Yaşadığımız toplumda anneler babalar ömrü hayatlarında iki şeyi görmeyi çok arzu ederler. Bunlardan biri evlatlarının mürüvveti, diğeri ise oğullarının askerlik görevlerini kazasız belasız tamamlamalarıdır.
Peki ama nedir askerlik görevini bu kadar kutsal, bu kadar onur verici yapan? Elbetteki diğer kutsallardır. Devletin kutsallığı, vatanın kutsallığı, Peygamber ocağının kutsallığı ve daha bilumum kutsallar...
Hayatın tüm zorlukları, geçim derdi, ekmek mücadelesi, para kavgası ve daha bir çok nitelemeye maruz kalan sıkıntılar hengamesi, hangi düzlemde seyrederse seyretsin, bunlarla sözü geçen kutsallar arasında hiçbir bağ kurulamaz. Diğer bir deyişle düzen nasıl işlerse işlesin, ekonomi ne halde olursa olsun, gemisini yürüten kaptanlar hangi limanları işgal ederse etsin, bu kutsallara hiç kimse, hiçbir şey, hiçbir gelişme halel getiremez.
Durum böyle olunca bu kutsallarla çepeçevre kuşatılmış olan insanlar "en büyük askerlerden olmaları dileğiyle evlatlarını davullar ve zurnalar eşliğinde askere yollarlar. Böylece oğulları erkek olacak, olgunlaşacak ve ardından gerçek anlamda hayata atılacaktır.
Bu yolculuk, düzenle tanışmanın ilk adımıdır. Ama vakıayı bu şekilde değerlendirmeniz sizi vatan hainleri ya da kanı bozuklar sınıfına sokabilir. Tıpkı, "temiz toplum sloganı bir hakarettir, çünkü Türk toplumu zaten temizdir" demek yerine, devletin bekası ve vatanın bölünmezliği zırhının ardına gizlenenler ile haksızlık ve zulümler arasında bağ kurmaya çalıştığınızda üzerinize sıçrayacak olan bilumum yaftalar gibi.
Diğer konularda olduğu gibi bu konuda da söz söylemenin çerçevesi kanunlarla belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışında düşünmek ve davranmak, "ezanın susması" ve "vatanın bölünmesi" için faaliyet yapmaktan başka bir şey değildir. Nitekim "ezanın susmaması" için Peygamber ocağına koşanların durumlarıyla ilgili "felaket tellallığı" yapanlar, bu devlet için kurşun atana da yiyene de hakaret etmekte, dolayısıyla 'karşı cephe'de yer almaktadırlar.
Diğer cephede yer alıp, bu "felaket tellalları"na karşı çıkan ve düzeni en iyimser tabirle "takiyye"leriyle ayakta tutanların tarihsel bir tespitleri vardır; "onların gençliğinde ezan susturulmuş, camiler kapatılmıştır; oysa şimdi, 2000'li yıllara doğru ezan, birlik ve beraberliğin gür sedasıdır."
İşte "en büyük asker bizim asker" sloganı, devletin bekası ve ezanın susmaması için, bu pak, temiz toplumun bağrından yükseltilen bir haykırıştır.
Diğer bir versiyonla "Asker en büyüktür". Çünkü, kendilerini düzenin bekası için feda edenlerin "en büyük" olduklarını iddia etmekten başka tutanakları yoktur. Tıpkı düzenin, kendi meşruiyyetini sorgulatmaya sebebiyet veren tüm uygulamalarına rağmen, Fenerbahçe'nin Avrupa Kupalarındaki başarılarına endeksli bir hayat sürenlerin, "en büyük Fener" sloganı atmaktan başka çarelerinin olmaması gibi.
En Büyük Olmak Ne Demektir!
Halk, her ne kadar güveni zaman zaman sarsılsa da, iki şeye sonsuz bir güven duymak istemektedir. Bunlardan biri hayatlarını her şekilde düzenleyen devlet, diğeri ise bu düzene sokulmuş hayatın her zerresine kutsallıklar serpiştiren hocaefendiler sınıfı. Daha açık ifade etmek gerekirse biri, mafya, uyuşturucu kaçakçıları, tröstler ve repocularla ayakta duranlar, diğeri ise tüm bunlara rağmen devletin kutsallığına halel gelmemesi için elinden geleni ardına koymayanlar çetesi. Yani dün ezanı susturanların, bugün o ezan sesiyle ayakta kalmaya çalıştıklarını gizleyenler. Biri, dara düştüğünde holdinglerin çatılarından ezan okunması için kanun bile çıkartabilecek olan, diğeri ise yukarıdaki gerçekleri ifade etmeye çalışanların karşısında aslan, Kocatepe camii'nin altında neonları süsleyip, mini etekli "kızlar"a yılbaşı hediyeleri sattıranlara karşı "hoşgörü üstadı" kesiliveren.
