Şüphesiz ki 20. yüzyılın en büyük fiili kaybı Filistin idi. İşgalin fiili olarak başlaması bir önceki yüzyıla ait bir gerçeklik olsa bile, nihai darbeler söz konusu yüzyılda vuruldu. Filistin çok hızlı bir şekilde kaybedildi.
Batı; haçlı seferlerinin rövanşını bu kez Siyonistlerin eliyle gerçekleştirerek, ilk hedef olan Kudüs'e tez elden ulaştı. Müslümanlar daha ne olduğunu anlamadan, İsrail günün ağır koşullarının da yardımıyla, bölgenin merkezine yapay bir şekilde oturtuldu. Siyonistler; ümmetin yüreğine habis bir ur, kanserli bir hücre gibi yerleştirildi.
Doğrusu, Müslümanlar o dönemde bu tehlikeyi anlayacak, bir düşünsel birikime, bir anlayış bütünlüğüne de sahip değillerdi. Siyonistlerin devlet kurma yoluyla yerleşik hale gelme hazırlıklarını fark eden, tehlikenin büyüklüğünü gören -çoğu yerli- öngörülü, duyarlı kişi ve çevreler de ya yalnız bırakıldılar; ya da yetersiz donanım sonucu çok kısa sürede saf dışı edildiler.
Filistin, uzun bir dönem, Arap ulusalcıların gözünde kaybedilen bir toprak parçası, zulme uğrayan, fakir ve eğitimsiz insanların yurdu olarak kaldı. Mücadele edenler de bu bakışla yola çıktılar. Buna bağlı olarak da ödün koparmaya yönelik bir siyaset izleyerek, Siyonist yayılmacılığına engel olmaya çalıştılar.
Söz konusu çevreler çoğu zaman dillendirmeseler de, aslında yan yana iki devlet anlayışına yakın duruyorlardı. Eğer Siyonistler/emperyalistler razı olurlarsa, İsrail'i tanımayı, onu evlerinin bir kısmına "Büyük Ağabey" olarak almayı kabul etmiş görünüyorlardı. Tek istedikleri uluslararası emperyalizmin insafa gelmesi ve Filistin'i de İsrail'in yanına küçük kardeş olarak almasıydı.
Aslında dünya Müslümanlarının da bakışı bundan pek farklı değildi. Gösterilen her direncin sonucunda ortaya çıkan dehşet verici tablolar, zulme uğramış insan manzaraları, İsrail'i devleştiren söylemler, bu yaklaşımı güçlendirdi. Başka bir alternatifin olmadığı savını, soruna bakışın merkezine oturttu.
Bu yaklaşım, ilk bakışta yanlış gibi görünmüyordu. Ortada zulme uğramış, hakları ellerinden alınmış, içlerinden bazı bilmezlerin de alet olmasıyla ülkeleri tarumar edilmiş, haneleri başlarına yıkılmış, yurtlarından sürülmüş bir halk vardı. Bu halkın haklarının iade edilmesi, sürgün yaşayanların ülkelerine dönmelerinin sağlanması için mücadele etmek, erdemli, saygı duyulması gereken bir davranıştı. Bu, kim tarafından yapılırsa yapılsın böyle görülmeliydi. Olumlu yönde atılabilecek her adım bir kazanımdı. Yetersiz görülüp de iş daha da zorlaştırılmamalıydı.
Ancak kabul edilmelidir ki; bu yaklaşım eksik ve teslimiyetçi bir yaklaşımdır. Siyonistlerin/emperyalistlerin evrensel hedeflerinin önünü açan bir yaklaşımdır. Bu türden sakat yaklaşımlarla nihai hedefe ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenledir ki; acı her gün bir kat daha büyüyor, sorun gittikçe derinleşiyor ve uluslararası emperyalizm, nihai hedeflerine doğru adım adım ilerliyor.
Sağlıklı bir bakış açısı geliştirebilmek için, öncelikle sorunun kökeni, ana kaynağı tespit edilmelidir. Geliştirilebilecek bakış açılarının sağlıklı olması için; emperyalist hedeflerin iyi tahlil edilmesi gerekmektedir.
Dünyanın her yerinden sürülen Siyonistler için Filistin'in seçilmesinin emperyalist tercihlerle birebir ilişkisi var. Tarihsel neden olan, Siyonistlerin "vaat edilen topraklar" olarak gördükleri bölgeye dönme çabaları, konunun izahı için asla yeterli olamaz. Bu sebep ancak, emperyalist güçlerin işini kolaylaştırmaya yaramış, sinsi planları için bir çalışma zemini oluşturmuştur.
Sorunun birçok boyutu var. En önemlilerinden biri, İsrail'in oraya yerleştirilmesinin aslında İslam'a/Müslümanlara karşı bir intikam sürecinin başlangıcı olması, bir diğeri de emperyalist amaçların modern zamanlara uygun bir şekilde gerçekleşmesinin sağlanmasıdır.
