Dergimizin yayın kurulu üyelerinden Ahmet Varol ile Mustafa Eğilli, 23-25 Haziran tarihlerinde Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta düzenlenen Uluslararası Kudüs Buluşması'na Kudüs Müessesesi'nin daveti üzere katıldılar. Kudüs Buluşması katılımcılarından Filistinli yazar Münir Şefik, Lübnan Hizbullahı'na yakınlığıyla tanınan el-Wahdetu'l-İslamiye dergisinden Şeyh Hüseyin Gabris, Lübnan Cemaati İslami'nin yayın organı olan el-Eman gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim el-Mısri ve Filistin Özgür Esirler Birliği Başkanı Şeyh Said Kasım ile Kudüs dergisi adına bir tartışma programı gerçekleştirdiler. İlginizi çekeceğini düşündüğümüz bu tartışmayı bilginize sunuyoruz.
Kudüs: Öncelikle davetimizi kırmayıp icabet ettiğiniz için sizlere Kudüs dergisi olarak çok teşekkür ederiz. Okurlarımızın görüşlerinizden azami derecede istifade edebilmeleri için biz tartışmaya fazla müdahil olmayıp sadece konuyu açmakla yetineceğiz.
Bildiğiniz gibi İslam ümmeti bugünlerde zor bir dönemden geçiyor. İçinde bulunduğumuz zor şartlar günden güne artıyor ve bu durum bir çok Müslüman'ın umudunu kaybetmesine yol açıyor. Bu zorlukların temel sebepleri nelerdir? Umutlarını kaybetmekte olan bu insanlara ne tavsiye edersiniz?
Hüseyin Gabris: İsmiyle yardım dilediğimiz Allah'ın adıyla. İlk önce size ikinci memleketimiz Lübnan'a hoş geldiniz demek istiyorum. Dün vermiş olduğunuz Kudüs dergisine Türkçe olmasına rağmen akşam bir göz attım. Bazı ifadeleri ve terimleri anlayabiliyordum. Özellikle mücahit Şeyh Ahmed Yasin hakkındaki bir makalede intifadayı oluşturan sebeplere ışık tutan bazı kelimeleri anlamaya çalışıyordum. Yine Ariel Şaron'un Mescid-i Aksa'ya zorla ve zorbayla girmesiyle ikinci intifadanın ortaya çıkışını ve şimdiye kadar devam eden süreci işliyorsunuz. Ben sarf ettiğiniz bu çabadan ötürü bizzat onur duyduğumu belirtmek istiyorum. Sizin böyle bir dergi yayımlamanızın anlamı çok açık, içeriği ve ismiyle İslam ümmeti için büyük bir önem taşıyor. Yayınınız aracılığıyla Türkiye'deki tüm Müslüman kardeşlerimize buradan selam ve saygılarımızı iletiyoruz. Buraya dünyanın çeşitli yerlerinden gelip köprü vazifesi gören siz kardeşlerimize de güzel dileklerimizi sunuyoruz ve hoş geldiniz diyoruz. Özellikle iki kıtayı Asya ve Avrupa'yı birbirine bağlayan Müslüman bir halka sahip olan Türkiye'den siz Müslüman din kardeşlerimizle görüşmekten memnun oldum.
Bugün ümmetin yaşadığı zor merhalelere ve İslam aleminde günden güne artan sıkıntılara gelince bu yeni bir şey değil aslında, zaman zaman İslam ümmeti bazı sıkıntılar yaşıyor ve bazı zorluklarla karşılaşıyor. Bu bazen gerilemesine sebep oluyor bazen de yeniden gelişmesini sağlayacak, tutunacak yeni bir merhale için düşündürüyor. İslam ümmetinin, sadık davetçilerin ve samimi mücahitlerin sayesinde yeniden etkin bir rol oynamasına, yeniden toparlanmasına eskiden beri tanık olduk. İnanıyoruz ki şu anki zaman diliminde İslam ile diğer anlayışlar arasında şiddetli bir savaş söz konusu. Bunun için düşmanın saldırıları ve açtığı savaşlar Müslüman bir milletten diğer millete geçiyor. Savaş bir Çeçenistan'dan geçiyor bir Bosna Hersek'ten, bir sefer Kosova'da bir başka kez Irak'ta veya başka bölgelerde yaşayan Müslümanları hedef alıyor. Ama daima ana çatışma Filistin'de yaşanıyor. Ortamlar farklılaşsa da biz Filistin'e hakikaten bağlı kalıyoruz. Benim için Filistin'den başka önemli bir mesele yok. Nerede olursam olayım bu meseleyle yaşıyorum. Ümmetin düşmanlarından Müslümanlara yönelik topyekün saldırıların ve ara çatışmaların hepsi ümmete Filistin'i unutturmak içindir.
Yayınlar sayesinde her yerdeki kardeşlerimize ulaşabiliyoruz. Sayısı, faaliyetleri artan çeşitli bölgelere yayılan Müslüman ümmete ulaşabiliyoruz. İnsanların yaşadıkları zor şartlara rağmen biliyoruz ki, İslami uyanış şu sıralarda zayıfladı ama böyle devam etmeyecek, dirilecek ve canlanacak. Çünkü bu inancımıza ve İslami yaşantımıza dayanır yani umutsuzluğa düşmek için, endişeye kapılmak için sebep yok, korkuya hiç gerek yok. Şu an ümmetin üzerinde çok farklı savaş yöntemleri deneniyor ama bunlar ümmetimizi yıldırmıyor, aksine bütün bu baskılar ümmeti harekete geçiriyor ve etkin bir güç haline getiriyor. Çeyrek yüzyıl önce İran'da İslam devrimi gerçekleştiğinde ümmete bir nevi can verdi. Dünyadaki Müslümanlarla görüşmelerimizde gördük ki gençlik yeniden uyanmaya başladı. Tekrar umut taşıyan kişiliğini kazandı. Müslümanlar, İslam'ın tekrar gelişmeye kadir olduğuna inandı. İslam ne kadar üzerinde reform düzenlemeleri yapılmaya çalışılsa da, değiştirilmeye uğraşılsa da mutlaka tekrar dirilecektir.
Bazılarının düşündüğü gibi şu anda hezimetler, zor-karışık şartlar yaşanıyor gibi ancak biz, bu karşılaştığımız tablodan bir ufuk görüyoruz, aydınlık görüyoruz; iç ferahlatıcı, memnuniyet verici büyük umutlar görüyoruz. Muhakkak ki yakın gelecek İslam'ındır. Düşman her geçen gün zayıflıyor, bunun delili büyük fesat topluluğu, şerli düşman Siyonistlerin saldırılarına karşı ortaya konan direniştir. Bir çok evi harap ediyorlar ve çocuk, genç, yaşlı, kadın demeden insanları öldürüyorlar ancak bütün bu günahlara, kötülüklere rağmen mübarek intifada, Filistin'deki büyük direniş, saldırılara hemen karşılık vermedeki kudretini ispatlıyor. İlk kez düşman bütün askeri gücüne ve gelişmiş silahlarına rağmen şerefli intifada gençliğine karşı aciz olduğunu itiraf etti. Sadece taşla savaşıyor, onlar sadece iradeleriyle şeref ve onurlarıyla savaşıyorlar. İşte bu ümmetin gerçek gücüdür. Cenin kampının İsrail'in gelişmiş askeri gücüne karşı efsaneleşmiş direnişi neyi ifade ediyor? Bütün meselelerde Amerika'nın düşmana direk desteği var. Ayrıca dünya kamuoyunun desteği ve genel olarak Arap aleminin sessizliği söz konusu. Yine de Cenin tüm şiddetli musibetlere direnebiliyor ve bunu sürdürebiliyor. İkinci olarak o bu düşmanla ölçüşebilecek güçte değil. Şu son zamanlarda Gazze'de Refah kampındaki direniş ne anlam ifade ediyor? Askeri dayatma bu küçük bölgede büyük bir karışıklık çıkarmaya çalıştı ama halkımız direndi, karşılık verdi. Gerçekten evleri harap ettiler, yaktılar, yıktılar ve buradaki direniş en şiddetli ve en güçlü olandı. İktisadi yönden de çok güçlüydü, çünkü İsrail maddi olarak çok zarar verdi.
Kudüs: Sayın Münir Şefik, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Geçmiş dönemlerle kıyasladığımızda Müslümanlar gerçekten bir gerileme ve yenilgi mi yaşıyorlar?
Münir Şefik: Bismillahirrahmanirrahim.
Öncelikle şunu belirteyim ki benim görüşüme göre, bu zorluklar yeni bir olgu değildir. İslam ümmeti yüz yıldır bu zor şartlarda yaşıyor. İslam ümmeti, şu anda içinde bulunduğu durumdan daha şiddetli bir dönem de geçirmiş bulunuyor. Şunu söyleyebilirim, evet, İslam ümmeti bugün zor bir dönemden geçiyor; ama bu zorluk, aynı zamanda ümmetin gelişmesine ve kimi zaferler elde etmesine de yol açabilir. Her ne kadar İslam ümmeti ile onun gelişmesini istemeyen düşmanları arasındaki güç dengesi fazla bozulmamış olsa da, bugünkü durum, Müslümanlar için geçmişteki durumdan çok daha iyi. Bu yüzden ben mevcut duruma kötümserlerin bakış açısıyla bakmıyorum.
Ümmetin içinde bulunduğu durumun çetin olduğunu biliyorum ama ümmetin barındırdığı karşı koyma isteğini de güçlü görüyorum. Bugün, İslam dünyasının bütün bölgelerinde güçlü bir İslami uyanış var. Bundan 20 sene önce, 30 sene önce ya da 50 sene önce mevcut olmayan bir uyanış bu. Siz Türkiye'deki durumu kıyaslayabilirsiniz. Bugünün İslami yönelişlerini, halkın İslam'a bakışını, sözgelimi 50 yıl öncesiyle, 40 yıl öncesiyle, 20 yıl öncesiyle karşılaştırınız, Osmanlı'nın çöküş dönemindeki şartlara bakınız; şu anda biz çok daha iyi şartlarda yaşıyoruz. Bunun nedeni şu: Ümmet İslam'a yöneliyor, bir İslami güç oluşuyor, İslam cumhuriyetleri doğuyor. Bu yüzden kötümser olanlar, görüşlerinin çoğunda mevcut siyasi şartları ve dünya olaylarını iyi okuyamıyorlar.
Genel olarak bakıldığında, dünyaya hükmetmeye çalışan güç, en zayıf anını yaşıyor. Ve aynı şekilde Amerika dışarıya çok güçlü görünmesinin aksine 50 yıl öncesine kıyasla daha zayıf. Aynı şekilde İbrani devleti yahut diğer adıyla Siyonist İsrail devleti öncesine kıyasla daha zor ve daha zayıf bir durumda. Ve şuanda Filistin halkının kuvveti daha büyük, Irak halkının kuvveti, İslami cumhuriyetlerin gücü daha fazla. Bu yüzden önemli olan kuvvetimizi, gücümüzü hissetmemiz. Bu üzerinde durulması gereken bir mevzu. Kur'an'ı Kerim'de bize öğretildiği üzere:
"Siz acı çekiyorsunuz, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz onların beklemediklerini Allah'tan umut edersiniz."