İşte halkın evlatlarına "en büyük olma payesi"ni verenler bunlardır.
Tüm bu maddi-manevi desteğe rağmen, "en büyük asker bizim asker" sloganıyla Güneydoğu'ya gidenlerin, Vietnam sendromu denen psikolojik rahatsızlığa tutulmuş olarak geri dönüşleri bir çelişki gibi görünse de, aslında bir bütünlüğü ifade etmektedir. Bölgeye gidenler, tabii olarak, sadece düşman olarak gördükleri güçle değil, kutsadıkları ve uğrunda savaş verdikleri gücün çelişkileriyle de karşılaşmaktadırlar. Ama düzenin bölgedeki uygulamalarını vicdanlarında meşrulaştırmayı başaramayanlar, rehabilitasyon merkezlerinin müdavimleri durumuna düşmektedirler. Göçlerin, yangınların ve çadırların gölgesindeki gerçekliği tüm çıplaklığıyla gözlemleyenler olsa bile, sonuçta "en büyüklük" mertebesine ulaşanlar, esir düşmek ya da sağ dönmek yerine, ölmeyi tercih edip, devletin bekası ve ezanın susmaması yönünde mücadele verenler olmaktadır. Bu durumu en çarpıcı şekilde devlet büyükleri dile getirmektedirler. Halkın iradesini temsil makamında bulunanlar, vatanı görevlerini yapanların şerefini, onurunu ve haysiyetini düşünmektedirler. Onlar, askerlerin, "ben kimin için, ne adına savaşıyor, neyin mücadelesini veriyorum?" gibi insanı psikolojik bunalıma sürükleyen ve Vietnam sendromu gibi onur kırıcı bir hastalığa tutulmalarına sebebiyet veren soruları sormazdan evvel "şehit" düşmelerini salık vererek, esir düşüp siyasi bir sorun haline gelmelerinden rahatsızlık duyarlar.
Durum böyle olunca, insanın aklına ister istemez şu muzip soru geliyor: Acaba vatan, millet ve Sakarya konularında hevesli olan genç nesillerin, tecrübeli bir ağabeyi konumundaki ülkücü Haluk Kıra'nın "Bu sisteme askerlik yapılmaz" şeklindeki feveranını, genç nesilleri askerlik sonrası Antalya'daki dinlenme tesislerinin getirilerinden mahrum bırakmak için söylenmiş bir söz mü, yoksa Allah(cc)ın kendisine söylettiği, bir vakıanın itirafı olarak mı algılamak gerekir?
Bu düzenin günah bataklığında tecrübelenmiş niceleri bu gerçeğin farkındadırlar ama gevezelik yapmak yerine bataklıktan beslenmeye devam edip, daha da kahramanlaşmayı tercih etmektedirler. Çünkü onlar, düzenin kendilerine yıllar önce biçtiği "en büyüklük payesine hiçbir zaman halel getirmek istemezler.
Düzenin kendi mantık örgüsünde hiçbir çelişki yoktur. Bunu her fırsatta da gözler önüne sermektedir, iş, "en büyük" olmaya aday olanlardadır. Çünkü onlar, annelerinin, teyzelerinin, halalarının, bacılarının İslam'ın simgesi olan başörtüleriyle orduevlerine alınmadıklarını görmekte; komşu oğlu hakkında, müslüman olduğundan dolayı bilgi edinmek ve ordu'dan atmak için evlerini ziyaret eden istihbaratçılarla karşılaşmaktadırlar. Böylelikle onlar, bu gerçeklerden yola çıkarak kendilerini hiç de Vietnam sendromuna düşürmeyecek, tersine Allah(cc)ın rızasını kazanmalarına sebebiyet verecek olan soruları sormaya başladıklarında, gerçek anlamda bir 'üstünlük' payesi almaya hak kazanmış olacaklardır!