Suriye meselesi tam 11 yıldır tüm bölgeyle birlikte Türkiye gündeminin de en fazla konuşulan, tartışılan başlığını teşkil ediyor. Gerek Suriye topraklarında yaşanan savaş gerekse Türkiye’ye yansıyan göç ve buna ilaveten sınır güvenliği, terör tehdidi, uluslararası arenada tırmanan gerilimler ve diğer bağlantılı boyutlarıyla siyasette, medyada, akademi dünyasında ve sokakta Suriye tartışılmaya devam ediyor.
Son dönemde bilhassa iktidar çevrelerinden gelen birtakım açıklamalarla konunun ‘Suriye rejimi ile ilişkilerin geleceği’ eksenine taşınması ise dikkat çekici bir durum arz etmekte. Suriye sorununa çözüm adı altında gündemleşen bu tartışma etraflıca ele alınmayı ve farklı cepheleriyle değerlendirilmeyi hak ediyor. Ama evvelemirde konunun gündemleşme biçiminin çarpıklığına ve oturtulduğu yanlış zemine dikkat çekmekte yarar görüyoruz.
Sorunun Kaynağını Çözümün Adresi Gibi Sunmak
Tam 11 yıldır insanlık vicdanını sızlatan, yaralayan, insani hasletlerini yitirmemiş herkesi derinden sarsan bir soruna ilişkin çözüm arayışı içerisine girilmesi elbette doğal bir yaklaşımdır. Bu itibarla konuya dair gerek karar mevkiindeki siyasilerin gerekse sıradan vatandaşların “Bu sorun nasıl çözülecek?” diye sormaları ve kendilerince birtakım çözüm önerilerinde bulunmaları insani ve ahlaki zaviyeden gayet anlaşılabilir bir tutumdur. Hatta yaşananlara vukufiyeti noksan ve meselenin derinliğini kavramaktan aciz birilerinin adeta bir enkazı ortadan kaldırma refleksiyle “bir şekilde çözülsün de” yaklaşımı serdetmeleri de çok şaşırtıcı sayılmaz.
Ne var ki ‘Suriye sorununa çözüm’ arayışının bir şekilde gelip ‘Esed rejimi ile ilişkilerin yeniden tesisi’ konusuna evrilmiş/dönüştürülmüş olması asla kabul edilemez, mazur görülemez. Açıkçası bu şekilde yapılan şey sorunun kaynağını çözümün adresi gibi sunmak demektir ki işte bu tam manasıyla bir açmazdır, vicdansızlıktır.
Türkiye’nin Suriye sorununun yükünü en fazla taşıyan, bedelini en ağır biçimde ödeyen ülke olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bu itibarla Suriye sorununa çözüm arayışının Türkiye’de her zaman etkili bir gündem maddesi teşkil etmesi de doğaldır. Türkiye siyasetinde ve toplumsal yapısında Esed yanlısı güçlü bir damarın başından itibaren varlığının da bu tartışmayı daha hararetli kıldığı açıktır. Mamafih Erdoğan iktidarının bugüne kadar bu meseleyle ilgili olarak takındığı, katliamcı rejime karşı Suriyeli mazlumlardan yana açık tutum gözetildiğinde, son süreçte konunun gündemleşme biçiminin şaşkınlığa yol açmaması mümkün değildir.
Neden Şimdi?
Hiçbir hassasiyet gözetilmeden birtakım sözlerin sarf edildiğine, bazı açıklamaların yapıldığına şahitlik ettik. Bugüne dek sergilenen ilkeli duruş heba edilerek serdedilen sözlerin tartışmaya sebebiyet vermemesi elbette beklenemezdi. Önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından seslendirilen, ardından muhtelif partili isimlerce tekrarlanan, bilahare iktidarın gayrı resmî ortağı Devlet Bahçeli tarafından ifade edilen ve en son olarak da bizzat Erdoğan’ın ağzından dökülen sözlerin “Ne oluyor, nereye gidiliyor?” sorularını sordurtan cinsten bir tutum, en azından bir söylem farklılığına işaret ettiği açıktır.