Bu ayet, uluslararası konumları ve saldırıları görmede bir yöntem gösterir. Sadece kendi karşılaştığımız zorluklara değil, düşmanın karşı karşıya olduğu sorunlara, zorluklara da bakmamızı sağlar. Mesela İslam ümmeti için düşman kabul edilen Amerika, çok fazla musibetle karşılaşıyor, çok fazla sıkıntı ve zorluklara maruz kalıyor. Siyonist hareketler ve İbrani devleti de aynı şekilde zor durumda. Yöntemsel olarak baktığımızda bu mesele mevcut konumları iyi tahlil etmede ana meseledir.
İkinci nokta, yine Kur'an'da mana olarak çok ayette yer alan:
"Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz."
Ümit kesmek Müslümanın sıfatlarından değildir. Müslüman her zaman iyimser olmalıdır ve zor durumlarda bile hatta en şiddetli şartlarda bile Allah'tan ümidini kesmemeli ve daima müjdeleyici olmalıdır.
Üçüncü olarak da, çalışırsak, birleşirsek ve nasıl çalışmalarda bulunacağımızı bilirsek, Allah bize yardım edecektir ve bizi zafere ulaştıracaktır. Çünkü Müslümanlara zafer vaat edilmiştir. Devletlerin konumlarını, ümmetin içinde bulunduğu durumu anladığım ve ümmetin karşılaştığı zorlukların olduğunu bildiğim gibi, düşman için daha fazla zorluklar olduğunu da biliyorum ve her şeyin değişeceği ufukları da görüyorum.
Kudüs: Siz içinde bulunduğumuz durumla ilgili Münir Şefik'e katılıyor musunuz?
İbrahim el-Mısri: Evet, Münir Şefik'in dediği gibi, ümmetimizin yaşadığı bu dönem, tarihindeki en kötü dönem değildir. Biz direndiğimiz için bu zorluklarla muhattab oluyoruz. Bu zorluklar İslam ümmetindeki bir direnişin işaretidir, çöküşün veya umutsuzluğun belirtisi değildir. Eğer yıllar öncesine dönersek göreceğiz ki, İslam alemi hilafetin çöküşünden sonra büyük problemler yaşadı ve derin uykulara daldı.
Günümüzde ise genç Müslüman erkek ve kızlar üniversitelerde, sendikalarda, camilerde ve tüm alanlarda boy gösteriyorlar. İslam düşmanlarının problemi ise aktif güçlerini İslam alemindeki İslami akımları kontrol altına almak için harcamaları ve bu çıkmazdan kurtulmaya çalışmalarıdır. Eğer bizde bir çöküş varsa bu da Batı'yla işbirliğinde olan Arap sistemlerinin bizzat krizde olmasıdır. Batı ve özellikle Amerika, onlardan reform, demokrasi ve yönetimi devretmelerini istiyor. Halbuki İslam ve Arap dünyasındaki çoğu ülkelerin sistemleri bireysel, ırkçı ve despottur. İster cumhuriyet olsun isterse kraliyet olsun. Bana göre İslami akımlar, bütün alanlarda istenilen reformları gerçekleştirmek için kendi yolunu açacaktır. Bizim sözlüğümüzde çöküş ve umutsuzluk yoktur.
Kudüs: Sayın Said Kasım, siz bu hususta neler söylemek istersiniz?
Said Kasım: Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, selat ve selam Hz. Muhammed'e olsun. Aslında bugünlerde beliren bu krizler, bizim kalbimizdeki akidemizin zayıflamasındandır. İçinde bulunduğumuz koşullardan ötürü değildir. Çünkü akide kalpte kuvvetli olursa Allah'a dayanılır ve güvenilir ve bu akide tıpkı Allah'ın bahsettiği gibi çok yüce, kuvvetli, galib yani güçlüdür. Allah'a inananlar bilirler ki Allah onları yalnız bırakmaz ve terk etmez. Bu akide kalpte kuvvetli ise bütün dünya musibetlerinin üstesinden gelinir.
Bizim için dünya imtihan mekanıdır, sıkıntı mekanıdır. Daha önce de peygamberler imtihan oldu ve salihler imtihan oldu, sıddıklar imtihan oldu ve biz de imtihan olunacağız. Fakat bu imtihanla yüzleşmekte zayıf, güçsüz kalıyoruz. Çünkü kalbimizdeki iman aslında zayıf ve bu da umutsuzluğun sebebidir. Çünkü biz, bizi Allah'a bağlayan kuvvetli imanı kaybettik. Kur'an'a ve Resullullah'ın (s) sahih sünnetine bakıldığında bu ümmet için bir müjde var bu da şudur: Bu ümmet galip gelecektir ve kazanacaktır. Allah Teala'nın buyurduğu gibi: "O Resulunü hidayetle ve hak dinle gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da o dini bütün dinlerin üstüne çıkarsın." ve Fetih suresinde "O Resulünü hidayetle ve hak dinle gönderdi ki o hak dini bütün dinlere üstün kılsın şahit olarak Allah yeter." Bu Kur'ani nassın önünde durur ve derinlemesine bakarsak şunu görürüz: Allah Teala bu dinin zaferini ve onun yayılmasını üslendi geriye bizim görevimiz kalıyor. Biz bu nassa inanıp güveniyor muyuz, güçlü bir imana sahip miyiz ki o imanla hayatın yükümlülüklerine karşı koyabilelim? Davetin başlangıcında Bilal bin Rebah el-Habeşi hatırlayalım; o sırada hiç ümit yoktu ve bu naslar da inmemişti fakat o "Ehad, Ehad" Allah bir kelimesinden başka bir şey bilmiyordu ve bu kelime kalbini dolduruyordu. Müslümanların zayıf olanlarından bazıları ondan yardım istediklerinde dediler ki: "Ya Resulullah bizim için Allah'tan yardım iste." Resulullah da buyurdu: "Muhakkak ki, Allah bu dini tamamlayacaktır fakat siz çok acele ediyorsunuz. Sizden önce öyleleri vardı ki, alınır da testereye yatırılır ve demir taraklarla taranırlardı ve etleri kemiklerinden sıyrılır yinede bu onları dinlerinden döndürmezdi."
İşte böyle biz bu dinin sonunun zafer olduğuna inanıyoruz ve bu dinin sonunun zafer olduğuna inanmanın manası müminlerin zaferine inanmak demektir. Bu Müslümanları Hendek savaşına iten şeydir. O zaman kuşatılmışlardı ve Allah Teala hissettikleri şiddetli korkuyu vasfetmiştir: "Hani onlar üstünüzden, alt tarafınızdan gelmişlerdi, gözler şaşkınlıktan ötürü yerinden kaymış, yürekler korkudan gırtlağa dayanmıştı, Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz." O zaman onlar tek başlarına helaya çıkmaktan korkuyorlardı. Korkunun ve harbin şiddetinden ötürü birlikte grup grup helaya gidiyorlardı. Bununla birlikte: "Müminler düşman ordularını gördüklerinde korkmadılar ve bu Allah'ın ve Resulünün bize vadettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir, dediler ve bu onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı." buyruluyor. Karşılaştıkları tüm zulümlere ve zorluklara karşılık bu ümmetin itaatini gördüğümüz zaman biz de diyoruz ki bu, Allah'ın ve Resulünün bize vaat ettiği şeydir ve bu imandan başka bir şeyi arttırmaz.
Kudüs: Teşekkür ederiz. Amerika İslam alemini -özellikle Ortadoğu diye adlandırılan bölümü- kuşatmaya ve buralara hükmetmeye çalışıyor. Bunu da işgalden tutunda Büyük Ortadoğu Planı'na kadar değişik yöntemlerle yapıyor. Bu planların geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Said Kasım: Az önce sözünü ettiğimiz bize vaad edilen galibiyet müjdesine tekrar dönelim. "Elbette biz elçilerimize ve insanlara hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitliğe duracağı günde yardım ederiz." Bu ve benzeri ayetlere baktığımızda Allah Teala'nın bu dini kalıcı kılacağını ve yeryüzündeki bütün evlerin gündemine "la ilahe illallah Muhammed Resulullah" kelimesini sokacağını görürüz. Çünkü kuşatma ve işgal sürekli devam etmez. İslam ümmeti tabiatından ve taşıdığı akideden, inançtan ötürü zulme karşı çıkar ve haksızlığa direnir. Yani Müslüman kendisine zulmedilmesini kabul etmez ve işgale karşı çıkar. Bu art niyetli açgözlülük gerçekleşmeyecek ve ara sıra gerçekleşse bile geçici olmaktan öteye gidemeyecektir.
Ülkelerimizde yapılanlara boyun eğmemiz isteniyor, ne söylerlerse anında yapmamız isteniyor ancak bunlar çok uzun sürmeyecektir. Bu projeler sömürge düzeninin güzel gösterilmesi için ortaya atılıyor. Bunlar aslında sömürge hareketleridir ve İslam ümmeti işgalin varlığını kabul etmeyecektir. Bizi bu işgale iten rejimler ilelebet devam edemeyecektir. Bu bozuk düzenleri önce kendileri kurdular ve desteklediler, bütün ıslahatçılara ve barışa çağıranlara rağmen desteklediler. Bu gün yapılanlar ıslahata çağırmak, düzenlerin bozduklarını iyileştirmek ve sömürgecilerin yaptıklarına son vermekten ibarettir. Bunlar devam edemeyecektir. Gerçekleşiyor gibi görünse de ya da kısmen gerçekleşse de geleceği yoktur ve ömrü çok kısadır. Aslında bu, sıradan Müslümanın sahip olduğu en basit imani kurallara bile aykırıdır. Sıradan bir mümin bunu kabul etmez. Çünkü bu dayatmalar ve sözde ıslahatlar sıradan insana hizmet etmiyor, rejimlere hizmet ediyor.
Kudüs: Amerika'nın projeleri hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Hüseyin Gabris: Biz ardı ardına sıralanan bu olaylar sürecinde şunu gördük: Amerika, bu düşman suni devletçiği yani İsrail'i oluşturduğu zaman bunu ümmeti korkutmak ve yok etmek için yaptı. Amerika'nın bütün çabalarına rağmen sözde devlet iki ayağı üzerinde duramayacak ve devam edemeyecektir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, İsrail, Amerika'nın İslam ümmetinin özünü ve cismini yok etme planları için en önemli kalesidir. Bunda başarısız olunca, -inşallah daha da başarısız olacak- Afganistan'a girmeye çalıştı ve bu çabanın hemen peşinden Irak'a geçti.
