Öncelikle Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı “mülteci sorununu” ve nedenlerini kısaca izah etmekte fayda görüyorum. Zira adına mülteci sorunu denilen bu mesele bize ait bir mesele değildir. Normal şartlarda İslam beldelerinde mülteci meselesi diye bir sorunun yaşanmaması gerekiyor. Müslümanların başındaki yöneticiler ve tebaa, İslam beldelerindeki işgalve zulümler sebebiyle ortaya çıkan mülteci meselesini bir sorun haline getirmemelidirler. Ancak yüzyıl önce yaşadığımız anormal durum, İslam topraklarında ortaya çıkan birçok mesele gibi bu meseleyi de Müslümanların karşısına bir sorun olarak çıkardı. Hilafetin kaldırılması, İslam beldelerinin Batılı sömürgeciler tarafından bölünüp parçalanması, topraklarımız üzerinde ulus devletlerin kurulması, cetvelle çizilen ulusal sınırlar ve kardeş olan halkların vatancılık ve milliyetçilik fikirleri ile birbirine düşman edilmesi karşımıza bambaşka bir siyasi durum çıkardı. Öyle ki beldeler İslam beldesi, topraklar fethedilmiş bize ait İslam toprakları, yaşayanlar birbirine kardeş Müslümanlar, coğrafya ümmet coğrafyası ama Halep’ten İstanbul’a gelen Suriyeli ‘mülteci’, Kabil’den Ankara’ya gelen Afgan ‘göçmen’ sayılıyor. Bu mesele Müslümanların topraklarına, sınırlarına, hak ve hukuklarına, birbiri ile olan ilişkilerine yönelik bakıştaki bir problemden kaynaklanıyor. Bu, bir zihniyet sorunudur, ideolojik bir sorundur. İster yöneticiisterse tebaadan bir fert olsun İslami zihniyete sahip bir Müslümanın böyle bir sorunu asla olmaz, olamaz. Çünkü sahip olduğu fikir buna müsaade etmez.
Gelgelim Türkiye’nin bugün böyle bir sorunu var. Müslüman Türkiye halkı ırkçılık üzerinden siyaset yapan bazı faşistlerin yürüttüğü dezenformasyon ve algı çalışmalarına kurban olabiliyor. Esed rejimi, Rusya, İran ve Batılı koalisyon ülkelerinin katliamlarının Suriye’de yoğun şekilde yaşandığı dönemde Türkiye’ye gelen Suriyeli muhacirlere kapılarını açan devlet bugün tüm kapıları kapattı. Daha da ötesi Suriyeli muhacirlerin “onurlu” geri dönüşünü gerçekleştirmek için adım attı. Şimdi bunun uygulanması için kamuoyu yapıp zemin hazırlıyor. Yine yoğun katliamların yaşandığı dönemde Türkiye halkı da Suriyeli muhacirlere sahip çıktı, kucak açtı. Ama bugün geldiğimiz noktada normalde toplum nazarında hiçbir ağırlığı olmayan, bir karşılığı bulunmayan üç beş siyasetçinin yaptığı karapropaganda karşılık bulabiliyor. Sokak röportajlarında ekonomik krizin, toplumsal sorunların ve hatta ahlaksızlıkların dahi faturası Suriyeli mültecilere kesilebiliyor. Bebek hadisesi bunun için bariz bir örnektir.
Şimdi; Ümit Özdağ’ın yaptığı esnaf ziyaretleri, Suriyeli esnaflar ile yaptığı iğreti ve itici diyaloglar, sosyal medyadan servis ettiği yalan ve iftira haberler tek başına bu algının gerçekleşmesi için yeterli olabilir mi? Kesinlikle hayır! Ümit Özdağ’ın kara propagandasına karşı en üst perdeden siyasi bir tepki verilmiş olsaydı, bu algı ve dezenformasyonun önüne geçilebilirdi. Örneğin ulusal medyada bu karapropagandaya karşı bir tavır alınsaydı hem provokatörlerin hareket alanı daralır hem de toplum bu konuda (mültecilere karşı tutum) bambaşka zihniyete sahip olurdu. Ancak böyle yapılmadı, ne AK Parti sözcüsünün basın toplantılarında ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bakanlar kurulu toplantıları sonrası yaptığı açıklamalarda bu konuya esaslı şekilde değinildi. İktidarın bu konudaki politikası ve duruşu ortaya konulmadı. Mesele İçişleri Bakanı Süleyman Soyluve yardımcısı İsmail Çataklı ile Ümit Özdağ arasındaki tartışma ve sosyal medyada karşılıklı yürütülen bel altı bir polemiğe indirgendi. Bu polemik Ümit Özdağ’a ve yaptıklarına daha çok meşruiyet kazandırdı, onu daha popüler kıldı ve daha çok gündemde kalmasına hizmet etti. Bundan cesaret alan Ümit Özdağ provokasyon alanını genişletti. Önce Şeyh Said’e hakaret etti, sonra camide hutbedeki imama çıkışarak Mustafa Kemal Atatürk’e rahmet istedi. Ümit Özdağ’ın bu kadar geniş bir alanda serbest hareket etmesi, örgüt gücü daha fazla olan muhalefet partilerinden çok gündem olması kendisinin ve partisinin gücünden değil karşısında onu susturacak bir basiretli ve iyiniyetli bir zihniyetin bulunmamasından kaynaklanıyor.
Dolayısıyla aslında mülteci meselesinin ırkçı partiler tarafından kaşınması ve bir sorun olarak gündeme getirilmesindeki asıl gerekçe/kaygı ekonomik kriz değildir. Asıl mesele bu mülteci düşmanı parti ve kişilerin zihniyetindeki temel bozukluktur. İktidar ise 2023 seçimlerine giderken mülteci meselesini sırtında bir yük olarak görmeye başladı. Önce Suriyeli mültecilerin onurlu geri dönüşü ile ilgili açıklamalar yapıldı, sonrasında Cumhurbaşkanı’nın Rus lider Putin ile Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklama gündeme düştü. Bu açıklama ilk önce Putin’in Türkiye’den beklentisi olarak dile getirilse de esasen Türkiye tarafında da zaten karşılık bulduğu sonraki açıklamalarda gözler önüne serildi. AKParti içindeki bazı siyasetçilerin yaptığı açıklamalar bunu gösterdi. Dolayısıyla iktidar için mültecilerin geri gönderilmesi meselesi Esed rejimi ile direkt görüşülmesi meselesinden ayrı bir şey değil. Bu konular birbiri ile bağlantılı konular. Eğer Esed rejimi ile görüşmeyi kabul ederse -ki kabul edeceğine dair emareler fazla-Türkiye’nin böyle bir durumda İdlib’deki grupları yolda bırakacağını da kesin olarak söyleyebiliriz. Zira hem Esed rejimi ile görüşüp hemde gruplarla dirsek temasını sürdürmesi mümkün değil. Bu durum Türkiye’nin bir taraftan “İsrail” ile normalleşirken ve Tel Aviv’e büyükelçi atarken diğer taraftan “Filistin, Kudüs ve Gazze’nin haklarını savunmaya devam edeceğiz ve aynı şekilde bu normalleşme mesajlarımızın büyükelçi aracılığıyla doğrudan Tel Aviv’e iletilmesi de önemlidir.” açıklamasını yapmasına benzer. Türkiye’nin aynı anda hem “İsrail” ile hem de Filistin halkı ile dost olamayacağı ne kadar kesin ise hem Esed rejimi ile görüşüp hem de İdlib’deki gruplara ve mazlum Suriye halkına desteğini sürdürmesi de o kadar mümkün değildir.