Yedi ay olmuştu orduya katılalı. Ama sanki senelerdir buradaydı. Geçen ay görevli olarak doğduğu, büyüdüğü şehir olan Tanca'ya gittiğinde arkadaşlarının "altı ay ne kadar çabuk geçti" sözlerine nasıl da kızmıştı.
Neler olmamıştı ki son yedi ayda. Fakülteyi bitirince askere gelmişti, daha doğrusu hiç istemediği, benimsemediği halde katılmak zorunda kalmıştı. İlk günler insan mutlak anlamda boyun eğdiren sınırsız itaata şartlandıran eğitim, keyfi uygulamalar ve soğuk sebebiyle çok sıkıntılı günler yaşamıştı. Geçen zaman içinde bazı şeylere alışmıştı galiba.
Alışmak sözcüğü bir an kafasında gitti geldi.
Niye alışmıştıkı?
Neye alışmıştı?
Özgürlüğün yitirilmesi, otoriteye mutlak boyun eğiş, inandığı ideolojiye düşman bir kuruma hizmet; bunlar hiç de hoş olmayan şeylerdi.
"İnsan alışkanlıklarının esiridir" diye düşündü. Bedelini ödemek şartıyla direnmek de mümkündü, direnilmeliydi de. Sonuçta, iktidar sahiplerinin saltanatlarının devam etmesinde gerçeklerden soyutlama ve alışma büyük bir yer tutmaktaydı.
Kendisiyle aynı kaderi paylaşan binlerce insan vardı. Ülkenin dört bir yanına dağılmış dikenli tellerle çevrili alanların içinde kendine has adetleri, uygulamaları, hukuku olan ayrı bir devletti sanki buralar. Günlük hayatın hengâmesinde pek hissedilmeyen, ancak karakollarda, mahkemelerde, polis jopunda hissedilen devlet tam da burasıydı işte.
Fas'ın doğu komşusu olan Cezayir'de İslami mücadele yükseldiğinden beri rejim işi daha sıkı tutmaya çalışıyordu, ayrıca Batı Sahra'nın ayrılıkçıları da ayrı bir problemdi. Bu yüzden asker sayısının belli bir seviyede tutulmasına özen gösteriliyordu. Kral Hasan'ın mutlak hâkimi olduğu Fas rejimi çevresindeki İslami kuşatmanın daraldığını gün be gün daha fazla hissediyor olmalıydı ki, önlem olarak ordudan İslami hassasiyeti olan subaylar bir bir ayıklanıyordu.
Krallık misyonu gereği, İslami kimliğin ortaya konulmasından rahatsızlık duyuyor, bu gibi durumlarda baskı mekanizmasını işletiyordu. Olayın dramatik yanı ise büyük bir risk içermemesine rağmen, kendini gizleyen, kimliğinden korkan ve süreç içinde sinikliği, ürkekliği bir yaşam biçimi haline getirerek izzeti, zillete tercih edenlerin durumuydu galiba. Oysa burada bir kez daha görmüştü ki, sistem ne kadar katı olursa olsun, direnildiği müddetçe yeni mevziler kazanılıyordu.
Bütün bunlara rağmen ordunun garip bir meşruiyeti de vardı. Her şey apaçıktı ama ordu "peygamber ocağı", "ülkenin namusunu bekleyen bir kurum" olarak görülürdü. Peygamberin getirdiği Din'in esaslarından olan namazın yasak olduğu bir "peygamber ocağı (!)". Özellikle yeni katılanlara "namaz kılmanız yasak!" denirdi.
Ordu Fas'ın namusunu bekliyordu beklemesine de, niçin ülkenin kızları belli günlerde getirilip çırılçıplak striptiz yapmak durumunda bırakılıyorlardı.
Bazen öylesine sıkılırdı ki, alayı çepeçevre sarmalayan palmiye ve hurma ağaçlarını yurt edinen kuşların kendisinden daha özgür olduğunu düşünür, kıskanırdı onları. Oysa bir kaç basit düzenlemeyle içinde yaşanılan ortam, daha insani, daha yaşanılabilir, katlanılabilir olabilirdi. Emir-komuta zincirinin şartlandırması, duygularla birlikte beyin hücrelerini de öldürüyordu galiba. Artık daha iyi anlıyordu Kral II. Hasan'ın zindanlarını dolduran müslüman kardeşlerinin durumlarını.
Bölüğü stratejik öneme haiz olmadığı için genellikle rejim muhalifi sayılan Batı Sahralı gençlerden oluşturulmuştu.
Yıllar yılı rejimin bilinçli politikaları sonucunda geri bırakılmış bölge olan Batı Sahra'dan gelenlerin çoğu okuma-yazma bilmeyen, Arapçayı ağır aksak konuşan köylü çocuklardı.
Geçenlerde bunlardan birinin Arapça bilmeyen yaşlı annesiyle telefonda anadilini konuşması nedeniyle onbaşının tekmelerine muhatap olması isyan ettirmişti. Bağırmış, çağırmış, kavga etmiş ama ne çare çocuğun ezikliği, suskunluğu, mazlumluğu hâlâ içini sızlatıyordu. Sorulacak mıydı bütün bunların hesabı bir gün.
Birden sağ tarafından dürtüklendiğini hissetti. Başını dayadığı masadan kaldırdı, gözlerini oğuşturdu: Saat gecenin 3'ti; karşısında nöbetçi subay.
Bütün bunlar bir düş müydü?
Yoksa başka bir ülkede miydi?