Amerika'nın Irak'a girişi sadece bu bakışın ve anlayışın sonucudur. Amerika halkların hiç birinin iyiliğini istemiyor ve bir düzeni kaldırıp yeni bir düzen oluşturmak için de yapmıyor. Ne Irak halkına yardım etmek için girdi Irak'a, ne de kitle imha silahlar yahut kimyasal silahlar olduğu için girdi. Ne buradaki halklara demir ve ateşle hükmeden bir rejim olduğu için girdi. Bütün bu sebepler bahanelerdi. Gerçekte Amerika'nın Irak'a girmek istemesi; bölgedeki tüm halkları zorbalığıyla kendisine esir almaya çalışmasıydı. Etkisine ve askeri gücüne inanarak bütün halklarımızın üzerinde hakimiyet sahibi olmayı istedi.
Türkiye'den başlayarak İran ve Suriye'den devam ederek bu bölgede düşmanla direk teması olan halklarımızın üzerinde hakimiyet sahibi olmayı istedi. İsrail denen bu ırkçı devletin bölgedeki kuşatmalarını kaldırmak için Amerika ile işbirliği yapmanın fayda getireceğini sanmıyorum. Biz Amerika'nın aciz olduğunu görüyoruz ve bu acziyeti ortaya çıkaran Müslüman Irak halkının cesur şerefli ve düşmanı zayıflatıcı direnişidir. Kuşkusuz Irak'taki cesur direnişi, onurlu, saygı ve takdire şayan olarak görüyoruz. Felluce'de, Bağdat'ta veya Kerbela, Necef, Bakuba'da, herhangi bir yerde direnişi gerçekleştiren bütün kardeşlerimizi destekliyoruz.
Amerika zaman zaman bölgeyi kontrol altında tutmak için çabalamaya devam edecektir ancak ümmetimizin direnişi, Müslüman toplumun sabırlı cihadıyla bu planlar başarısızlığa uğrayacaktır. İnşallah Müslüman ümmet Amerika'ya galip gelecektir. Biz erdemli halklara ve İslam aleminin her bölgesindeki Müslümanlara şunu söylüyoruz; sabırlı direnişimiz ve bütün mezhepleri birleştiren güçlü İslam birliğimiz, hep beraber çalışarak saldırgan emperyalizmi püskürtmeye ve Amerika'yı geri çektirtmeye muktedirdir ve doğusundan batısına bütün ümmeti zafere ulaştırmaya yeterlidir.
Özellikle tekrar üzerinde durmak istiyorum; Filistin'de zafere ulaşmamız, bunun için yeterlidir. O her zaman emperyalizme direnmenin esası olarak kalacaktır. Mücadelenin temel hedef ve ümmeti harekete geçiren itici gücü olacaktır. Biz biliyoruz ki, Amerika Allah'ın izniyle başarısızlığa uğrayacaktır. Müslümanlar Filistin'e coğrafi olarak nispeten uzak olsalar da o bir kaleyi teşkil ediyor. Çünkü Filistin, bölgenin ana kapısıdır.
Kudüs: Sayın Şefik, sizce Amerika bu projeleri uygulamada ne derece başarılı olacaktır?
Münir Şefik: Amerika'nın başarısızlığa uğrayacağını düşünüyorum. Amerika'nın sadece geçen sene zarfındaki konumuna bakarsak, peş peşe başarısızlığa uğradığını ve bir dizi sarsıntılarla yüzleştiğini görürüz.
Şimdi sadece son bir sene içinde ABD'nin geldiği duruma bir göz atalım. ABD, Irak'a saldırıp işgal etmesinden önce Güvenlik Konseyi'ne gittiğinde Güvenlik Konseyi'ne ve uluslararası kurallara ihtiyacı olmadığını söylemişti. Fakat şimdi Güvenlik Konseyi'nden medet umduğunu, onlara döndüğünü ve kararlarını beklediğini görüyoruz. Hatta bu konseyin en küçük üyesine kadar indi ve peş peşe görüşmelerde bulundu. Bu topluluğun onu Irak'ta yaşadığı hezimetten kurtaracak bir karar çıkarabileceğini umuyor. Aynı şekilde Amerika, Filistin'de masaya şiddetle vuruyordu ve Filistin halkına yaptırımlar uygulamak istiyordu. Irak işgalinden sonra Şermu'ş-Şeyh ya da Akabe zirvesinde Bush'un haline göz attığımızda, Bush nasıl konuşuyordu? Oysa şimdi Yol Haritası ya da daha önceki tehditleri artık yok. Hatta Şaron tek taraflı çekilme planı öne almaya mecbur kaldı. Şaron şimdi yardım etmeleri ve hezimeti hafifletmeleri için Mısırlılardan medet umuyor. Amerika da aynı şekilde. Benim görüşüme göre, Amerika Ortadoğu diye adlandırılan bölgede ve İslam ümmetini sömürgeleştirme çabalarında başarısız olacaktır.
Kudüs: Sayın Mısri, sizce ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nde Türkiye'ye biçtiği rol nedir?
İbrahim el-Mısri: Başkan Bush, BOP'u ilk defa 13 Şubat 2004'te isimlendirmişti ve bundan birkaç gün sonra 18 Şubat'ta Berlin'de toplanan Avrupa Birliği'nde tartışmaya sunmuştu. Fransız ve Alman yetkililer projeyle ilgili görüşlerini açıkladılar. Batı yetkililerinden çoğu buna karşı çıktı.
Bush, Türkiye'nin Başbakanı Tayyib Erdoğan'la Washington ziyareti sırasında bu konuyu görüştü. Öyle görünüyor ki ABD, 'BOP'un gerçekleşmesi için Türkiye'ye şu andaki hükümet önderliğinde lider bir rol vermek istiyor. Bunun sebebi Türkiye'nin İslam dünyasındaki laik-İslam devlet profiliyle örneklik teşkil ettiğini varsaymasıdır. Ama Erdoğan projenin pazarlanması için bir şey yapmadı. Ayrıca Suriye ve Mısır'daki dostları projeyi iyi karşılamadılar. Ve kendisi başkan Bush'un birkaç gün sonra Ankara'da toplanacak olan NATO'ya bu konuyu sunmasını beklemekte. Ama ABD bu projede açık ve tek bir hedefe yönelmiştir. Bu da İslam alemiyle tanınan insan toplumundan Arap ve İslam kimliğini koparmak ve Siyonizm'in varlığını kendi içerisinde bir olgu olarak kabul etmesine zemin hazırlamaktır. Bu toprak parçası ve insan topluluğu, Arap ve İslam kimliğinde kaldığı sürece yozlaşmaya karşı koyacaktır. İsrail'in içine girmesine izin vermeyecektir. Bundan dolayı Amerikan projesinin İslam aleminde başarısız olacağını görüyorum, tıpkı Irak'ta olduğu gibi. Gelecek günler buna şahit olacaktır.
Kudüs: İslam alemindeki hakim düzenler, Amerika'nın gerek Büyük Ortadoğu Planı gerek reform adı altındaki çalışmaları sebebiyle kendilerini cami ile kilise arasında sıkışmış hissediyorlar. Bu ikisi arasında kalmış İslam alemindeki rejimlerde yaşayan halklar, daha fazla özgürlük talep ediyorlar.
İslam alemindeki hakim rejimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Reformla ilgili düzenlemeler halklara bir yarar sağlayacak mı, onlara siyasi yönden daha fazla özgürlük getirecek mi? Özellikle de İslami hareketler açısından bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sayın Said Kasım, bu konuda öncelikle sizin görüşlerinizi alalım.
Said Kasım: Rejimler, kilise ile cami arasında değillerdir. Aslında bu rejimler, ne kilisedeler ne de camide, İsrail Knesset'indedirler. Aslında hiçbir baskı olmaksızın söz konusu rejimler, Müslümanların camisinde değiller ve camilerin öğütlediği hiçbir şeyi de yerine getirmiyorlar. Bu rejimler, İslami değiller ve İslami bir yönetimin olmasını da istemezler. Yine bu rejimler, halkların tercihi üzerine kurulmamıştır. Aksine emperyalistlerin halklara dayatmasının bir sonucudur ve birbirlerinden kopyalanmışlardır. Yani birbirinin aynıdırlar ve yöneticileri emperyalizmin işbirlikçileridir, yani dolaylı bir sömürge söz konusudur. Bölgedeki sistemler, Müslüman halkların iradesine rağmen iktidarı işgal etmektedirler ve gerçek anlamda serbest seçimler yapılırsa bir çoğu iktidar olacak halk desteğini elde edemez.
Bölge rejimleri iki seçenek arasında karar vermek durumundalar. Yeni sömürgecilik dönemi, etkin medya gücü ve globalleşen dünyanın küçük bir köye dönüştürülerek kuşatılması karşısında bu rejimlerin değişerek mevcudiyetlerini sürdürmeleri gerekir. Örneğin 1940'lı ve 50'li yıllarda bu rejimler kurulduğunda televizyon dahi yoktu, bildiğiniz gibi televizyon ilk 60'li yıllarda çıktı. Şimdi uyduların çoğaldığı bir dönemde yaşıyoruz ve dünya haberleri bir dakikada her yere ulaşıyor. Sorun insanlarda değil, rejimlerdedir. Bu rejimler eski anlayışla varlıklarını sürdürmeye muktedirler mi, yoksa yeni vizyona göre kendilerini değiştirecekler mi? Yeni vizyona ayak uydurmak için değişim şart. Bu da şu anlama geliyor, mevcut koltuk sahipleri yerlerini terk etmek zorunda kalacaklar. İster şeyhlikler olsun, ister prenslikler, krallıklar ve babadan oğla geçen başkanlık yönetimleri olsun, önlerinde iki seçenek var; ya yeni değişime ayak uydurarak koltuklarını bırakacaklar ya da eski anlayışlarında ayak direterek tahtta kalmaya çalışacaklar. İşte bütün sorun buradan kaynaklanıyor. ABD emperyalizmi, halklarıyla çatışmadan çıkarlarını koruyabilecek yeni yönetimlere ihtiyacı olduğunun bilincindedir.
