Tarih samimi olmayanların davranışlarını dönüp büyük bir şiddetle yüzlerine vurmak gibi bir alışkanlığa sahiptir. İsrail’in 27 Kasım’da başlayan ve binlerce Filistinlinin şehadetiyle sonuçlanan Gazze’deki soğukkanlı cinayetleri, Siyonistlerin alçakça işlediği ilk suç değildi. Onlarınki, talihsiz Filistinlilere karşı sürekli tekrarlanan soykırımlar tarihidir: Deir Yasin’den (1948) Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına (Eylül 1982), Cenin’deki katliamdan (Nisan 2002) Beyt Hanun mülteci kampındakine (Mart 2008). Bunların arasındaki iki intifada boyunca da -Ekim 1987 ile Eylül 1993 ve Eylül 2000 ile Haziran 2005 arası- Siyonist cinayetler yine açıkça işlenmeye devam etti. Şimdi bizler Siyonist İsrail’in HAMAS’ın Ocak 2006’da seçimi kazanmasıyla başlayan ve 2 yıl süren Gazze kuşatmasına ve son vahşi saldırısına tanık oluyoruz.
Siyonist vahşet iyice anlaşıldığı halde, Arap rejimlerinin gerçek yüzü bundan daha az biliniyor. 1400 yıl önce Mekke’deki Arap müşriklerin Allah’ın soylu elçisine (s) yaptıklarıyla, bugün Ortadoğu’daki Arap yöneticilerin HAMAS ve Filistinlilere davranışları arasında çarpıcı paralellikler var. Bilhassa, İsrail’in Gazze kuşatması ve saldırıları nübüvvetin yedinci ila onuncu yıllarında Ebu Talib mahallesindeki kuşatmayla birçok benzerlikler taşıyor. O zaman da şimdiki gibi, kişisel çıkarlar ahlaki, sosyal ve hatta ailevî bağların yerini almıştı. Peygamber (s) ile akrabalıkları bulunanlar -Ebu Leheb ve karısı ümmü Cemil- ona ihanet ederek, tıpkı şimdiki Arap yöneticilerin yaptığı gibi onu terk ettiler. Bugünün Arap yöneticileri biraz daha kötü: Ebu Leheb ve karısı düşmanlıklarını açıkça ifade ediyorlardı ama bugünün Arap yöneticileri Müslüman olduklarını iddia etseler de önemli bir yön haricinde davranışları Müslümanlarınkinden çok müşriklerinkine benziyor. Arap yöneticilerin aksine Mekke’nin müşrikleri korkak değildiler.
Mekke’deki olayları kısaca hatırlayalım: Mekke’nin yöneticileri Peygamber’in (s) amcası Ebu Talib’in onu davasından vazgeçirmek için ikna etmesinden umutlarını kestiklerinde, Peygamber’in mensubu olduğu Haşimoğulları ve onların kuzenleri Abdülmuttaliboğullarına boykot uygulamaya başlamışlardı. Boykot, bu kabilelerin Müslüman olmayan bireylerini de kötü etkilediği halde kavmî dayanışma Peygamber’i terk etmelerini engelliyordu. Sadece Ebu Leheb ve karısı Peygamber’in eviyle sırt sırta bulunan evini terk edip müşriklerin yanına taşındılar. Müşriklerin kuşatmayı kaldırmak için şartları şöyleydi: Ya Ebu Talib, Peygamber’i korumayı bırakmalıydı ya da o İslam davasından vazgeçmeliydi! Boykot anlaşması yazıya döküldü, Mekke’nin önde gelenleri tarafından imzalandı ve Kâbe’nin içerisine asıldı. Kuşatma yaklaşık 3 yıl sürdü ve kuşatma altındakilerin bazılarının bir grup akrabasının emriyle sona erdi. Kuşatmanın kaldırılması emrini verenlerden en önemlileri Hişam bin Amr (Amir Kabilesi), Ebu el-Bahtari bin Hişam ve Zam’eh bin el-Esved (Beni Esved Kabilesi), Züheyr bin Ebi Ümeyye (Mahzum Kabilesi) ve Mutim bin Adiy (Adiy Kabilesi) idi.
