İsrail'in 50. Kuruluş yıldönümünü anlatan bir film yapmak için Kudüs'e ve Batı Şeria'ya iki ayrı ziyarette bulundum. Bu ziyaretlerden daha yeni döndüm. Yaptığım filmde İsrail'in kuruluşunu kişisel ve tamamen Filistinli bir bakış açısıyla görmeye çalışıyorum. Film BBC'nin İngiltere yayınında 3 Mayıs'ta, dünya yayınında ise Mayıs ayının daha sonraki günlerinde gösterime girecek.
Ancak, Filistin'e gitmek ve orada gördüklerimi kaydetmek öylesine etkileyici bir deneyimdi ki, burada, deneyimin bıraktığı etkiler üzerinde bir şeyler anlatmayı gerekli görüyorum, iki tane birbirine tamamen zıt izlenim diğer izlenimleri gölgede bırakıyor. Bunlardan ilki, Filistin'in ve Filistinlilerin, İsrail'in başlangıçtan beri onları yok etmek ya da etkisiz bırakmak amacıyla yürüttükleri çok sıkı çalışmalara rağmen varlıklarını sürdürmeleridir.
Burada, İsrail'in en aptalca politikasının bize karşı olduğunu kanıtladığımızı güvenle söyleyebilirim. Bir düşünce, bir hatıra olarak ve çoğunlukla gömülmüş ya da görünmez bir gerçeklik olarak Filistin ve Filistin halkının ortadan kalkmadığı gerçeğini kabullenmekten kaçış yoktur. İsrail'in daha yoğun bir dışlamacılık ve Arap düşmanlığı yapması, İsrail'in zulmüne ve gaddarca aldığı önlemlere daha güçlü bir direnişin yaşam bulmasına yardımcı oluyor.
Bu durum özellikle İsrailli Filistinliler için geçerlidir. Bunların en önemli temsilcisi şu anda Knesset (İsrail meclisi)'te İsrailli Filistinlileri temsil eden Azmi Bishara'dır. Film için kendisiyle uzun bir röportaj yaptım. Bishara'nın yeni bir genç Filistinli kuşağa güç veren konumundaki cesaretliliğe ve akliliğe hayran kaldım. Genç Filistinlilerle de röportajlar yaptım. Sayıları giderek artan bir grup İsrailli için olduğu gibi, onlar için de asıl kavga eşitlik ve vatandaşlık hakları elde edebilmeyi amaçlıyor.
O halde, aksine açıklamalara ve niyetlere rağmen İsrail, Filistin varlığını güçlendirmiştir. Hatta İsrailli yahudi vatandaşlar arasında bile devletin Filistinlileri ezmeye ve dışlamaya çabalayan, ileri görüşlü olmayan ve hiç bitmeyen politikalarına karşı hoşnutsuzluk yayılmaktadır. Nereye dönerseniz dönün biz oradayız. Belki sık sık yalnızca sıradan, sessiz işçiler ve itaatkâr restoran garsonları, aşçıları vb. olarak görünüyoruz ama yine sık sık İsrail'in hayatlarımıza tecavüzüne sürekli olarak direnen kitleler olarak da karşınıza çıkıyoruz.
İkinci baskın izlenim ise, her dakika, her saat ve her gün biraz daha fazla Filistin toprağını İsraillilere kaptırıyoruz. Üç haftalık seyahatimiz boyunca hiçbir sokak ya da otoyol ya da küçük bir köy görmedik ki, o günlük trajediye şahit olmamış olsun. Topraklar istimlak ediliyor, tarlalar tahrip ediliyor, ağaçlar, bitkiler ve ekinler kökünden yok ediliyor ve bunlar olurken bay Arafat'ın Özerk Yönetiminden hiç bir yardım gönderilmeyen ve durumu iyi olan Filistinlilerin de umurunda olmayan Filistinli mülk sahipleri zulüm karşısında çaresiz bekliyorlar. Yapılmakta olan tahribat, yaşantımıza uygulanan şiddetin neler getireceği, sonunda ortaya çıkan çarpıtmalar ve sefalet gözardı edilmemelidir. Ailesi için küçük bir ev yapabilmeyi sağlayacak parayı biriktirmek için 15 yılını illegal olarak İsrail'de amelelik yaparak harcadıktan sonra, bir gün işten geldiğinde evinin, içindekilerle beraber buldozerler tarafından dümdüz edildiğini gören bir adamla konuşursanız, işte kederli bir çaresizliğin ne olduğunu hissedebilirsiniz.