Aynı şekilde halklar da değişti. Örneğin bizim 1948 Filistin yenilgimizde olduğu gibi. Yine Kral Faruk'a yönelik darbe yapıldıktan 4 yıl sonra 1956'da Port Said'e gidip bir Mısırlı ile konuşulduğunda Kral Faruk'un öldüğünden habersiz olduğunu ve onun yaşadığı iddiasında bulunabilirdi. O zaman ki durumla bugünkü durum farklıdır. Halkların bilinci, bilgisi, kültürü ve idraki değişmiştir. Hatta insanların İslami bilgisi ve yaşantısı da değişmiştir. Mesela 70'li yılların Türkiye'sine bir bakın ve bugünkü Türkiye'ye bakın, halkın İslami bilinci 70'li yıllarınkinden daha ileridir. Her rejimin halkın bilincini idrak etmesi, gözetmesi gerekir ve işte krizde buradan doğuyor. Amerika, sokakların desteğini alan yeni rejimlerin oluşmasını istiyor. Eskiden rejimler ABD'nin hoşgörüsüyle kıyımlar gerçekleştiriyordu. Şimdi de ABD, bu rejimlerden halklarına biraz özgürlük ve demokrasi vermelerini istiyor ki bu da halkların yönetimlerden talebidir. Böylece Amerika ile halkların talepleri örtüşmüş oldu. Tabi bu taleplerin özünde bir kesişme değil arızi bir kesişmedir, özde değil. Amerika, yeni oluşan rejimlerinin kendi halklarının menfaat, istek ve iradelerini gözetmesine razı olur mu? Tabi ki hayır. Dolayısıyla dayatılan reformlar halkların değil, ABD'nin menfaati içindir. Ben bir insan olarak, ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede ifade özgürlüğünün olmasını isterim. Seyahat özgürlüğünün olmadığı yerde de seyahat özgürlüğü talep ederim. İnsan onurunun çiğnendiği yerde de insan onurunun korunmasını ve yaşlılığımın garantiye alınmasını isterim. Örneğin ben bir Filistinli olarak, İslam ülkelerindeki Filistinli mültecilerin dramatik durumlarının düzeltilmesini ve insanca yaşamalarını isterim. Mesela ABD'li yetkililer Lübnan'a gelip ülkenizdeki Filistinli mültecilerin durumunu düzeltin ve onlara insanca yaşama hakkını verin derse bu benim arzuladığım bir şeydir. Ancak ben bir hak istediğimde benim amacım başkadır, ABD aynı talepte bulunduğunda onun hedefi başkadır.
Hüseyin Gabris: Şeyh Said'in söylediklerine bir şey eklemek istiyorum.
Kudüs: Tabi buyurun.
Hüseyin Gabris: Tarihin geriye doğru işlemesi mümkün değildir. Varlığının ve özünün bilincinde olan bir halk, herhangi bir konuda bir kez harekete geçti mi onu mutlaka başarır. Bugün tüm alanlarda bir uyanışa şahit oluyoruz. Herhangi bir devlette bu ümmetin sıradan bir insanın ülkesindeki zulme sessiz kalması ve rejime boyun eğmesi artık mümkün değildir. Çünkü bu rejimlerin büyük çoğunluğu, halklara düşman olan Amerika'nın yörüngesinde hareket etmektedirler. Yine bu rejimler, iktidarda kalabilmek ve yönetimin tepesinde bulunmak için yardım talep ediyor. Detaylara girmek istemiyorum.
Biz, Müslüman olsun-olmasın tüm halklara şu şekilde bakıyoruz: Zulüm birdir ve herkesi kuşatmıştır ve mazlum halkların durumları biri birine çok benzemektedir. Fakat Müslümanlar inanç olarak ayrışmaktadırlar ve İslam inancı herkesi kuşatmaktadır. İslam her asır ve dönemde tüm nesillerin ihtiyaçlarına cevap verebilir. İslam egemen olmak için gelmiştir ve inşallah şimdi de egemen olacaktır. İslam'ın alternatifi yoktur. Biz tüm mazlum halkları, değişimi talep etmeye ve bu doğrultuda çalışmaya çağırıyoruz. Ancak bunun mantık, karşılıklı anlayış, fikir ve medeni diyalogla olacağı kanısındayız. Çünkü bizim diyalogumuz etkili ve faydalı olacaktır. Yine bizim İslam medeniyetimiz diğer tüm medeniyetlerden daha güçlüdür. Biz inanıyoruz ki, gelecek dönemde çok geçmeden büyük değişikliklere şahit olacağız. Özelliklede demin bahsettiğiniz Büyük Ortadoğu Projesi ve ABD'nin oluşturmak istediği tek tip dünya bağlamında birçok rejimin hızlıca yıkılacağı ve bunların yerine Allah'ın dininin egemen olacağı sistemlerin kurulacağına şahit olacağız inşallah.
İbrahim el-Mısri: Ben ABD'nin demokrasi ve özgürlük istemlerinde samimi olmadığını görüyorum. Çünkü özgürlük ve demokrasi gibi değerler İslam ve Arap dünyasında gerçekleşirse İslami hareketler yol kat edip hakimiyeti ele geçirebilecektir. Bu da ABD'nin istemediği bir şeydir.
İslam alemindeki çoğu hakim sistem yoğun problemler yaşamakta ve köklü reformlara ihtiyaç duymaktadır. Bu bizim ve İslam alemindeki bütün aktif güçlerin görüşüdür. ABD bu şüpheli projesini sunmadan önce İslami akımlar, iç bozulma yaşadığı ve yoldan çıktığı için bu sistemlerle sert bir şekilde yüzleşti.
Fakat şu an ABD'nin ve Arap sistemlerinden istediği sadece Amerikan modelinin yayılması için gereken estetik bir ameliyattır. Hakim sistemlerin yapması gereken, ABD isteklerinden bağımsız olarak kendi içinde siyasi reformları ve toplumda siyasi özgürlüğü gerçekleştirmektir. Bu sistemler gerçek problemle karşı karşıyadır. Çünkü kendi toplumunun desteğini kaybetmiştir. Bundan dolayı da halk onlar için kendini ABD'ye feda etmeyecektir. Çünkü halk bu sistemleri sevmiyor ve onların hükmetmelerini istemiyor.
Kudüs: Sayın Şefik, sizce ABD reform ve demokrasi talebinde samimi mi yoksa bunu bir koz olarak mı kullanıyor?
Münir Şefik: Aslında Amerika düzenlere reform için baskı uygulamıyor ve demokrasi de onun sorunu değil. Rejimlere özgürlük, reform ve demokrasiyi kullanarak baskı yapıyor ve bu şekilde Siyonist İsrail devletinin gerilemesini durdurmak istiyor. Amerika reformu önemsemiyor. Bunlar çok büyük yalanlar. Hürriyetler onun umurunda değil. Şu anda Amerika bazı Arap düzenleriyle çatışıyor. Fakat bunu göründüğü gibi onlarla reform üzerinde anlaşmadığı için yapmıyor, bilakis onlardan İsrail devletiyle uyum içerisinde olmalarını, onlardan Filistin direnişi intifadayı kınamalarını istiyor. Filistin sorununu ortadan kaldırmalarını, Kudüs'ten vazgeçmelerini, Filistinli mültecilerin geri dönüş haklarından ve Filistin halkı için esas haklardan vazgeçmelerini istiyor. Arap düzenleri bu alanda bir çok meseleden vazgeçmesine rağmen bu yeterli görülmüyor.
Amerika, "Büyük Ortadoğu istiyorum" veya "Demokrasi istiyorum" dediğinde İsrail'in gözetimi altındaki Büyük Ortadoğu'yu kastediyor. İsrail devletini Araplara komuta eden ve güden, Arap bölgelere hükmeden bir güç haline getirmek istiyor. Bu yüzden benim görüşüme göre, aslında düzenler, içte bir reform istediği için ABD baskısı altında değildir. Gerçekten de bu çekiç ile örs arasında kalmaktır. Fakat bu çekiç, Arap düzenlerinden İsrail'e tavizler vermelerini istiyor. Bu yüzden dikkat edin, Arap ülkelerinden İsrail'e yönelik kendisinden istenen tüm tavizleri sunan ülkelerin üzerinde ne reformla alakalı bir baskı, ne de ABD'nin o ülkelere bir saldırısı bulunuyor. Saldırılar sadece Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan ve Filistin Yönetimi'ne odaklanıyor. Esasında reform çalışmaları görüntüsü altındaki bu baskılar, rejimlerin İsrail'e verdikleri tavizleri arttırmaları için uygulanıyor. Eğer söz konusu düzenler, İsrail için istenilen tavizleri sunarlarsa Amerika her yönüyle bu ülkeleri destekleyecektir ve ne diktatörlüklerini ne de başka bir şeylerini önemseyecektir.
Kudüs: Bu bağlamda Irak'taki duruma bakacak olursak; Amerika'nın Irak'taki işgali şu günlerde askeri merhaleden siyasi merhaleye dönüşüyor. ABD, Iraklılara demokratik bir yönetim kurduğunu iddia ediyor. Bununla birlikte cinayetler devam ediyor, hatta savaş şiddetleniyor. Irak'taki yeni yönetim gerçeği nedir ve Irak'taki direniş önümüzdeki dönemde bitecek midir?
Müsaadenizle bu tura Hüseyin Gabris ile devam edelim.
Hüseyin Gabris: Teşekkürler. Çok önemli bir noktaya değindiniz. Biz, Amerikalıların dediğine kesinlikle inanmıyoruz. Bu daha önce böyleydi, şimdi ve gelecekte de böyle olacaktır. Çünkü Amerikalı yöneticiler, zalim ve zorbadırlar. Kendilerinin belli amaç ve hedefleri var ancak bunu bir dizi yalan ve hikaye yumağıyla örtmeye çalışıyor ve insanların da buna kanacağını sanıyorlar. Biz ABD'nin Irak'a girmeden önce öne sürdüğü iddiaları biliyoruz, şimdi ABD yönetiminden bazı yetkililer bu iddialardan bir kısmının yalan ve asılsız olduğunu ve Irak'a saldırmaya gerekçe olması için uydurulduğunu itiraf etmeye başladılar. İstihbaratta yanlış ve aldatma bilgilerin ABD yetkililerine iletildiğini söylediler. Ortada gerçek ve doğru bir şey yoktur. Bundan dolayı biz ABD'nin Irak'ta yönetimi tam olarak Iraklılara bırakacağına şüpheyle bakıyoruz. ABD, görünüşte Irak'tan askeri olarak çekilse bile, askeri ve siyasi egemenliğini yönetime getirdiği Iraklılar aracılığıyla sürdürecektir. Bunlar, Iraklılar tarafından seçilmiş değildirler, bugün Irak'a hükmedenler ABD'nin işgal valisince atanmışlardır. Bunlar gayrı meşru yöneticilerdir, çünkü güç ve meşruiyetlerini halktan almıyorlar; demokratik seçimlerle iktidara gelmiş değiller. Kendilerine siyasi iktidarı rableri/efendileri bahşetmiştir, bundan dolayı da rablerine/efendilerine hizmet edecekler, ona şükredecekler ve onu hamd ile tesbih edeceklerdir! Ona sürekli itaat ederek ve bağlılık sunarak boyun eğeceklerdir.