Herhangi bir kimse Ebu Leheb’in günümüz modern dünyasındaki eşdeğerini hemen tanımlayabilir: Mahmud Abbas ve onun sözde “Filistin Yönetimi”. Onun Siyonistler ile işbirliği içinde HAMAS ve Filistin halkına karşı yaptıkları Ebu Leheb’in Allah’ın soylu peygamberine (s) yaptıklarıyla aynı düzeydedir. Ama Mahmud Abbas bu şerefi tek başına hak etmiş değildir. Ortadoğu’daki Arap yöneticiler, bilhassa da Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün yöneticileri, onunla aynı kategoriyi paylaşmaktadır. Bu basit bir iddia değil, zira kendi sözleri ve davranışları kendilerini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde ele veriyor.
İsrail’in Gazze saldırıları başlamadan 10 gün önce, Mısır istihbarat şefi Ömer Süleyman, kendisini ziyaret eden İsrail Başbakanı’nın Savunma Danışmanı emekli general Amos Gilad’a diyordu ki, Mısır HAMAS’ın küçüldüğünü görmek ister, buna Şam’daki varlığı da dahil. Dahası, Kahire sadece Gazze’ye bir saldırı düzenlenmesinden ve HAMAS’ın bitirilmesinden bahsetmiyordu. İsrail ilk 15 dakikasında 300’den fazla Filistinlinin şehit olduğu hava saldırısını başlatmadan bir gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Kahire’de Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek tarafından kucaklamalar ve öpücükler ile karşılanıyordu. İsrail saldırılarının gerçek yüzü netleşmeye başladıktan sonra bile, 5 Ocak tarihli Ha’aretz gazetesinin haberine göre Mübarek, Avrupa Birliği’nin dışişleri bakanlarından oluşan bir delegasyona diyordu ki, “HAMAS’ın kazanmasına izin verilmemeli!” Mısır halkının kuşatma altındaki Filistinlilere yardım gönderilebilmesi için Refah sınır kapısının derhal açılmasını isteyen gösterilerine karşı Mısır yetkililerinin cevabı BM, ABD, Rusya ve AB’nin kendilerini buna zorladığı şeklindeydi. Mısırlı yöneticiler acınacak bir halde kendi sınırları konusunda bile özgürce karar veremediklerini itiraf ediyorlardı. Onun yerine insanlara İsrail’in kendi sınırlarını açmasını istemelerini tavsiye ediyorlardı!
Diğer Arap yöneticiler de acı çeken Filistinlileri ihmal etmekte aynı derecede suçludurlar. 31 Aralık’ta Kahire’de yapılan Arap Birliği toplantısında, Suudi Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal boş bir mazeret öne sürdü: “Filistinliler tek bir lider etrafında birleşmiş olsalardı, bu soykırım gerçekleşmeyecekti.” Sonra vaaz vermeye devam etti: “Siz birbirinize merhamet göstermedikçe, Arap kardeşleriniz size gerçek bir yardım eli uzatamaz.” Bu tam bir samimiyetsizlikti: Filistinliler arasındaki ayrılığın oluşmasının doğrudan sorumlusu Suudilerdir. Suudi rejimi ve onun haber alma teşkilatı kraliyetin zenginliğini Filistin halkının acılarını hafifletmeye çalışmak yerine, rüşvetçi “Filistin Yönetimi”ni HAMAS’a karşı desteklemeye harcamışlardır. Bu sözde “yönetim” Filistinliler tarafından reddedilmiştir ama ABD ve İsrail tarafından desteklenmesi nedeniyle Suudiler de, tek hedefi -Filistin’e gelen yardım paralarını iç etmenin yanında- İsrail’in sözcülüğünü yapan bu kukla yönetimi desteklemektedir.