Bunun niçin yapıldığını sorduğunuz zaman, -ne de olsa arazi kendisinindi- daha önce hiç uyarı yapılmadığını, yalnızca yıkımdan sonraki gün askerlerin yıkım nedenini bildiren bir kağıt getirdiğini öğreniyorsunuz. Kağıtta binanın ruhsatsız yapıldığı için yıkıldığı yazıyormuş. İsrail dışında dünyanın neresinde insanlar kendi arazileri üzerinde inşaat yapmadan önce ruhsat almak zorundalar? (Ki bu ruhsat da genellikle Filistinlilere verilmiyor). Yahudiler yapabilir ama Filistinliler asla. Bu, en açık biçimiyle ırkçı bir ayrımcılıktır.
Bir keresinde Kudüs'ten Halil İbrahim'e giden anayolun bir noktasında gördüklerimi kaydetmek için durdum. Etrafı askerlerce çevrilmiş ve korunmakta olan bir buldozer yolun hemen yanı başında uzanan verimli bir toprak parçasında ilerliyordu. Yaklaşık yüz metre ileride hepsi perişan ve öfkeli gözüken dört tane Filistinli adam vardı. Bana anlattıklarına göre burası onların nesiller boyunca ekin ektikleri bir toprak parçasıydı. Şimdi ise yeni yerleşim alanları için yapılmış ve zaten geniş olan yolun daha da genişletilmesi bahanesiyle toprakları ellerinden alınıyordu. "120 metre genişliğinde bir yola neden ihtiyaç duyuyorlar; neden toprağımı işlememe izin veremezler?" diye ağlamaklı bir şekilde sordu bir tanesi: "Çocuklarımı nasıl besleyeceğim?".
Adamlara tarlalarının ellerinden alınacağına dair daha önce bir uyarı alıp almadıklarını sordum. Hayır, bugün duyduk ve biz buraya geldiğimizde artık çok geçti, dediler.
Fiilen Var Olmayan Bir Özerk Yönetim
Özerk yönetimden ne haber; yardım etti mi diye sorduğumda cevap "tabii ki hayır"dı. Onlara ihtiyaç duyduğumuz hiçbir zaman burada olmadılar. İsrail askerlerinin yanına gittim. Kamera ve mikrofonların varlığında konuşmayı reddettiler.
Ama ısrar ettim ve sonunda yalnızca emredilenlere uyduğunu söylemesine rağmen tüm bu yapılanlardan rahatsız olduğu açıkça belli olan bir askeri buldum. "Size karşı hiçbir savunması olmayan çiftçilerin topraklarını almanın ne kadar adaletsiz olduğunu görmüyor musunuz?" diye sorunca şu cevabı aldım: "Aslında bu onların toprağı değil, İsrail devletinin toprağı." Ben de 60 yıl önce aynı argümanların Almanya'da yahudilere yapıldığını hatırlattım. Şimdi burada yahudiler, kurbanları Filistinlilere aynısını yapıyorlardı. Cevap vermek istemedi, çekip gitti, işte özerk yönetim altındaki topraklarda ve Kudüs'te birbirlerine yardım etmeye güçleri yetmeyen Filistinliler. Beytü Lehm Üniversitesi'nde bir konferans verdim. Konferansta durmaksızın süren mülksüzleştirme üzerine konuştum ve Özerk Yönetim tarafından istihdam edilen 50 bin tane güvenlik görevlisinin ve masa başlarında kağıtları masalarının bir ucundan diğerine iten, her ayın sonunda dolgun ücretler alan daha binlerce görevlinin niçin gözleri önünde geçim kaynakları ellerinden alınan insanlara yardım etmediklerini sordum. Bir gece bütün gün film için çekim yaptıktan sonra otele döndüm ve otel restorantının kişi başına 38 dolara (evet, 38 $) Sevgililer Günü için bir akşam yemeği sponsorluğunu üstlendiğini öğrendim. Rezervasyonum olmadığı için bana hizmet edilemeyeceği söylendi. Ama bir misafir olarak en azından bir sandviç ya da benzeri birşey yemeye hakkım olduğunu söyledim. Sonunda köşede bir masaya oturtuldum ve bir tabak pilavla biraz sebze masama getirildi. Biraz