Bu bir boyutuydu, olayın diğer yönüne gelince: Irak'ta başlayan direniş, tüm saptırmalara ve kirletme çabalarına rağmen onurluca devam etmektedir. Bazı hatalar olabilir ancak biz, patlayan bazı bombaların ve arabaların, evlerin basılıp insanların öldürülmesinin, hatta bazı siyasi suikastların ABD tarafından yönlendirilen işbirlikçilerce gerçekleştirildiğine inanıyoruz. Bunlar eski rejimin kalıntıları ya da parayla satın alınmış kişiler olabilir. Bu şaibeli eylemler, Iraklıların geleceklerinden ümit kesmeleri, korku ve güvensizlik içinde bocalamaları ve ABD'nin tek kurtarıcı olarak gösterilmesi için yapılıyor olabilir. Biz ABD'nin söz ve vaatlerine asla güvenmiyoruz. ABD'nin Irak direnişinden daha çok acı çekeceğine ve sadece direnişle ABD'nin Irak'ı zelil olarak terk etmek zorunda kalacağına inanıyoruz. Irak'ta direnen halkımızın elini sıkıyor ve onlara sabredin, birleşin ve Allah'tan sakının diyoruz. İyi bilin ki, her nerede olursa olsun sağlam inanç ve ilkeler üzere şekillenen direniş, başarı ve zaferi elde edecektir. Kısa süre önce Güney Lübnan'da olduğu ve şimdi de Filistin'de gerçekleştiği üzere, yarın da inşallah Irak'ta bunu göreceğiz. Zafer ve üstünlük direnen mazlum ve müstazaf halklarındır. Bozgun, yenilgi ve utanç ise, onurumuza el uzatan işgalci düşmanındır.
Kudüs: Konuyla ilgili sizin görüşlerinizi alabilir miyiz?
Said Kasım: Allah (c.c), Kur'an'ı Kerim'de Sebe Melikesi'nin danışmanlarına şöyle dediğini aktarıyor: "Hükümdarlar bir ülkeye girdiler mi, orayı bozarlar, halkının şereflilerini zelil kılarlar, işte böyle yaparlar." Şüphesiz ki Allah doğru söylemiştir. Bir ülkeyi işgal eden her hükümdar, eski yöneticileri yerinden eder ve onların yerine kendi yandaşlarını getirir. Tıpkı Irak'ta olduğu gibi, ABD kendi yandaşlarını Irak'a getirmiştir. Bunlar ABD'den yardım, eğitim ve destek almışlardır. Gerçekte ABD, Irak yönetiminde köklü bir değişim yapmamıştır. Sadece yönetimdeki barız şahsiyetleri değiştirmiştir ve şimdi yönetimde olanların ABD'ye bağlılıkları daha fazladır. Yine bunlar CIA ve Pentagon'unda çeşitli görevlerde bulunmuş kişilerdir ve ülkelerine ihanet etmişlerdir. Şu an Irak'ta doğrudan işgalden dolaylı işgale geçiş söz konusudur. Ya da onların değişiyle siyasi yönetimin devri. Söz konusu olan sadece mevcut sömürünün şekil değiştirmesidir. Kentlerde ABD, güvenliği sağlayacağına bunu Allavi yapacaktır. ABD ise, petrol kuyularının başını tutmaktadır ve Irak'ın tüm gelirini sömürmektedir.
Irak'taki sömürünün şekil değiştirmesi direnişi etkilemeyecektir. Hatırlarsanız Irak ilk işgal edildiğinde, Iraklıların bir çoğu Saddam'ın zulmünden yıldıkları ve onun şokunu hala üzerlerinden atamadıkları için, ne şekilde olursa olsun bu zulmün gitmesini istiyor ve ABD'nin gelip bu zulmü gidermesine olumlu bakabiliyorlardı. Şimdi gelen gideni aratıyor ve Iraklılar Saddam'a rahmet okuyorlar! Bundan dolayı bence direniş sürecektir. ABD topraklarımızda barınamaz, çünkü yenilmeye mahkumdur ve darbelere dayanıklı olmayan bir düşmandır. Çok güçlü olduğu doğru, ancak sabırlı ve dayanıklı değildir acelecidir. Bunun en büyük delili de Lübnan işgali sırasında gerçekleşen 254 ABD askerinin öldüğü istişhad eylemidir.
İbrahim el-Mısri: Amerika Irak'ı işgal etti ve milyarlarca dolar harcadı, binlerce ölü ve yaralı bıraktı. Bu yüzden hedeflerini gerçekleştirmeden Irak'tan çıkmayacaktır.
Hedefleri ise askeri hedefler değil siyasi, ekonomik ve kültürel hedeflerdir. İşgal güçleri vaat ettiği gibi sivil yönetime devrederse bile, onu Irak halkının iradesini temsil etmeyip kendi benimsediği hükümete verecektir. Buna göre işgal güçleri büyük şehirlerden çekilebilir fakat askeri üslerde toplanıp uzun süre kamplaşacaktır. Bunun anlamı da işgal sürecek ve işgal güçleri kendi kurduğu hükümeti destekleyecektir.
Direnişe gelecek olursak, direniş hiç şüphesiz sürecektir. Çünkü onun varlığı işgalin varlığına bağlıdır. İşgal sona erince bu direniş gerek İslami gerek milliyetçi olsun Irak halkının –ki bu direnişi destekliyor- iradesini temsil eden hakim sisteme dönüşecektir.
Münir Şefik: İlk olarak Irak'ı işgalinden bugüne kadar Amerika'nın Irak'taki tüm siyasetine bakarsak, siyasi ve askeri operasyonları bir dizi başarısızlık ve sarsıntılar içinde. Ve şu an Felluce saldırısı sırasında, Necef, Kerbela ve Kufe'ye saldırısında zirvesine ulaşan başarısız askeri konumundan kendisini kurtarmaya çalışıyor. Amerika askeri olarak çekilmeye mecbur kaldı ve Irak'ta Felluce'deki, Necef'teki, Kerbela'daki, direnişlerin meçhul örgütler değil bir halk direnişi olduğunu açıklamaya mecbur kaldı.
İkinci olarak da Amerika, Irak'ta şekilsel bir hükümet, bir rejim kurarak Irak'taki Amerikan işgal siyasetini hezimetten kurtarmaya çalışıyor. Fakat bunda da yine başarısızlığa uğrayacak. Özellikle Müslüman alimler arasında gerçek bir birlik oluştuğunda ve işgali püskürtmek için konumlarını aldıkları zaman işgali püskürtecekler ve bunu salt silahla değil, vuruşarak ve birleşip sertçe direnerek yapacaklar. Bu kuvvet oluştuğunda Amerikalıları püskürtecekler çünkü şuanda Amerikalılar gerçekten çok zayıflar ve kendilerini bataklıktan kurtarmaya çalışıyorlar. Bu yüzden ABD'nin göstermek istediğine baktığımızda Iraklıları bir yönetime teslim etmek istemesi basit bir aldatmadır ve kendi emrine tabi bir hükümet getirdi. Esas mesele budur. Gerçekte Irak'ta 3 temel mesele var. ABD Irak'ta şimdiye kadar hezimete uğradı. Fakat onun manevra yapabilmesine imkan veren 3 şey var:
1. etken Amerika'yı çıkarmak için bir ittifaka varamadılar. Bütün taraflar Amerika'nın karşısında ama hepsinin genel bir ittifakla birleşip Amerika'yı çıkarıncaya dek caddelere dökülüp Amerika'yla çatışması gerekiyor.
ABD'nin burada kalmasına yardımcı olan 2. etken ise, orada hala Amerika ile işbirliği yapan bazı kuvvetler, mesela meclisteki ortakları gibi ya da bakanlıklarda onunla işbirliği içinde olanlar gibi.
ABD'nin faydalandığı üçüncü etkende direniş örgütlerinin suç içerikli hareketlerde bulunması. Mesela Zerkavi yada benzeri örgütlerin fitne çıkarmasına ve iç savaşa yönelik icraatları ki ben bunları direniş güçleri ya da ABD karşıtı kuvvetler olarak kabul etmiyorum. Ben onların işgali ezmek için haddi aştıklarını düşünüyorum. Çünkü bütün güçleriyle ABD tanklarına yönelik saldırılarda ya da ABD işgaline yönelik saldırılarda bulunmuyorlar, bilakis Iraklılara saldırıyorlar. Ppolislere yönelik, karakollara yönelik saldırılar düzenliyorlar ve bombalar yerleştiriyorlar. Tüm bunlar Aşura'da meydana gelen olaylar gibi tahrip edici, yıkıcı hareketlerdir.
İlk etken gerçekleşir de merciiyet makamındaki Sistani ve tabi ki Mukteda Sadr ile Müslüman Alimler Birliği de birleşir ortak bir konum alırlarsa ABD çekip gidecektir.
Kudüs: Tekrar ana meselemiz olan Filistin sorununa dönecek olursak, Siyonist İsrail bir taraftan Filistin halkına karşı şiddet ve terör politikalarına devam ederken öbür yandan Gazze'den çekilme planından bahsediyor. İsrail'in Gazze'den çekilme sebebi nedir? Ayrıca Şaron, Mısır'ın Gazze'ye müdahil olmasında neyi amaçlıyor?
Said Kasım: Belirttiğiniz gibi Filistin, Müslümanların asıl meselesidir. Namazda yöneldikleri ilk kıbleleri olduğu gibi, aynı şekilde onurlarını tekrar elde etmelerinin hayatta ki kıblesi de Filistin'dir. Filistin'de ki intifada düşmana korku salmaktadır. Gerek birinci intifada olsun gerekse de ikincisi. Laik ve sol ağırlıklı ilk Filistin direnişi ve hatta İran İslam devriminin tümü İsrail'i korkuya düşürmüştür. Filistin'deki işgalci İsrail'in yok olma korkusu vardır ve onlar devletlerinin bir gün yok olacağını biliyorlar.
İsrail'in ilk dışişleri bakanı ve eski başbakanlardan Moşe Şarett'in oğlu Prof. Şimon Şarett 1990'lı yıllarda "Yıkılmaya Yüz Tutmuş İsrail" ismiyle bir kitap yazdı. Bu profesör kitabında şöyle demektedir: "Bizim devletimiz kurulduğu günden itibaren yıkılmaya başlamıştır. Şayet biz 1948 yılında Araplarla birlikte yaşamayı kabullenip barışa yanaşsaydık devletimizin sürekliliğini sağlamış olurduk. Ama ne zamanki Araplarla barış yapmayı ve onlarla beraber yaşamayı reddettik ve1956'da Mısır ile savaşa giriştik işte o zaman devletimiz yok olmaya yüz tuttu. Her ne kadar nükleer silahlara ve askeri üstünlüğe sahip olsak da ülkemiz darbelere dayanıklı bir yapıda değildir. Biz varoluş yolları aramalıyız." Bu görüşü kendisiyle paylaştığını söylediği bir çok akademisyen ve siyasetçinin isimlerini anarak onların değerlendirmelerini de aktarıyor.