Şüphesiz bahsi geçen açıklamalara binaen aslında ortada çok da köklü bir söylem farklılığı bulunmadığını ileri sürecekler de çıkabilir. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın epey zaman önce sarf ettiği “iki ülke istihbarat örgütleri arasında görüşmelerin yapıldığı”na dair sözleri Esed rejimiyle temas konusunun yepyeni bir gündem olmadığının delili olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde gerek BM çerçevesinde Cenevre’de süregelen anayasa görüşmeleri gerekse Türkiye’nin Rusya ve İran ile birlikte yürüttüğü Astana süreci ile zaten rejimin bir biçimde muhatap alınmış olduğu da iddia edilebilir.
Aslında iktidarı temsil eden kimi isimlerin zaman zaman bu doğrultuda yaptıkları açıklamalar yeni bir durum oluşturmuyor. Benzeri gelişmeler üzerine hemen her defasında “Neler oluyor, geri adım mı atılıyor?” sorularının sorulduğu ve bu şekilde kamuoyunun Esed rejimiyle münasebetlere hazırlanmaya mı çalışıldığına dair tartışmalar yapıldığı biliniyor. Bu bağlamda çok daha geriye giderek 2016’da başbakanlığı döneminde Binali Yıldırım’ın Esed rejimiyle ilişkilerin düzeltilmesi bağlamında yine o dönemde çokça tartışma yaratan sözler sarf ettiği hatırlatılabilir. Özetle tüm bu çıkışların sıklığı belki çok da yeni bir durumla yüz yüze olunmadığının göstergesi olarak da yorumlanabilir.
Bununla birlikte şimdi dillendirilen sözlerin öncekilerden farklı bir sürece tekabül ettiği görmezden gelinemez. Esed rejiminin Dışişleri Bakanı ile ayaküstü yaptıkları görüşmeyi Mevlüt Çavuşoğlu’nun üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra gündeme getirme ihtiyacı hissetmesi ve sonrasında birbiri peşi sıra sökün eden açıklama ve değerlendirmelerin adeta “şüyuu vukuundan beter” dedirtecek cinsten yeni bir durum meydana getirdiği barizdir.
Çözüm Arayışı: Mesaj mı Gerçek mi?
Konunun gündemleşme ve tartışılmaya açılma biçimi yapılmak istenen şeyin gerçekten ne olduğu hususunda bir müphemliğe, bir kafa karışıklığına yol açıyor. Bu şekilde Esed rejimi ile münasebetler hususunda yeni bir fiilî zeminin inşasına mı çalışıldığı yoksa hedefin sadece bu yönde bir algı oluşturmakla mı sınırlı kaldığına dair net bir görüntü çıkmıyor.
Muhtemelen iktidarın çok yönlü sıkışmışlığı ve bilhassa iktisadi krizin derinleşen maliyeti Putin’in Esed rejimiyle ilişkilerin yeniden tesisine yönelik ısrarları karşısında kendisini daha edilgen bir konuma itiyor olmalı. Diğer taraftan içeride yaklaşan seçimler öncesinde muhalefetin son derece vahşi ve ahlaksız bir tutumla muhacirler üzerinden yürüttüğü yıpratma kampanyasının iktidarı giderek daha fazla bocalattığı ve çözüm adı altında çelişkili politikalara sürüklediği görülebiliyor.
Süreç iki farklı biçimde şekillenebilir. Tutum değişikliği olarak yorumlanan açıklamalar Erdoğan iktidarının Rusya’nın baskılarına karşı dirençli tavrın daha fazla sürdürülemeyeceği ve içeride de muhacirler üzerinden yükseltilen ırkçı dalganın kabartacağı seçim maliyetinin karşılanamayacağı kabulünü yansıtıyor olabilir. Bu durumda giderek daha tavizkâr adımlar gelişecek, bugüne kadar geliştirilen politikalar terk edilecektir. Ama bu tür çıkışlarla, açıklamalarla asıl niyet “Bakın işte biz de uzlaşmak, anlaşmak için elimizden geleni yapıyoruz ama olmuyor, arada çok köklü ihtilaflar mevcut!” mesajı vermekse bu süreç kısa zamanda tıkanacak, anlaşmazlıklar derinleşecek ve başlanılan yere dönülecektir.
Açıkçası ne insani-ahlaki ilkeler zaviyesinden ne de mevcut şartlar bakımından Türkiye’nin Esed rejimini muhatap almasının, bu cani şebekeyle ilişki tesis etmesinin bir anlamı, karşılığı bulunuyor. Ortada koltuğunu korumak uğruna bir halkı adeta soykırımdan geçirmiş, bir ülkeyi harabeye çevirmiş ve halen de işlediği insanlık suçlarına devam eden bir rejim var. İran ve Rusya’nın desteği ve uluslararası kamuoyunun İslamofobik kaygılarla göz yumması neticesinde işlediği inanılmaz suçlara rağmen ayakta kalmış olması bu cani rejim için asla bir meşruiyet kriteri olamaz.