Yahudilik ve Hıristiyanlık için de çok önem ifade eden bölgenin, İslam'ın aziz neferleri tarafından yüzyıllarca, büyük fedakârlıklarla korunması, onu feda etmenin ümmetin topyekûn mağlup olması anlamına geleceğinin bilinmesi, genel olarak bütün Müslümanların bölgeye tarih boyunca böyle bakmaları, tarihin bütün mağluplarının, emperyalistlerin dikkatini buraya yönlendirmiştir.
Çünkü onlar; şanlı komutan Selahaddin'in geçit vermediği topraklara yeniden dönebilmelerinin, Müslümanların yüreğine vurulabilecek en büyük darbelerden biri olacağını anlamışlardı. Diğer taraftan, dünyanın jandarmalığına soyunan güçlerin, kendi konumlarını merkez alarak isimlendirdikleri "Ortadoğu"ya bir üs açmaları, sömürgeci karakterleri için olmazsa olmaz bir ihtiyaç idi. Siyonist emeller ise hiç şüphesiz bu amaç için biçilmiş kaftan durumundaydı.
Dünya genelindeki devrimci sol muhalefet; ABD-İngiliz merkezli emperyalizmin, Ortadoğu'yu İsrail için seçmesinin ana mantığını ya da en azından kendisini ilgilendiren boyutunu zamanında anlayarak muhalif tavrını ortaya koydu. Daha ilk günden itirazlarını/muhalefetini gür bir sesle yükseltti. Yer yer eylemler yaparak, bazen de Filistinli örgütlerle bilfiil çalışarak, hatta savaşarak bu konudaki samimiyetini ortaya koydu.
Müslümanlar arasında da sorun ciddi bir şekilde takip edilmekle beraber, uzun bir dönem konu tek boyutuyla ele alındı. İran'daki İslam devrimiyle birlikte soruna bakıştaki farklılaşma, Filistin İslami Cihad Hareketi ve Hamas'ın ortaya çıkmasıyla yeni bir anlayışa büründü. Bu yeni anlayış sorunu gerçek konumundan tahlil etme imkânı verdiyse de, tepkisel olmayan, ilkelere dayalı bir bakış açısının merkeze oturduğunu söylemek çok zor. Yaşanılan bunca tecrübeye rağmen; bugün bile, Müslüman toplumlarda Filistin sorununa bakış, olması gereken noktada değildir. Hâlâ Filistin'den bahsedilirken, mazlumiyet ve mağduriyet anlatılırken, sadece Siyonist vahşetin boyutlarından yararlanılmaktadır.
Oysaki Filistin sorunu ile Siyonist vahşet birbirinden farklı problemlerdir. Filistin'deki temel sorun Siyonist vahşet değildir. Bizzat Siyonist varlıktır. Söz konusu vahşet bu varlığın sonuçlarından biridir. Şu halde; ekranlarda yıllardır gördüğümüz, akıl almaz vahşet olmasaydı, Siyonistlerin, küçücük bedenlere gösterdikleri barbarlıklarından haberdar olunmasaydı bile, o bölgeye yönelen hassasiyetler aynı olacaktı/aynı olmalıydı. O durumda da Siyonist zihniyet ile sonuna kadar mücadele edilmesi gerekiyordu.
Bu yönüyle Filistin mücadelesi; diğer bütün özgürlük mücadelelerinden farklılık arz ediyor. İlke olarak bütün özgürlük mücadelelerini desteklemesi gereken Müslümanların, Filistin özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda bir adım önde olması gerekir. Çünkü çok iyi bilinmeli ki Filistin sorunu, ümmetin onur sınavıdır. Bu onur sadece kırılan kolların, yurdundan sürülen, bir halkın, yüreği parçalanmış bebeklerin intikamının onuru değildir. Bu onur, aynı zamanda emperyalist Batı'nın Müslümanların yüreğine sapladığı hançeri çıkarabilmenin onurudur. Bu onur; "etrafı Mübarek kılınmış" Mescid-i Aksa'nın, Kudüs'ün, Selahaddin'in, Fethi Şikaki'nin, Şeyh Ahmed Yasin'in, adı-sanı meleklerde kayıtlı binlerce şehidin onurudur.
Bu onur aslında ümmetin yeniden var olma mücadelesinin dönüm noktasıdır. Bütün mazlumların, emperyalizme karşı umudunun yeniden dirilmesinin ifadesidir. Çünkü Filistin'de başarıya ulaşacak olan bir mücadele, dünyanın diğer taraflarındaki direnişler için de bir moral kaynağı, bir sembol olur. Filistin'deki bir hezimet, yeryüzünü zulmün karargâhı durumuna getirir.
Bilinmelidir ki, ne Kudüs'süz bir kurtuluştan ne de esarete alışmış bir Kudüs'ten söz etmek mümkündür. Eğer bir gün Kudüs, herhangi bir şehir gibi özgür olamayacaksa; her yer, her kent, esir Kudüs gibi olacaktır: Mazlum, boynu bükük ve yalnız…