Yine 1997-1998 yıllarında 2000'e yakın akademisyen ve strateji uzmanı hazırladıkları bir raporda İsrail için Filistin'e alternatif olacak Avrupa'ya yakın bir ada bulunması önerisinde bulunmuşlardır. Ancak böyle bir çözümün Yahudilere tam güven duygusu vereceğini belirtmişlerdir. Yapılan kamuoyu yoklamasında bu öneriyi Yahudilerin %70'i desteklemiştir. Araştırmaya katılanların %36'sı böyle bir yere hemen taşınabileceğini ifade ederken, %34'ü de gerçekleşmesi durumunda göçe hazır olduğunu beyan etmiştir. Yani işgalci Yahudilerin ezici çoğunluğu kendini Filistin'de kalıcı görmüyor. Kendilerinin laik olarak tanımlayan Yahudilerin büyük kısmı böyle düşünürken, dindar Yahudiler de ellerindeki muharref Tevrat'a bakarak, Filistin'in kuzeyinde Yahudilerin büyük kıyıma uğrayacağını söylüyor, bunun korkusuyla yaşıyorlar ve buna inanıyorlar. İsrail zindanlarında tutsak bulunduğum dönemde dindar Yahudilerle tartıştığımda bunu ifade ediyorlardı. 1979 yılında İmam Humeyni İran'a dönüp İslam devrimini gerçekleştirdiğinde, o zaman yaşamakta olan Moşe Deyan: "Bizi zulüm ve kara kin dolu bir dönem beklemektedir." demişti. Menahem Begin de, "İsrail sonsuza kadar yaşayacaktır." açıklamasını yapmıştı. Bu ifadeler bilinç altlarındaki korkudan kaynaklanmaktadır.
İkinci olarak ta Aksa intifadası başladığında Yahudiler, bu intifadayı Yahudilerin Filistin'deki varlıklarına tehdit olarak algıladılar. Bundan dolayı da intifadaya karşı dünya Yahudilerini yardıma çağırdılar, olanca güçlerini en şiddetli şekilde kullandılar. Bununla birlikte korkularını atamadılar ve Peres'in yerine Buldozer Şaron'u getirdiler ki Şaron kendilerini korusun. Şaron'u getirmelerindeki amaç bizlere üstünlük sağlamak değil, kendilerinin korumaktı. Yahudiler bizimle yenilgi psikolojisiyle savaşıyorlar ve sahip oldukları tüm güçleri yine yenilgi psikolojisiyle kullanmaktadırlar. Bizler ise, tüm zaafımıza rağmen, attığımız taşı kazanma psikolojisiyle atıyoruz.
Sana "Nasıl kazanacağız?" diye soran hiçbir Filistinliye rastlayamazsın, yine "Biz ebediyen var olacağız." diyen bir Yahudi'ye de gerçekte rastlayamazsın. Söylese bile böbürlenmek için bunu söylemiştir. Biz ise gerçek ve yakini bir imanla "Biz kazanacağız" dediğimizde laf olsun diye söylemiyoruz. Biz, "İsrail'i sarsacağız" dediğimizde; Yahudiler, "Evet, bizi kesmeye mi geleceksiniz?" diyorlar. Ancak meselenin aslı bu mudur?
Şimdi Şaron, bu mantalite ile Filistinlilerin direniş ruhunu kırmak için yüz gün süre alsa da, bin gün hatta iki bin günlük bir zaman istese de buna güç yetiremeyecektir. Çünkü direniş ruhu, taş, bilek ve güçlü irade dışında fazla bir külfet istememektedir. Taşlar, bizim çocuklarımızın elinde ve çocuklarımız ise güçlü bileğe ve kuvvetli bir iradeye sahipler. Şaron'un bu çocukları yenmesi mümkün değil.
Bundan dolayı kendilerini korumak için yollar aramaya başladılar, duvar hikayesini keşfettiler ve duvarı inşa ettiler. Gazze ise, eskiden beri denizden başlayıp yine denizde biten yüksek duvarlarla çevrili durumdadır. Yetmişli yıllardan beri duvarlarla kuşattıkları Gazze'yi şimdi de su dolu hendeklerle ikinci kez kuşatmaya başladılar. Tüm bu icraatları savunma psikolojisiyle yapmaktadırlar ve Yahudilere bir nebze olsun güven duygusu aşılamayı amaçlamaktadırlar.
Yine tüm bunlar, yüce Allah'ın "Onlar sizinle toplu olarak savaşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşmak isterler." sözünün tecellisidir. Sanki onların bu duvarları inşa etmesiyle "Ey Müslümanlar! kitabınıza bakın ve imanınızı artırın, geri dönmeyin, ileri atılın." denmek isteniyor. Filistinlilerin topraklara kondurulan tüm Yahudi yerleşim birimleri silahlarla donatılmış ve duvarlarla sağlamlaştırılmıştır. Bu duvarların önünde böbürleniyorlar. Duvarlar bize zarar veriyor, topraklarımızı parça parça bölüyor. Bu parçalarda yaşayan Filistinlilerin tek silahları taşlar olmasına rağmen, bu duvarı kendilerini korumak için yaptıklarını söylüyorlar. Ancak duvarlar onları koruyamayacaktır çünkü Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Onlar kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Allah, onlara ummadıkları yerden geldi, yüreklerine korku saldı." Onlar korkak bir millettir ve onları ne duvarları ne de tankları koruyacaktır.
Bundan dolayı diğer devletlerden yardım istediler. Yahudilerin korktuğu gibi intifadadan korkan işbirlikçi rejimlerden yardım istediler. İntifadanın sürekliliği ve başarısı Arap rejimlerini özellikle de İsrail'le işbirliği yapan ve onu tanıyan rejimleri korkutuyor; halklarına karşı konumlarını zayıflatıyor ve zor duruma sokuyor. Ne İsrail'le yaptıkları işbirliği anlaşmalarını bir kenara atmaya güç yettirebiliyorlar ne de halklarının talepleri karşısına dikilmeye muktedirler. Müslüman halklar, rejimlerine "Git Filistinlilerin yanında İsrail'e karşı savaş!" diyor. Onlar ise, ABD ve İsrail'le yaptıkları anlaşmaları bozarak bunu yapabilecek güçte değiller. Aynı şekilde bu anlaşmaların gereğini ifa ederek halkları karşılarına almaya da cüret edemiyorlar. Bu zor durumdan çıkmaları için intifada ateşinin söndürülmesi gerekiyor.
Kudüs: Mısır'ın Gazze'ye müdahalesiyle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Said Kasım: Mısır güvenlik güçlerinin Gazze'ye girmesi de İntifada ateşinin söndürülmesi çabasının bir sonucudur. Bu, aynı zamanda Mısır rejiminin çıkmazdan kurtulması anlamına da geliyor. Çünkü intifada biterse bu rejimler de rahat bir nefes alacaklardır. Bir kabus söz konusudur, İslam aleminin herhangi bir yerinde Müslüman birey Filistin'deki olaylarla ilgili televizyonda izlediği görüntüden büyük sıkıntı duymaktadır. Aynı şekilde İslam dünyasındaki rejimler de sıkıntı içindedirler. İntifadanın bitmesi ile İsrail gibi tüm bu rejimler de rahatlayacak ve kendilerini güvende hissedeceklerdir. Konu güvenlik açısından böyledir ancak siyasi olarak durum dünkünden farklı değildir. Şaron, İsrail ile Filistin Özerk Yönetimi arasında Mısır'ın siyasi arabulucu rolünü kabul etmeyeceğini açıklamıştı.
Güvenlik birimlerinde ABD ve Mısır'a yakın olan kişileri artırmak ve etkinleştirmek istiyorlar. 1993 Oslo anlaşmasına dönecek olursak, güvenlik birimleri oluşturulurken subayların atanmasında İsrail, ABD, Mısır ve Ürdün istihbaratından müteşekkil dörtlü komisyonun onayı gerekiyordu. Bu dörtlü komisyon, dini bütün ve vatansever hiçbir subaya onay vermedi. Sadece ileride kendileriyle işbirliği yapabilecek Muhammed Dahlan gibilere onay verdiler. Mısırlıların Gazze'ye girmesiyle bunların rolü ve etkinliği artacaktır ama inşallah bu gerçekleşmeyecektir.
Kudüs: Teşekkürler. Bu konuda sizin görüşleriniz neler sayın Hüseyin Gabris?
Hüseyin Gabris: Konunun imani ve siyasi olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Şeyh Said, inanç yönünü çok güzel şekilde ifadelendirdi.
Müslüman, Hıristiyan herkes ırkçı Siyonist devletin kesinkes yıkılacağı görüşünde müttefiktir. Bundan dolayı birçok kimse özellikle de Müslüman liderler, Siyonist düşman İsrail'in eninde sonunda tarih sahnesinden silineceğini açıkça dillendiriyorlar. Bunda kimsenin bir kuşkusu yoktur. Hatta bizzat Yahudilerin kendileri bile buna inanmaktadır. Sizlere bunu doğrulayan kısa zaman önce yaşanmış gerçek bir olayı özetle aktarayım: Benim yakın bir arkadaşım İsrail zindanlarında tutsak bulunuyordu. Bu arkadaşım, İsrail-Hizbullah esir takası ile ilgili anlaşma gereği İsrail hapishanelerinden salıverildi. Onun aktardığına göre, salıverilmeden birkaç gün önce İsrailli bir subay yanına gelerek kendisinden bir ricası olduğunu söylüyor. Müslümanların mutlaka bir gün İsrail'i yenecekleri ve Filistin'i geri alacakları korkusunu dile getiriyor ve Yahudilerin bu toprakları terk etmek zorunda kalacağına inandığını ifade ediyor. İşte o gün geldiğinde ondan ailesini Filistin topraklarından güvenli bir şekilde çıkarmasını rica ediyor. İsim, telefon ve adresini Filistinli esire vererek ailesinin güven içinde hayatlarını sürdürmeleri konusunda ona söz vermesini istiyor. Bu subay olayın ciddiyetinin farkında ve kendisi ailesi için eman talep ederken onlarca yıl sonrası için bunu öngörmüyor. Aksine şuandaki adres ve telefonlarını vermesinden de anlaşılacağı üzere bu sonun çok daha erken olacağı korkusunu yaşıyor.
Evet, bu olayın inanç boyutuyla alakalıydı. Siyasi yönüne gelince, Şaron cinayetlerini olabilecek en üst düzeye çıkarmış durumdadır. Geliştirdiği her manevra Filistin direnişi tarafından boşa çıkarılmaktadır. Tüm cinayetler ve yıkımlara rağmen gençler direnmeye devam ediyor. Şaron bir taraftan öldürürken, diğer taraftan ümmet direnişçi yeni çocuklar doğuyor. Durum böyle olduğu müddetçe ne yapabilirler?