Katliam ve Zulüm Meşruiyet Sağlar mı?
Faraza Naziler II. Dünya Savaşında yenilmemiş olsaydılar, işlediği soykırım suçuna rağmen Hitler meşru bir yönetimin lideri olarak mı görülecekti? Bosna Savaşını hatırlayalım: Rusya o dönemde henüz güçsüz bir pozisyonda olduğundan Sırplara siyasi destek vermekle yetinmiş ve Sırplar ile Boşnaklar arasındaki çatışmaya doğrudan müdahale edememiş, ABD’nin belirlediği Dayton Anlaşması sürecini dışarıdan izlemişti. Peki, varsayalım ki Rusya o dönemde Sırplara doğrudan askerî destek de vererek işgalcilerin arkasında durmuş olsaydı, Karadzicler, Miloşevicler meşru birer lider olarak mı tarih sahnesinde yer alacaklardı?
Hayır! Ne Sırp caniler ne de Esed meşru görülebilir. Ülkesinde reform talebini vahşice bastıran ve ardından iktidarını sağlamlaştırmak için halka iç savaşı dayatan, yüz binlerin ölümünden, milyonların tehcirinden, inanılmaz yoğunlukta işkence, tecavüz, yağma ve katliamdan sorumlu bir canidir Esed. ABD desteğiyle Suriye’nin genişçe bir bölümünü yönetiyor olması nasıl PKK/YPG’ye meşruiyet temin etmiyorsa İran ve Rusya’nın desteğiyle ülkenin bir bölümünde iktidarını sürdürüyor olması da Esed rejimine meşruiyet kazandırmaz.
Türkiye Suriye sorununa ilişkin bugüne kadar net bir ahlaki-insani hat izlemiş, mazlumları korurken zalimlerin düşmanlığını celp etmiştir. Bu tutumun Erdoğan iktidarı için ağır bir bedel ortaya çıkardığı, bu yüzden çok yönlü sıkıntılarla, tepkilerle karşı karşıya kalmayı beraberinde getirdiği tartışma götürmez. Velakin zaten güçlü, değerli, anlamlı siyasetler kısa günün kârı mantığıyla yürütülen değil, uzun çok uzun dönemde ülkeye ve insanlığa değer katan tavırlarla gelişir ve tarihe geçer. Ve tez zamanda elde edilecek hiçbir menfaat uzun dönemde insani-ahlaki değerlerden uzaklaşmanın meydana getireceği değersizleşmeyi, anlamsızlığı, çölleşmeyi telafi etmeye de yetmez.
Esed’i Adres Gösterenler İnsani Değerleri Yok Sayıyorlar!
Türkiye’nin Esed rejimiyle anlaşması, yakınlaşması, işbirliğine gitmesi gerektiği tezini dillendiren çevrelere bakıldığında bunların hiçbirinin insani ve ahlaki bir ölçüden hareketle bu söylemlerde bulunduğunu görmüyoruz. Bunların pek çoğu ulusal çıkarlar, ülke menfaatleri vb. gerekçeleri kirli tezlerine dayanak yapıyorlar. Kuşkusuz ülke ve ulus tapınması içerisindeki bu zevatın gözünde insani, ahlaki değerler ancak ulusal çıkarlarla paralellik arz ettiğinde dikkate alınması gereken değerlerdir.
Öte yandan “Esed rejimiyle anlaşılsın” korosunun önemli bir kesimini ise ideolojik ya da siyasi nedenlerle doğrudan Esed rejimine yakın duran çevreler teşkil ediyor. Kahir ekseriyeti itibariyle sol, Kemalist, Alevi çevreler ve yine İslamilik iddialarını İran’a feda etmiş kimi hainler açıkçası bu adımla Esed canisini muzaffer, Erdoğan’ı ise mağlup ilan etme peşindeler. Esed karşısında Erdoğan’ın bileğinin bükülmesi ihtimaliyle heyecana kapılıyor, sevince gark oluyorlar. Söz konusu kesimlerin İslami hareketlerden yana tutumu ve hassaten de Suriye halkının Baas diktatörlüğüne karşı mücadelesine verdiği destekten ötürü Erdoğan’a büyük bir düşmanlık besledikleri biliniyor.