sonra Filistinli bir bakan ve yanındaki yedi davetli salona girdi. Başköşeye oturdular ve önlerine 7 tabaklı sevgililer günü özel menüsü getirildi. Yanında da şarap ve diğer içecekler geldi. Birkaç metre ötede halkının geçim kaynakları ellerinden alınırken mutlulukla yemeğini yiyen bu, zamanının çoğunu bağışçı ülkelerle ve İsraillilerle "görüşmeler" yaparak geçiren geniş, şişman ve sürekli gülen adamdan öylesine rahatsız oldum ki, salonu tiksinti ve utanç içinde terk ettim. Bakan dev bir mersedesle otele gelmişti. Muhteşem liderleri içeride tıka basa yerken badigardları ve şoförü otelin lobisinde oturmuş muz yiyorlardı. İşte bu nedenledir ki, gittiğim her yerde, kiminle konuşursam konuşayım, ne sorarsam sorayım özerk yönetim ve yetkilileri hakkında bir tek iyi laf duymadım. Özerk yönetim İsrail ve yerleşimcilerinin güvenliğini garanti eden bir kurum olarak algılanıyordu. Kendi halkı için ise ne meşru ne de yardımcı bir organ olarak görünüyordu. Tabii ki bir de zihinleri böylesine ürküten yaygınlıkta bir sefalet yaşanırken özerk yönetim bazı liderleri tarafından gösterişli dev villalar yapmak için uygun bir araç olarak da görülebilir. Eğer bugün bir şey yapılacaksa Filistin halkının liderleri tam da özerk yönetimde hiç bulunmayan iki şeyi, hizmeti ve fedakârlığı halklarına sunmak zorundadırlar. Beni ilginin yokluğu afallattı, ilginin yokluğu ile şunu kastediyorum: Her Filistinli, sıkıntıları karşısında sanki tek başına; ona yiyecek, battaniye ya da bir çift güzel söz söyleyecek kimse yok. Gerçekten insanın Filistinlilerin yetim bir halk olduğunu düşünesi geliyor. Kudüs sürekli ve giderek artan bir yahudileşme karşısında eziliyor. 50 yıl önce büyüdüğüm o küçük sıkı şehir gitmiş, yerine dev bir metropol kurulmuş. Şehrin dört bir yanını kuşatan dev inşaat projeleri şehrin karakterini değiştirmek isteyen İsrail'in kontrol edilmeyen gücünü gösteriyor. Burada da Filistinlilerin güçsüzlüğünün, savaşın artık bittiğinin ve geleceğin değişmezliğinin sembolize edildiği görülüyor. Konuştuğum insanların çoğu geçen Eylül'deki tünel olayından sonra artık İsrail pratiklerine karşı ne gösteri yapmak, ne de daha fazla fedakârlık yapmak istediklerini söylüyorlar. İçlerinden birisi şöyle dedi: "Altmışımız öldü, ama tünel açık kalmaya devam etti. Tünel kapanmadıkça Netanyahu ile görüşmeyeceğini söylemesine rağmen, Arafat Washington'a gitti ve onunla görüştü. Şimdi mücadele etmenin anlamı nedir?" Kudüs'te kaybeden yalnızca Filistin liderliği değil. İsrail'in saldırganlığına boyun eğen Araplar, İslam ülkeleri ve Hristiyanlar da kaybetti. Gazze ve Batı Şeria'dan çok az insan Kudüs'e girebiliyor. Şehir askerler tarafından çevrilmiş. Irk ayrımcılığı yeniden başladı. İsrail tarafında durum beklendiği kadar nahoş değil. Hayfa Üniversitesi'nden profesör İlan Pappe ile uzun bir röportaj yaptım. Pappe İsrail'in yeni tarihçilerinden biri. 1948 üzerine yaptığı çalışma mülteciler sorunu ve Filistinlilerin ayrılmasında Ben-Gurion'un rolü üzerine Siyonist ortodoksiye meydan okudu. Elbette ki yeni tarihçilerin yaptığı Filistinli tarihçilerin ve şahitlerin çoktandır söylediklerini onaylamak oldu: ülkeyi Araplardan mümkün olduğu kadar temizleyebilmek için askeri bir operasyon yapılmıştı. Pappe ayrıca son ders kitaplarında Filistinlilerden