Said Kasım: Burada araya girebilir miyim?
Hüseyin Gabris: Tabi buyurun.
Said Kasım: Konuyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Geçen aylarda bildiğiniz gibi Refah katliamı yaşandı ve bu katliamda yaklaşık 40 Filistinli şehid düştü. Refah'taki kuşatma ve katliamın sürdüğü aynı günlerde doğan erkek çocuk sayısı şehid düşenlerle aynıydı.
Hüseyin Gabris: Evet, bu anlattığınız gerçekten olmuştur. Bundan dolayı onlar, Filistin'deki direniş ve intifada karşısında ciddi bir çıkmazdadırlar. Saldırı, savaş ve karşılaştıkları sorunlar gibi gerçekleri gizleyerek olayı saptırmaya başladılar ve ABD'den onay alarak Gazze'den çekilmeyi ortaya attılar. Öyle ki çekildikten sonra kendi güvenliklerini sağlamak için Mısır'dan bile yardım istediler. Şaron böylece Mısır güçlerinden oluşan bir güvenlik bloğu oluşturmayı amaçlıyor. Şaron sanıyor ki Mısır devreye girerse direnişe ve intifadaya boyun eğdirebilir. Bu olasılık ise çok zayıftır. Biz inanıyoruz ki kazanan taraf sonuçta direnen Filistin olacaktır. Hatta siyasi olarak ta bu böyledir. Şu an Şaron sürekli kan kaybetmekte ve geri adım atmaktadır. Tıpkı kendinden öncekilerin geri adım atarak Güney Lübnan'dan zelil ve hakir bir şekilde çekildikleri gibi. Şimdi de Filistin direnişinin ağır darbeleriyle İsrail, önce Gazze'den sonraki merhalelerde de işgal altındaki diğer bölgelerden çekilmeye mecbur kalacaktır inşallah.
İbrahim el-Mısri: Savaş suçlusu Şaron Gazze'den çekilip oradaki yerleşim birimlerini boşaltmak istiyor. Çünkü orası mücahitlerle dolu olduğu için İsrail daha uzun bir süre devam edemeyecektir. Bundan dolayı yok etme siyasetini uygulamaktadır. Evleri yıkarak, bitkileri yok ederek ve mücahitleri öldürerek girmiştir. Ve bu da vahşi bir saldırıdır. Buradan yola çıkarak başta Şeyh Ahmet Yasin ve Dr. Abdülaziz Rantisi olmak üzere halka mal olmuş bir çok lidere suikast düzenlemiştir.
İsrail Mısır'dan kendisi için Gazze'yi kontrol etmesini istiyor. Bu bizim ne Mısır'ın ne Ürdün'ün ne de herhangi bir Arap devletinin yapmasını istediğimiz bir şeydir. Mısır'dan beklentimiz Filistin halkına işgalden kurtulması için ve özgürce ülkelerini kurması için yardım etmesidir ki; mücahitler de öyle bir ülkede özgürlük mücadelelerine devam edebilsinler.
Münir Şefik: Öncelikle Şaron hükümete geldiğinde ve öncesinde Barak zamanını hatırlayalım. Dört hedefleri vardı; intifada başladığında ve direniş tırmandığında Siyonist ordunun hedefi direnişin ve intifadanın üstesinden gelmek, Filistin halkının devam eden karşı koyuşunu alt etmek ve Filistin Yönetimi'nin yerine yeni bir yönetim getirmekti. Görüşmelerden 30-35 ay sonra askeri bir çözümün olamayacağı belli oldu, her şey başarısızlıkla sonuçlandı. Siyonist ordu, Filistin halkının direniş ve intifadayı seçmesinin önüne geçmesinin mümkün olmadığına, yönetimi de değiştiremeyeceğine inandı. Böylece başarısızlığa uğramış bu stratejiyi değiştirip yeni bir strateji uygulamaya karar verdiler. Bu da Gazze'den çekilmek ve yerleşimcileri geri çekmektir. Hatta başlangıçta Filistin-Mısır sınırındaki yerleşimcilere kadar geri çekmeyi düşünüyordu. Bu plan tehlikeli görünse bile bütün açılardan bakıldığında hezimeti gösterir. Güney Lübnan'da olanlar, Likud partisindeki bölünmeler ve Şaron üzerindeki özellikle ilk geri çekilme planını değiştirmesi için yapılan yoğun baskılar sebebiyle, hatta ABD, AB ve bazı Arap devletleri bu hezimetten korktular. Çünkü bu Filistin halkının ve direnişin zaferi olacak. Artık bu plan merhale merhale bir umuda dönüştü.
Şimdi şunu görüyoruz bu geri çekilmeyi yani Şaron planını merhalelerden oluşan bir plana dönüştürdüler ve Mısırlılardan medet umudular. ABD Mısırlıların olaya dahil olmasını istedi. Aslında İsrail'in ve ABD'nin siyaseti gereğince Mısırlıları olaya dahil etmemeleri gerekir, çünkü onlar her zaman Mısır'ın girmesine karşıydılar ve Mısır'dan kurtulmak istiyorlardı. Tıpkı Bush'un daha önce BM'nin ya da Fransa'nın bir rol oynamasını istememesi gibi; Almanya'nın Rusya'nın ve diğer büyük ülkelerin rolü olmasını istemiyordu. Şu anda onlar bir gerileme sürencindeler.
Bizim yüz yüze olduğumuz tehlike ise, Filistin direniş kuvvetleriyle Mısır devleti arasındaki bir çatışmanın ya da ihtilafın olması. Başlangıçta Filistinliler için Mısır devletinin Gazze'de rol oynamasında bir sakınca yoktu ve biz bütün Müslüman ve Arap güçlerin gelip Filistin halkının yanında yer almalarını istiyoruz. Ancak sorun şu, şu anda Şaron ve ABD, geri çekilme planını merhalelere ayırdıklarından Filistin halkını ve Mısır devletini kandırmaya çakışıyorlar. Eğer birinci basamakta anlaşırlarsa ikinci basamakta hükümet için yeniden hileye baş vuracaklar. Bunun ötesinde Mısır planının yahut Mısır'ın dahil edilmesinin belli bir anlamı yok. Filistinlilerin "Haydi birleşelim ve ateşkes yapalım, barış yapalım ve İsrail ordusunu çıkartalım" demek için bir teminatları yok. Ben bu yüzden inanıyorum ki ABD ve İsrail'in kartları ortaya çıkacak ve Mısır'ın dahil olması planı başarısızlığa uğrayacak. Bunun için Mısır ve Filistinlilerin topun kendi sahalarına atılmamasına, İsrail'in sahasında kalmasına özellikle dikkat etmeleri gerekiyor. Şu an Şaron sıkışmış durumda ve çok fazla sorunları var. Bugün dünyanın önünde ayıpları ortaya çıktı ve bu durumdan kurtulmasına ve topun Filistin-Mısır sahasına gönderilmesine yardım etmememiz gerekir. Ben Filistinlilerin de Mısırlıların da bu meselenin idrakinde olduklarını sanıyorum.
Kudüs: Son olarak şu konuya değinerek programımızı tamamlamış olalım isterseniz. Bildiğiniz gibi bazıları Filistin direnişinin zayıfladığını iddia ediyorlar. Özellikle de Şeyh Ahmed Yasin ve Dr. Rantisi'nin şehid edilmesinin intikamını almakta Filistinli direniş grupları başarısız oldular gibi bir kanaat hakim. Bu konuda sizler neler söylemek istersiniz? Ayrıca Şaron'un suikast politikasındaki ısrarı ile daha önce sözünü ettiğimiz Gazze'den tek taraflı çekilme planı direniş güçlerini köşeye sıkıştırdığını mı gösterir?
Hüseyin Gabris: Şüphesiz Filistin direnişi günbegün güçlenmektedir. Demin ifade ettiğimiz gibi Şaron zor durumdadır ki ordusu üzerindeki baskıları hafifletmek için Mısır'dan yardım istiyor. Sorunuzun ilk bölümüne cevap mahiyetinde şunu belirteyim: Geldiğimiz nokta itibarıyla gayet iyi idrak ediyoruz ki; Şaron ve çevresindeki ırkçı ekip bugün gerçek bir çıkmaz içindedir. İşgalci İsrail'in tüm baskı ve ablukasına rağmen direniş kesinlikle gerilememiştir. Filistin'i gasp eden İsrail'e direnişin vurduğu en acı darbelerden biri, İsrail'in 24 saat boyunca tüm imkan ve personeliyle alarm ve teyakkuz halinde bulunmasına rağmen, her an her yerden saldırı gelecekmiş korkusu yaşaması, önünde hareket eden her şeyin patlayabileceği psikolojisi içinde olmasıdır. Bir çok sefer Filistinli kadın, çocuk ve sivilleri korku psikolojisi içinde hiç yere öldürmüşlerdir. Aldıkları tüm güvenlik tedbirlilerine, tüm baskı politikalarına ve kuşatmaya rağmen ciddi paranoya içindeler.
Direniş asla zayıflamamıştır. İntifadayı sürdüren kardeşlerimiz, Şeyh Ahmed Yasin ile Abdulaziz Rantisi'nin intikamını alacakları sözünü vermişlerdi. Gerek direniş önderlerinin gerekse de diğer şehitlerin öcü alınacaktır. Biz Filistinli direnişçilerin görevlerini hakkıyla yerine getireceklerine inanıyoruz. Şu an ip gerilmiş durumda ve her iki taraf ta ipi çekiyor. Mesele kimin daha önce düşeceği ve kimin diğerinden önce "Ah!" diyeceğidir. Bizim Filistin halkımız sabırlı ve dayanıklıdır.
Tarihin huzurunda tüm içtenliğim ve inancımla şunu ifade etmek istiyorum: Filistinlilerin çektiği ve çekmekte olduğu acıları çeken, neredeyse tüm dünyanın karşılarına dikildiği ve herkesin acılarına seyirci kaldığı başka bir halk daha bu dünyada yoktur. Yine günlük olarak uğradıkları hasar ve kayba rağmen Filistinliler gibi dayanan, direnen, büyük başarılar elde eden ve zafere kadar direnişe devam edeceğiz diyen başka bir toplum olduğunu duymuş değiliz. Böyle bir halkın huzurunda insan, ancak saygı ile selamda durabilir. Çünkü onlar, gerçekten direniş, iman ve cesaret dersi verdiler. Yoksa, 8-10 yaşındaki bir çocuğun küçücük ellerindeki taşlarla, Siyonist ordunun devasa tankları karşına dikilmesi, silahlarla donanmış askerlerin taş atan çocuklar karşısında gerisin geri kaçması neyi ifade ediyor? Şehadet isteyen direnişçi karşısında zıhlı aracı içine gizlenmiş asker ne yapabilir ki?