Ama ne gariptir ki son tartışmalarla birlikte iktidar, üstelik seçimlerin de yaklaştığı bir dönemde azılı düşmanlarını besleyecek bir yanlışa meylediyor. Adeta ellerine kendisine karşı tepe tepe kullanabilecekleri bir silah tutuşturuyor. Ümmet düşmanlığıyla maruf bu çevrelerin bu şekilde sevinmesine, adeta ‘haklı çıktık, kazandık’ psikolojisine girmelerine yol açacak söylemler geliştirmenin iktidar açısından çok açık bir politik basiretsizlik olduğu nasıl görülemiyor, doğrusu anlamak çok zor!
Bu Çürümüş Rejimle İlişkinin Pratik Karşılığı Ne Olacak?
Esed rejimiyle ilişki meselesi ahlaki-insani açıdan olduğu gibi pratik düzlemde de had safhada anlamsızlıkla maluldür. Ne siyasi ne diplomatik ne güvenlik ne de toplumsal zeminde herhangi bir olumluluk doğurması mümkün olan tutarsız bir yönelimdir.
Öncelikle Suriye’de Esed rejiminin bir hükmü yoktur. Suriye’de Rusya’nın, ABD’nin ve Türkiye’nin nüfuz bölgeleri vardır. Ağırlıklı biçimde Rusya’nın ve kısmen de İran’ın kontrolünde varlığını idame ettiren Esed son kertede bağımsız bir aktör değil, bağımlı bir figürandır. Türkiye açısından ise Suriye’deki gelişmeler zaten Rusya, İran ve kısmen de ABD ile karşılıklı müzakereler ile yürütülmektedir. Bu durumda bizzat patronları ile iletişimi, irtibatı mevcutken, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik siyasetini belirlerken, ayrıca kukla ile de ilişki kurmasına hacet yoktur.
PKK/YPG Tehdidine Karşı Esed: Sıtmayı Gösterip Ölüme Razı Etmek
Esed rejimi ile ilişki tesisini savunanlar Türkiye’nin PKK/YPG tehdidine karşı Esed ile işbirliği yapabileceğini, bu şekilde sınır güvenliğini sağlayabileceğini, ayrıca rejimle anlaşarak Türkiye’ye sığınmış milyonlarca Suriyeli göçmenin geri dönüşünün mümkün olacağını ileri sürüyorlar. Bu argümanların tümü temelsizdir, çürüktür.
PKK/YPG Esed rejiminin rakibi ya da düşmanı değil, işbirlikçisidir. Şu anda kontrol ettiği bölgede Esed rejimine rağmen değil, onunla anlaşmalı biçimde palazlanmıştır. Kaldı ki Esed rejiminin gücü hem ABD hem Rusya himayesindeki PKK/YPG’ye tavır almaya, onu belli bir bölgede denetim altında tutmaya da yetmez.
Dolayısıyla Esed ile işbirliği yaparak PKK/YPG’yi zayıflatma, geriletme söylemi boş bir söylemdir. Türkiye bugüne kadar bu örgütle mücadelesinde başarı elde etmiş ve çok geniş bir bölgeden örgütü uzaklaştırmıştır. Gelinen aşamada zaten tümüyle anlamsız bir teklif olan sınırın öte tarafını rejime bırakma söylemi Türkiye için güvenlik değil, bilakis tehdit demektir.
Geri Dönüş Yalanı
Rejimle anlaşmanın muhacirlerin geri dönüşüne imkân sağlayacağı tezi de tümüyle saçmalıktan ibarettir. Bu insanların her şeylerini bırakıp kendisinden kaçtıkları rejime geri dönebilecekleri, o rejimin hâkimiyeti altına tekrar girebilecekleri düşünülebilir mi? Böyle bir şey asla olmayacaktır. Kaldı ki rejimin bu insanları, elinde tuttuğu bölgelere geri kabul edeceğini düşünmek de yersizdir. Neden bunu istesin ki? Bu vahşi rejim bu halkı bilinçli bir şekilde tehcir etmişken ve bu şekilde daha kolay yönetebileceği bir ülke hedefine ulaşmışken gidenlerin dönmesini ister mi? Üstelik de bu senaryo ekonomik kriz ile tam bir iflas durumu yaşanırken, böylesi canavar bir rejimce hiç arzu edilecek bir şey midir?