hiç bahsedilmemesine rağmen İsrail'in her tarafında dersler vermek istediğini söyledi. Geçmiş konusundaki bu yeni açıklıkla birlikte Filistinlilerin yok sayılmasının aynı anda var olması şu anki durumu karakterize ediyor. Ancak bu çelişki daha derinleştirilmeli ve analiz edilmeli. Halil İbrahim'de bir günü çekim yaparak geçirdim. Burası Oslo'nun en kötü tüm yönlerinin bir arada bulunduğu bir yer. Sayıları 200'ü geçmeyen küçük bir grup yerleşimci bu Arap şehrinin kalbini kontrol ediyor. 100.000 kişiden fazla olan Arap nüfusu şehrin kenarlarına itilmiş ve şehrin merkezine girmeleri engellenmiş. Askerler ve militanlar tarafından sürekli tehdit altındalar. Eski Osmanlı meydanındaki bir Filistin evini ziyaret ettim. Evin etrafı yerleşimci tabyaları ile sarılmış. Üç tane yeni bina evi kuşatıyor. Dev su tankları şehir suyunun çoğuna el koyuyor. Ve ayrıca çatılarda askerler için yapılmış yerler var. Konuştuğum kişi Filistin liderliğinin şehrin yahudilerin istediği şekilde parçalanmasına göz yummasına çok kızgın. Yahudiler, Tevrat'tan aldıkları, ama şu anda bunu kanıtlayamayacakları bir delille şehri bölmeye çalışıyorlar. Onlara göre ta Tevrat zamanından kalma 14 tane yahudi binası varmış burada. Tabi şimdi izlerine bile rastlanmıyor. Adam şöyle diyor: "nasıl oluyor da Filistinli görüşmeciler gerçeğin böylesine saçma bir biçimde tahrif edilmesini kabul ediyorlar. Üstelik görüşmeler devam ederken bir kez bile El-Halil'e gelmediler." İsraillilerle olan deneyimler içinde belki de en beklenmedik zirve noktası Daniel Barenboim ile yaptığımı röportajdı. Mükemmel bir orkestra şefi ve piyanist olan Barenboim ben film çekimi için Kudüsteyken o da bir resital için aynı yere gelmişti. Arjantin'de doğmuş ve büyütülmüş olan Barenboim 9 yaşında İsrail'e gelmiş. Ve sekiz yıl orada yaşamış. Son 10 yıldır Berlin Devlet Orkestrası ve Chicago Senfoni Orkestrasını -dünyanın en büyük müzik kurumlarından ikisi- yönetiyor. Şunu da söylemeliyim ki son yıllarda ikimiz çok yakın arkadaşlar olduk. Röportajda oldukça açıktı ve İsrail'in 50 yıllık tarihinin Filistinliler için acı çekme yılları olduğunu üzülerek itiraf etti. Konuşmamız sırasında bir Filistin devletinin olmasını açıkça savundu ve küçük bir dinleyici topluluğuna karşı verdiği Kudüs resitalinin ardından bu ilk resitali bir gece önce kendisini yemeğe davet eden bir Filistinli kadına ithaf etti -kadın da oradaydı-. (Ben ve o kadın dışında başka Filistinli yoktu) ve bu ithafının yahudi dinleyiciler tarafından coşkulu alkışlarla onaylanması beni sasıttı. Kısmen Netanyahu'nun aşırılıkları kısmen Filistin direnişinin sonucu olarak yeni bir zihniyet ortaya çıkıyor. Bence onlarca Oslo'ya değecek bir jestle dünyanın en büyük müzisyenlerinden Barenboim bir piyanist olarak Filistinli dinleyicilerin karşısına hevesle çıktı. Şimdi bugünün Filistin hayatından sunduğum küçük sahneleri sonlandırıyorum. Lübnan ve Suriye'deki mültecilerin yanında hiç zaman geçiremediğim için pişmanım. Ayrıca yanımda çekim yapmak için daha fazla kaset getiremediğim için de üzgünüm. Ancak şu anda şunu belirtmek önemlidir: Filistin davasının varlığı, düşündüğümüzden çok daha fazla İsrail'liyi etkilemiş durumda. Şu anki karanlık döneme rağmen geleceğin beklediğimiz kadar kötü olmayacağını işaret eden ümit ışıkları var.