde gerçek bir hareket, bir cemaat sayılabileceğini göstermiş ve tüm ümmet adına bir iftihar tablosu ortaya çıkmıştır. Bu zor ve sıkıntılı süreçte Mısırlı kardeşlerimizle dayanışma içinde olmak, elimizden geldiğince seslerini duyurmak, yalnız olmadıklarını kendilerine hissettirmek, taleplerini tüm dünyaya haykırmak hepimizin ortak sorumluluğudur.