Esed rejimi ile uzlaşma-anlaşma söylemi muhacirlerin geri dönüşünü sağlamaz bilakis yeni bir göç akınına sebep olabilir. Şöyle ki şu anda Suriye’nin kuzeyinde gerek doğrudan Türkiye’nin yönettiği Afrin, Azez, Bab, Cerablus, Resulayn ve Telabyad gibi bölgeler gerekse Kurtuluş Hükümetinin yönettiği ve Türkiye’nin askerî açıdan koruduğu İdlib bölgesi Esed rejimi ile fiilen çatışma halindedir. Buralarda yaşayan milyonlarca Suriyeli her türlü zorluğa, ödedikleri ağır bedele rağmen özgürlük nimetini tatmışlardır. İzzetli ve özgür yaşama uğruna, her şeylerini terk etmiş, en yakınlarını kaybetmiş, çok büyük zorluklara maruz kalmışlardır.
Bu insanları tekrardan o vahşi rejimin boyunduruğu altında yaşamaya ikna etmek asla mümkün olamaz. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki rejimle anlaşma söylemleri kuvveden fiile dönüştüğü anda milyonlar sınır falan tanımaz, duvarı yıkar ve bir şekilde Türkiye’ye geçer. Yani Esed rejimiyle anlaşarak muhacirleri geri gönderme hayalleri kuranlar, bu söylemleriyle daha büyük bir göç dalgasını tahrik ettiklerini görmelidirler.
Resmen ifade edilmese de Türkiye’nin anlaşma için rejime bazı şartlar ileri süreceği ve Suriyeli göçmenlerin Hama, Humus, Halep gibi şehirlere geri dönüp güven içinde yaşayabilecekleri bir ortamın tesis edilmesini kesin şart olarak dayatacağı dillendiriliyor. Açıkçası bu olmayacak duaya âmin demektir. Eğer doğruysa, bu plan Türkiye’nin bu rejimle anlaşmayı değil, olsa olsa anlaşılamayacağını dünyaya ispat etmeyi hedeflediğini gösterir. Çünkü Esed rejiminin bu tür bir şartı kabul etmesi asla mümkün değildir.
Unutulamasın ki Suriyeli muhacirler sadece Türkiye’ye gelmediler. Komşu devletlerden Ürdün ve Lübnan’a da külliyetli miktarda göç yaşandı. Ürdün devleti Esed’e açık tavır almadı, Lübnan ise doğrudan Hizbu’l-Esed diye de anılan örgütün kontrolü altında. Buna rağmen bu iki ülkeden Suriye’ye kaç kişi döndü, rakamlar ortada değil mi? Lübnan’da en zor şartlarda yaşamalarına, hiçbir yasal statüye sahip olmadıkları gibi barınma, iş, eğitim vb. imkânlar açısından da çok sıkıntı çekmelerine ve üstelik de Hizbullah tehdidine maruz kalmalarına rağmen kimse dönmedi, dönmüyor.
Bu somut gerçeğe rağmen birtakım anlaşmalar, sözler karşılığında Türkiye’den bir şekilde Suriyeli muhacirlerin geri dönmeyi kabul edeceklerini ya da Esed rejiminin onların dönüşlerine razı olacağını düşünmek hayalcilikten başka bir şey değildir. Esed rejimi Türkiye gibi fiilen savaş içinde olduğu bir ülkede yıllardır yaşamış ve dolayısıyla rejimin zulmüne, baskısına, despotizmine karşı çok daha net bir bilinç geliştirmiş bir göçmen topluluğunun geri dönüşüne asla razı olmaz, bunu kendi geleceği için çok yüksek bir güvenlik riski olarak görür. Dolayısıyla rejimle anlaşma söyleminin Türkiye’nin yüz yüze olduğu sorunların halledilmesi bağlamında dile getirilen gerekçelerinin temelsiz olduğu görülmelidir.
Suriyeli Mazlumlara Güven Kaybı Yaşatılmamalıydı!