Suud el-Faysal tarafından öne sürülen mazeret, yine de Mekkeli müşriklerin davranışından daha beterdir. Hişam bin Amr, Ebu el-Bahtari bin Hişam ve Zuheyr bin Ebi Ümeyye boykot sırasında Peygamber’e (s) ve onunla birlikte Ebu Talib mahallesinde bulunanlara, örneğin, Benî Haşim içindeki bölünmeler nedeniyle yardım edemeyeceklerini falan öne sürmemişlerdi. Neticede, Ebu Leheb sınırı aşmış ve açıkça müşrikler tarafında saf tutmuştu. Bazı müşrikler Peygamber (s) ve akrabalarına yapılanın adaletsiz olduğunu görebiliyordu. Bunu sonlandırmak için aile büyüklerine karşı koymaya karar verdiler. Peygamber (s) zamanının müşrikleri bile bugünkü “Müslüman” Arap idarecilerden daha adaletli ve onurlu görünüyordu!
Hatta bugün bile herhangi bir kimse, aynı eğilimdeki gayri müslimlerin Ortadoğu’daki Arap yöneticilerden daha ileri bir konumda olduğu sonucuna varabilir. BM Filistin İnsan Hakları Raportörü ve Princeton Üniversitesi’nde uluslararası hukuk uzmanı Prof. Richard Falk, İsrail’in şimdiki saldırısından önceki Gazze kuşatmasını şu sözlerle tanımlıyordu: “Filistinlilere yapılanları, suç kabul edilmiş Nazi kayıtlarındaki toplu vahşetlerle ilişkilendirmek, sorumsuz bir abartı değil midir? Ben öyle düşünmüyorum. Gazze’deki son gelişmeler bilhassa rahatsız edici; çünkü onlar, İsrail ve müttefikleri tarafından tasarlanmış olan, tüm bir insan topluluğunun yaşamını tehlikeye sokan son derece acımasız koşullara maruz bırakma niyetini güçlü bir şekilde dile getirmiş oldular.” Şu noktaya dikkat edilmesi gerekir ki Prof. Falk bir Yahudidir ama İsrail cinayetleri hakkında açık açık konuşmaya hazır. İsrail saldırısı başladıktan sonra, 27 Kasım’da Prof. Falk şu açıklamayı yaptı: “Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail hava saldırıları, Cenova sözleşmesinde tanımlanan güç kullanımıyla ilgili sınırlamalar ve uluslararası savaş hukuku kurallarına istinaden insan haklarını aşırı şekilde ihlal etmektedir.” BM Genel Meclis Başkanı Miguel D’Escoto Brockmann, İsrail’in gaddarca saldırılarını kınamakla kalmayıp, İsrail’e 80’lerin ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’ne uygulanan yaptırımların uygulanmasını talep ediyordu. Arap rejimleri kendi ülkelerindeki İsrailli diplomatları sınır dışı etmeyi reddederken, Venezüella Başkanı Hugo Chavez, Siyonistlere eşyalarını toplayıp Karakas'ı uygun adım terk etmelerini emrediyordu. Venezüella ve Bolivya 14 Ocak’ta Siyonist devlet ile ilişkilerini durdurdu. Başkan Evo Morales, İsrail liderlerini savaş suçlusu ilan ederek haklarında dava açtı.
Sadece birkaç Arap hükümeti Filistinlilere ilgi gösterdi: Suriye, Libya ve belirli bir ölçüde Katar. Bunlardan ilk ikisinin Siyonistlerle resmi ilişkileri bulunmazken Katar ve Moritanya gecikmeli olarak 16 Ocak’ta yapılan Arap Birliği toplantısında İsraillilerin Doha’dan sınır dışı edileceğini açıkladı. Mısır ve Ürdün diplomatik ilişkilerin kesilmesine sıcak bakmadıklarını açıklarken Fas, İsrail ile herhangi bir resmi ilişkisi olmadığı halde, ticari ve resmi ilişkilerin kesilmesini reddetti. Libya ve Katar deniz üzerinden Gazze’ye gıda ve ilaç yardımı göndermek istediler ama başarılı olamadılar. Libya’nın yardım gemisi bir Mısır limanına çektirildi; Katar’ınki ise İsrailli dostlarının geminin Gazze’ye girişine izin verilmeyeceğini söylemeleri üzerine hiç yola çıkmadı. İslam dünyasında, sadece İran, Lübnan Hizbullahı ve belirli bir ölçüde Türkiye hükümeti, İsrail cinayetlerine karşı açıklamalar yaparak acil önlem alınmasını talep ettiler.