Son olarak ben, sizin aracılığınızla Filistin'deki kardeşlerimizi selamlıyor ve onları tebrik ediyoruz. Sabahın yakın olduğunu görüyoruz, tanyeri ağaracak ve hürriyet gelecektir; intifadaya kalkanlar ve direnenler Allah'ın izniyle kazanacaktır.
Kudüs: Teşekkürler. Şimdi de konuyla ilgili sizin görüşünüzü alalım.
Said Kasım: Olaya iyi vakıf olmayanlar, misilleme eylemlerinin gerçekleşmediğine bakarak Filistin'deki direnişin zayıflamaya başladığını düşünebilirler. Bunların böyle düşünmesinin nedeni medyanın oluşturduğu olumsuz propagandadır. Medya, bu feda eylemlerini ve direniş operasyonlarını İsrail'in gerçekleştirdiği herhangi bir cinayete misilleme ve cevap olarak yansıtıyor; halbuki cereyan eden olaylar, Siyonist işgale karşı sürdürülen direnişin sadece bir parçasıdır. Böylece insanların zihninde İsrail'in gerçekleştirdiği her vahşete bir cevap verilmesi gerektiği öngörüsü oluştu. Direniş eylemlerinin belli bir cinayete cevap olduğunu iddiası medyamızın ciddi yanlışı ve tehlikeli saptırmasıdır. İşte bu yanlıştan dolayı şimdi de yargılarda hatalar oluşuyor. Direniş zayıflamaya başladı deniyor. Direniş sürekli eylemler gerektirir, direnişçiler buldukları her fırsatta bu eylemleri gerçekleştiriyorlar ancak imkan olmadığında da bu ifa edilemiyor.
Filistin'de gerçekleştirilenler kolay iş değildir. Bir kurşunu bile temin etmek kolay değildir. Ulaşım konusu başlı başına bir sorundur ve kolay değildir. Tüm bu şartlardan dolayı direniş bazen alevlenir bazen de durulur. Kısacası yapılanlar salt misilleme değil, süregelen savaşın birer parçasıdır. Bundan dolayı direniş zayıflamamıştır. Çünkü tüm Filistin halkı azimle direnmektedir ve mevzilerinde sebatla durmaktadırlar. Esasında Şeyh Ahmed Yasin ve Dr. Abdülaziz Rantisi şehit edilmiş olsun-olmasın, direniş eylemlerinin olması zorunludur; çünkü biz zaten bir savaşın içindeyiz. Bizler Filistinliler olarak -ister Filistin'de olsun ister de Filistin dışında- işgale karşı varoluş savaşı vermekteyiz, onlar da bizleri topraklarımızdan çıkarmaya bizleri yok etmeye çalışıyorlar. Bu, onlarla bizim aramızda cereyan eden bir savaştır. Bu şekliyle birileri öldürülsün-öldürülmesin savaşın sürdürülmesi gerekir. Genel olarak baktığımızda Filistin halkı, sabırla ve inançla direnmeye devam ediyor ve umutlarını da yitirmemiştir.
İbrahim el-Mısri: Said Kasım'ın da belirttiği gibi, Filistin direnişi sadece intikam almak için değil, halkın kendi topraklarını, izzet ve özgürlüklerini geri almak için giriştikleri bir savaştır. Bütün dünyanın Filistin'e sırt çevirmesinden, özellikle de Arap dünyasının bu mazlum halkı yalnız bırakmasından sonra Filistinlilerin geçirdiği zor dönemi herkesin göz önünde bulundurması gerekiyor. Özellikle Ayrım Duvarı yapıldıktan sonraki dönemi. Her şeye rağmen Filistin halkı geri çekilmedi ve beyaz bayrak çekmedi. Biz her zaman işgale karşı sürdürülen direnişin nasıl mucizeler yarattığına şahit olduk. Fakat İsrail'in ölçüsüz cinayetleri ve bütün dünyanın buna suskun kalması, Filistin halkının özellikle mücahitlerin yeniden direniş üslubunun ve yöntemlerini gözden geçirmeleri için iyi bir fırsattır. İşgal bitinceye ve Siyonizm projesi Filistin'de başarısızlığa uğrayıncaya kadar direniş ilkesel olarak devam etmelidir.
Kudüs: Sayın Şefik, son olarak, sizce Filistin direnişi gerçekten köşeye sıkışmış durumda mı? Veya şöyle soralım sizce eskiye nazaran Filistin direnişi zayıfladı mı?
Münir Şefik: Hayır. Benim görüşüme göre kesin durum şudur: Şaron'un Gazze'ye ve Refah'a yaptığı peş peşe saldırılar, kibirlenmeler, duvarın inşası, Filistin halkına yönelik İsrail askeri saldırıların sürmesi bütün bunlar iyi bir karşılık vermeyi zorlaştırmadı. Bana göre ne direniş zayıfladı, ne de intifada. Filistin halkının sebatı da zayıflamadı. Bu sebatı Şeyh Ahmed Yasin'in ve Dr. Rantisi'nin şehid edilmeleri ve bunu izleyen katliamlardan sonra da görebiliyorsunuz. Filistinliler şehid oldular, binlerce kişi yaralandı, aynı şeklide Refah saldırısında evleri yıkıldı ama tek bir beyaz bayrak bile açılmadı. Aksine direnişin ve intifadanın devam ettiği görüldü. İsrail ordusunun yenilebileceği inancı arttı. Bu yüzden direnişin zayıfladığını düşünen kimseler, karşılık verilemez olduğunu sanan kimseler yanılmaktalar, çünkü asıl sorun kararlı olup olmamaktır, sadece yaşanan süreç değildir. Direniş, yalnızca teslim bayrağını kaldırdığı zaman hezimete uğramış olur. Direniş çok sert darbeler gördü, şiddetli saldırılara maruz kaldı, ama bu durum direnişi zayıflatmadı; direniş güçlendi, çünkü Filistin halkında direnişi ve intifadayı devam ettirme konusunda kesin bir kararlılık var. Filistin halkı sebatlı duruşunu sürdürüyor. Ayrıca hiç kimse direnişin zayıflamış olduğunu düşünmüyor. Biz Araplarda şöyle bir deyiş vardır: Bir bedevi şöyle söyledi "İntikamımı 20 yıl sonra aldım, işi çabucak bitirdim." Şunu söylemek istiyorum: Önemli olan direnişteki devamlılığın sürmesidir, sebatın devam etmesidir, intifadadaki akarlı tutumdur. Bence geriye giden, güç kaybeden ve sebatı zayıflayan Şaron'dur, tersi değil. Geldiğimiz noktada geri adım atan ve Mısırlılardan yardım dilenen Şaron'dur, direniş değil. Bu güçlerin dengesine ve eşitliğe delalet eder. Esasen İsrail ordusu ile direniş ve intifada arasındaki mücadelenin tabiatını düşündüğünüzde şunu anlarsınız: Bu mücadele direnişin askeri bir zafer kazanması mücadelesi değildir, bu mücadelenin amacı, İsrail ordusunun direnişe ve intifadaya karşı başarısız olmasını sağlamaktır. Bu da gerçekleşmiştir. Şu an mesele sabretmek ve çaba göstermek meselesidir. Bugün Filistinlilerden istenen, saldırılara karşı sabırlı olmalarıdır. Ondan beklenen başka bir şey yoktur. Kararlılığını sürdürmede hataya düşmemesi istenmektedir. O zaman İsrail ordusu sürekli kaybedecektir.
Mesela Türkiye'ye bakınız: İsrail ile Erdoğan hükümeti arasındaki ilişkiler geçen yıl gerçekten çok iyiydi. Ama şimdi Erdoğan hükümeti "devlet terörü"nden söz etmeye başladı. Mücadelenin kaybeden tarafı kim? Bu açıdan bakınca bütün batı kamuoyunda Avrupa kamuoyunda aynı şeyi görürüz. Hepsi İsrail'i eleştiriyor. Hatta Avrupa'da yaşayan Yahudiler bile Şaron'a öfke duyuyorlar ve ona şöyle diyorlar: "Senin işlediğin hatalar yüzünden, biz her gün güç kaybediyoruz. Avrupalılarla aramızdaki ilişkiler bozuluyor."
Kanımca Şaron bozguna uğradı. Şaron'un geri çekilme planını öne almasını bir düşünelim. Niçin bu planı iki sene önce, ya da üç sene öne çekmedi? İşte inşa ettiği duvar, onun arkasında bir deney yapmak istiyor. Niçin daha önce duvar yapmadı? Bu bozguna uğramanın sonucudur. Bu duvara razı olduğumuzu, bu temel problemin çözümü olarak kabul ettiğimizi söylemek istemiyorum.
Kudüs: Gerçekten sizlere çok teşekkür ederiz. Çok yaralı ve verimli bir oturum oldu.
Said Kasım: Son bir şey söylememe izin verin lütfen.
Kudüs: Tabi buyurun.
Said Kasım: Ben, 1970 yılının Mart ayında gerçekleştirdiğimiz bir eylemde yaralanarak tutsak düştüm. Tutsak düştükten iki yıl sonra yani 1972'de İsrail zindanlarında ilk Filistin İslami Cihad teşkilatını kurduk. Evet bu direniş teşkilatını zindanda oluşturduk. Bu teşkilatın kurucularının çoğu müebbet, bir kısmı da 60-70 yıl hapis cezası almış kişilerdi. Mesela ben ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştım. Hapisten çıkmaya, özgürlüğe kavuşmaya yönelik hiçbir umudumuz olmamasına rağmen, Siyonist işgale karşı İslami esaslara dayanan silahlı bir direniş hareketinin varolması gereğine inanıyorduk. Filistin'in özgürlüğe kavuşması gerekiyordu ve bizler zindanlarda dahi olsak bu hedefe ulaşmak için çalışmalıydık. Tıpkı Firavun'un sarayında onun verdiklerini yiyip içen Musa gibi İsraillilerin verdiklerini yiyip içiyorduk. Tabi Musa gibi da olmamız gerekiyordu. Allah'ın gözetiminde kendimizi yetiştiriyorduk. Bu sadece bende oluşan bir mantık değildi, aynı zamanda tüm Filistinli gençlerin içinde olduğu psikolojidir. Oğlum 8 yaşında olmasına rağmen bir gün şehit olacağını düşlüyor ve bu bilinçle büyüyor.
Ben zaman zaman çocuklarımı alıp Filistin sınırına gidiyor ve onlara uzaktan görünen köyümüzü göstererek, "Bakın buralar bizim topraklarımızdır. Siyonistler dışarıdan gelip bizi kovdular ve ülkemizi işgal ettiler. Filistin'i özgürleştirmek için direnmeliyiz." diyorum.
Çevirenler: Rumeysa Zeynep Küçükağa, Ahmet Seyyidoğlu ve Mustafa Amedi