Suriye meselesinin son günlerde gündemleşme biçimi gerek Suriyeli mazlumların gerekse Türkiye’nin aleyhine olmuştur. Pratik düzlemde değişen bir şey olmamakla birlikte Suriye’de özgürleştirilmiş bölgelerde yaşayan halk arasında Türkiye’nin itibar kaybetmesine neden olmuş, güvensizliği beslemiştir. Nitekim hepsi de Türkiye’nin tam kontrolü altında olan bazı yerleşim bölgelerinde meydana gelen protestolar bu hoşnutsuzluğu açık biçimde yansıtmıştır.
Aynı şekilde Türkiye’de yaşayan milyonlarca Suriyeli muhacir açısından da tablo karamsarlığa sebep olmuş, zaten bir hayli kabartılmış ırkçı azgınlık yüzünden moral bozukluğu yaşayan muhacir kardeşlerimiz arasında daha büyük bir tedirginliğe yol açmıştır. İktidar çevrelerinden son dönemde bu konuyla alakalı dillendirilen sözler ister asli niyetlerin dışavurumu isterse bir taktik savaşının yansımaları olsun son kertede Türkiye’nin duruşuna da mazlum ve muhaliflerin psikolojisine de çok zarar vermiştir.
Esed’li Hiçbir Formül Çözüm Olamaz!
Peki, Suriye’de çözüm ne olmalı, Türkiye geleceğe dair nasıl bir politika izlemeli? Öncelikle Esed’li bir çözüm arayışının yanlış, tutarsız, gayrı ahlaki ve gayrı insani olduğunun altı kalınca çizilmeli. Hiç şüphesiz, asli, kalıcı, istikrar getirecek çözüm zalim rejimin gitmesidir. Bu gerçekleşirse sadece Suriye halkı değil, tüm bölge ve Türkiye de rahatlar, nefes alır. Mamafih mevcut şartlar Esed rejiminin kısa ya da orta vadede gidebileceğine dair bir gösterge sunmuyor. Başta da vurgulandığı şekilde uluslararası konjonktür ve zalimane dayanışma ağı bu vahşi rejimi daha uzun yıllar işbaşında tutacak görünüyor.
Bu durumda makul çözüm şu anki konjonktürün geliştirilerek devam ettirilmesidir. Özgürleştirilmiş bölgelerin birleştirilmesi ve Türkiye’ye daha yoğun biçimde entegrasyonu öncelikle hedeflenebilir. Zaman içinde Suriye’nin bütününe yönelik çözüm programlarına ağırlık verilebilir. Ama şu anda bunun zemini mevcut değildir.
Her şeye rağmen Suriye’nin kuzeyinde insanların özgür ve onurlu bir şekilde yaşayabildikleri bir ortam Türkiye’nin de desteğiyle inşa edilmiştir. Dışarıdan bakıldığında kaotik ve hukuki çerçevede sorunlu gibi görünen bu ortam burada yaşayan insanlar açısından gayet anlamlıdır, tercihe şayandır. Bu bölgelerde yaşayan milyonlarca insan elde ettikleri kazanımı koruma kararlılığına sahiptir. Uluslararası statüko açısından içerdiği belirsizliğe rağmen mevcut durumu korumak Esed rejiminin dâhil edileceği her türden çözüm önerisinden evladır.
Türkiye Suriye’de ardı ardına yaptığı askerî harekâtlarla ciddi manada söz sahibi ülke konumuna gelmiştir. BM ve uluslararası kamuoyunun zalimce bir şekilde sırt döndüğü, sahipsiz bıraktığı Suriyeli mazlumlara destek olmuş, bu bağlamda fiilî manada bir güvenli bölge inşa etmiştir ve bu şekilde etkili bir pozisyon kazanmıştır. Gerek Türkiye’ye sığınmış Suriyeli muhacirler gerekse Türkiye’nin askerî manada etkin olduğu bölgelerde yaşayan halk birlikte düşünüldüğünde Suriye nüfusunun önemli bir kısmının Türkiye’nin himayesinde hayatını sürdürdüğü görülmektedir.
Türkiye, bu gücüne ve söz hakkına dayanarak her ne kadar Cenevre’de BM gözetiminde sürdürülen görüşmeler tıkanmış olsa da uluslararası düzlemde Esed’siz bir çözüm önerisine ağırlık vermeli; kendi güvenliği ve Suriye halkının geleceği için bu talebini seslendirmelidir. Bunun gerçekleşmemesi durumunda Suriye’de kalıcı bir barışın ve istikrarlı bir ortamın tesisinin mümkün olmadığı net biçimde anlaşılmalı ve dünyaya anlatılmalıdır.