Müslümanlar için buradan alınacak ders çok açık: Arap rejimleri küfrün ajanlarıdır ve Siyonist devlet etrafına bir koruma kalkanı oluşturmak için İslam topraklarına yerleştirilmişlerdir. İsrail’in ilk başbakanı David Ben Gurion, yaklaşık 60 yıl önce samimi bir edayla Arap rejimlerinin İsrail’in “ilk savunma hattı” olduğunu söylemişti. Onlarca yıldır, bu Arap rejimleri gerçek yüzlerini bir retorik çığı arkasına saklamaktaydılar ama bugün artık tamamıyla ifşa oldular. Sahte görünüşlerindeki ilk çatlaklar Şubat 1979’daki İran İslam İnkılâbı ile oluşmaya başladı. Müslümanların başarılarına sevinecekleri yerde kendi toplumlarındaki devrimci hareketleri kontrol altında tutabilmek maksadıyla İslam Cumhuriyeti’ni zayıflatma politikası gütmeye koyuldular. Bu çatlaklar Lübnan’da Hizbullah’ın, yayılmacı Siyonistlerin karşısında Arap rejimlerinin yapamadığı şekilde dimdik durmasıyla biraz daha genişledi. İsrail’in Temmuz 2006’daki Lübnan saldırılarında, Arap rejimlerinin gerçek yüzü bir kez daha ifşa oldu. İsrail barbarlığını kınayacakları yerde, onlar ve Lübnan içindeki ve dışındaki ajanları Hizbullah’ı kınadılar. Arap sokaklarının buna yanıtı ise çok hızlı ve sert oldu. Arap halkları kendi yöneticilerinin tutumları karşısında şoke oldular: Arapların onurunu (Müslüman olmayanlara göre) savunmak yerine Siyonist saldırganlarla saf tutmuşlardı. Bugün, yüzleri daha da dibe gömüldü. Arap Birliği’ni mi yoksa Körfez İşbirliği Konseyi’ni mi toplantıya çağıracakları konusunda uzun uzun tartıştılar. En sonunda Arap Birliği Doha’da toplandığında pratikte çok fazla bir anlamı da kalmamıştı.
Eğer Müslümanlar Filistin halkını gerçekten desteklemek istiyorlarsa bu kukla rejimlerin yıkılarak İslami rejimlerle değiştirilmesi gerektiği şeklindeki kaçınılmaz sona ulaşmaya çalışmalıdırlar. Daha azı yeterli olmayacaktır. Bu noktadan ödün verilemez. Mısır ve Ürdün’ün Filistin ve Kudüs’ün özgürlüğünde kritik olduğu kadar, Harameyn’i Suud’un kontrol etmesine son verilmesi de kesinlikle zorunludur. Mekke ve Medine’yi yozlaşmış Suud monarşisinin pençesinden kurtarmadan, İslam ümmeti ilerleme kaydedemeyecektir. Harameyn’in yönetiminin müminlerin eline geçmesiyle ümmetin durumu hızlı bir şekilde değişecektir. Suud sarayının Arap yarımadasına yerleştirilmesi sebepsiz yere değildir. Bir asırdan daha da önce İngilizler Harameyn’in önemini fark etmişler; İngilizlerden sonraki süper güç ABD de benzer şekilde bu önemin farkına varmıştır.
Müslümanlar bu gerçeği görecekler mi, yoksa Gazze’deki kıyım eski bir anı oluncaya kadar uyumaya devam mı edecekler? Müslümanların ve İslami hareketin karşı karşıya olduğu soru budur ve aynı zamanda bu, onları bu dünyada ulaşmak zorunda oldukları hedeflerine götürecek araçtır.
Crescent / Şubat 09 / Çev: İ. Emre ÇETİN