Ortadoğu'da mızrak çuvala sığmaz olunca diplomasinin dilinden şu zoraki söz sadır olur: "bölgeyle olan derin tarihi ve kültürel bağlarımız..." Nerenin ortası ve nereye göre doğu olduğunu bile düşünmeksizin, ayrı bir diyardan söz edercesine "derin tarihi ve kültürel bağlarımızın" olduğu bir "Ortadoğu"dan bahsederiz. Tarihimizi, uygarlığımızı, kimliğimizi yani bizi yaratan, bize ait bir coğrafya, emperyalistlerin çizdiği haritalar sayesinde "Ortadoğu" olmuştur artık. Kavramsal olarak içselleştirdiğimiz "Ortadoğu", bizim yabancılaşma aynamızdır. "Ortadoğu"ya bakarken yabancılaşan yüzümüzü görürüz, Filistin'e bakarken ise ihanetimizi! Ürdünlü, Suriyeli, Mısırlı, Iraklı, Suudi Arabistanlı ve Türkiyeli, bölge sakinlerinin, "bölgeyle olan derin tarihi ve kültürel bağları", Beyrut Kasabı Ariel Şaron, Sabra, Şatilla ve Burc El-Baracne'de katliam yaparken ne ifade ediyordu? Aynı Ariel Şaron'un başrolünü oynadığı son katliamlar, "bölgeyle olan derin tarihi ve kültürel bağlarla" teselli edilir miydi? Ürdün rejiminin Filistinli katliamı, tarihe "Kara Eylül" olarak geçmişti. 23 Şubat 1996'da imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği anlaşmasıyla Türkiye'deki hava üslerini kullanma imtiyazı elde eden Siyonistlerin Kana'daki BM kampına sığınan yüze yakın kadın ve çocuğu katletmesi, "Kara Nisan" olmayı hak etmiyor mu? Bölge halklarının her iki baharını karartan, Filistinlinin ya da Lübnanlının kara talihi değil kuşkusuz. 1948'de ilan edilen gayri meşru Siyonist varlık, emperyalist dünya paylaşımının son adımı olmuştu. Enver Sedat rejiminin Camp David ihanetiyle başlayıp, Oslo süreci ile birlikte Arafat'ın bu ihanet çemberine dahil olması, gayri meşru bir varlığı zorla dayatmanın adını, "Ortadoğu Barışı"na dönüştürdü.
Soğuk savaş dönemi konsepti içerisinde yerini Batı emperyalizminden yana belirleyen Türkiye'nin, İsrail'i ilk tanıyan "İslam ülkesi" olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Sovyetlere karşı NATO Güney Avrupa Müttefiki rolü verilen Türkiye'nin, Siyonistlerle düşük profilli gözüken ilişkileri, soğuk savaşın kendine özgü koşullarında "Arapları dikkate alan" bir gizlilik içerisinde sürdürülürken, istihbarat alanındaki ilişkiler, Türkiye'nin iç politikasını da belirleyebilecek bir potansiyele ulaşıyordu. Soğuk savaş dönemi boyunca "Filistin kamplarında eğitilen solcu militanlar" söylemine dayalı politik tavır, bugün "Ortadoğu'daki radikal İslamcı akımlar"ın "öncelikli tehdit" oluşuyla ifadelendirilmeye başlandı. İsrail'le sürdürülen askeri ve istihbarat alanındaki ilişkilerin, gerek bölgenin geneli ve Filistin sorunu ile, gerekse Türkiye'nin iç politikası ile doğrudan ilişkili olduğu artık fark edilmeyecek gibi değil. Efraim Elrom'un öldürülmesi gerekçe gösterilerek anti-emperyalist solun tasfiyesi de Nurettin Şirin'in 28 Şubat'a gerekçe kılınan Dünya Kudüs Günü'ndeki konuşması nedeniyle 17,5 yıl hapse mahkum edilmesi de İsrail'le doğrudan bağlantılı bir "iç düzenleme" olarak görülebilir. Türkiye'de ne İsrail ya da Amerika dışındaki başka herhangi bir ülkenin büyük elçisinin öldürülmesi ne de bunların dışındaki herhangi bir ülkeyi kınayan konuşmanın yapılması, askeri müdahalelere gerekçe kılınabilecek bir potansiyele sahip değildir.
Osmanlı tarihsel gerçekliğinden hareketle, İsrail olgusuna Türkiye açısından baktığımızda, jeopolitik yabancılaşmanın kaygı verici boyutlarını daha net bir şekilde gözlemlemek mümkün. Binaenaleyh İsrail, Filistin sorunundan öte, artık giderek Türkiye'nin ve Türkiye dolayımıyla tüm bölge ülkelerinin bir iç sorunu olarak kendisini dayatmaya başlamıştır. Bölge halklarından ve bölgedeki diğer ülke rejimlerinden çok daha fazla bu gerçekliğin farkında olan İsrail'in, mevcut durumu kendi lehine kullandığı bir koz haline getirmekte son derece başarılı olduğu da söylenebilir. 23 Şubat 1996'da imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği anlaşmasının, aynı yılın nisan ayında "Gazap Üzümleri" adını verdiği bir operasyonla Birleşmiş Milletler kampına sığınmış yüze yakın kadını ve çocuğu katleden İsrail'i cesaretlendirmede oynadığı rol, tartışılabilir mi? Hatırlanacağı üzere "askeri eğitim" adı altında, İsrail'e Türkiye'deki askeri hava üslerini kullanma serbestisi veren anlaşma gizlice imzalanmış, tam da Kana katliamının gerçekleştirildiği günlerde konu, İsrail tarafından basına sızdırılarak, Türkiye açıkça angaje edilmişti. Anlaşmanın varlığını reddedemeyen Türkiye'nin, infial halindeki bölgeye yönelik politikaları, artan bir dozda İsrail yanlısı bir çizgiye taşınmıştı.
İsrail, soğuk savaş sonrasının stratejik belirsizlikten bahsedildiği bir zaman kesitinde, "stratejik ittifak" olarak nitelenen Türkiye ile ilişkilerini, caydırıcı bir unsur olarak gösterip saldırganlığını arttırırken; Türkiye, İsrail yanlısı dış politik çizgisiyle, tarihsel gerçekliğini inkar edercesine bölgesine yabancılaşmakta ve jeopolitik bir yalnızlığa sürüklenmektedir. İsrail'in son gerçekleştirdiği cinayetler karşısında Cumhurbaşkanı Sezer'in, bunca dökülen kan sanki bir trafik kazasının sonucuymuşçasına İsrail'i kınamaksızın, Arafat'a başsağlığı mesajı göndermesi, Türkiye'nin takınması gereken tavrı yansıtmamaktadır.