Müçtehid İmamların Bu Konudaki Görüşleri
İbn Hazm: "Ümmet emr-i bi'l-marufun gerekliliği hususunda ittifak etmiştir. Uygulamada ise farklı anlayışlar vardır. Mütekaddimun Ehl-i Sünnetin sahabe neslinden ve ondan sonrakilerden bazıları bundan kasdın sadece kalple hoşnutsuzluk gösterme, güç yetirilirse düzeltme olduğu asla elle kılıçla olmadığı görüşündedirler. Ancak Ehl-i Sünnet'ten bu görüşte olanların hepsi bunu, adaletli olmadıkları takdirde benimserler. Şayet adaletliyse ona bir fasık başkaldırırsa adaletli imamla kılıç çekileceği konusunda ihtilafsızdırlar."
El-Cessas: "Yüce Allah kitabının pek çok yerinde bu farizayı pekiştirmiştir. Rasulullah (s) da bu konuyu mütevatir haberlerinde ifade etmiştir. Ümmetin halef ve selefe mensup alim ve fukahasından hiçbiri bunun vacip olduğunu reddetmemiştir. Yalnızca ayak takımı ve hadis ehlinin cahilleri reddetmiştir Çünkü onlar isyankar grupla savaşmayı ve ıslahla iyiliği emredip kötülüğü nehyetmeyi kabul etmezler. Silah taşımaya ve isyankar grupla savaşmaya ihtiyaç duyulduğunda iyiliği emri ve kötülüğü nehyi fitne olarak görürler."
İmamu'l-Harameyn Ebu'l Meali el-Cuveyni: "İsyankar gruba karşı ümmet topluca iyiliği emretmelidir. Tek tek harekete geçilirse iyi insanların kökü kazınabilir. Baskı artar, fitneler harekete geçer."
Cüveyni, İbn Hazm ve Nevevi iyiliği emredip, kötülükten alıkoymanın daha büyük bir kötülüğe ve zarara yol açmamasına karşı ihtiyatlı olma konusunda ittifak halindedirler. (29) Bazı müçtehid imamlar ise "emr-i bil maruf ve nehyi ani'l münker" ilkesini yaşadıkları dönemin siyasi rejimlerini meşrulaştırarak ele almışlardır. Bunlardan sadece Kurtubi'yi, Teymiyye'yi ve İbn Arabi'yi örnek gösterecek olursak;
Kurtubi tefsirinde iyiliği emretmenin devlet yöneticisine ait olduğunu hafif cezaların onun görüşüne göre tespit edileceğini, hapse atmak, sürgüne göndermek gibi işlerin onun içtihadı ile alakalı olduğunu söyler. O bakımdan yönetici her şehre salih, güçlü, güvenilir bir kimseyi tayin eder. O da hadleri uygulamaya koyar. Çünkü Allah: "Onları yeryüzünde iktidara getirdiğimizde namaz kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyarlar..." (22/41) buyurmaktadır.
İbn Teymiye el-Hisbe'sinde şöyle der: "İyiliği emretme, kötülüğü nehyetme şer'i cezaları uygulamaya koymada olmaz; çünkü kötülükten vazgeçmeyen kimse emirin hadleri uygulamasıyla ondan vazgeçer." Fetvalar adlı kitabında da: "Bütün İslami devlet görevlerinden maksat iyiliği emretmek kötülüğü ortadan kaldırmaktır. Bu konuda mesela yüksek savaş komutanlığı, yüksek saltanat vekaleti ve küçük vekalet, güvenlik kuvvetleri komutanlığı, yöneticilik, mali divan velayeti ile hisbe velayeti arasında hiç bir fark yoktur. Bütün bu genel dairelerin diğer kollarında iyiliği emretme kötülükten alıkoyma meşru kılınmıştır. Veliyyu'l-Emr ancak bu görev için tayin edilir. İşte velayeten kasıt budur.
Maliki olan İbn Arabi tefsirinde bu vazifenin dinin esası ve müslümanların halifeliklerinin anlamı olduğunu söyler. (30)
Kur'an-ı Kerim insanların bir çok tutum ve davranışlarını maruf kapsamına alırken marufu insanların genel düşünce çerçevesinde aklın kabul ettiği şey olarak mütalaa ediyor. Şüphesiz burada münkeri ve karşıtı marufu tayin eden ortak bir ölçü vardır. Maruf ve münker karşıt iki durumdurlar. Biri istenen, diğeri istenmeyendir. (31)
Rasul müminlere çok büyük bir kural öğretmiştir. Sorumlulukların yüklenmesinde sosyal sorumluluğun bir kesimini oluşturan " Emr-i Bi'l-Maruf ve Nehy-i Ani'l-Münker" kuralıdır. Bu kural aynı zamanda toplumsal dengenin devamını da garanti altına almaktadır. Yani harici bir kuraldır. Marufu emredenin icabiliği ve münkeri nehyedenin selbiliği ile ferd kişiliğin dışında başkalarına yöneliktir. (32)
Sonuç
Müslümanlar için dış hürriyet vazgeçilmez bir koşuldur. Bu hürriyete bozguncu güçler engel olabilir. Onun için hissiyatın önüne geçen her şey bertaraf olunmalıdır. Müslümanlar varoluşun kurbanı değil, fatihleri olmalıdırlar, Müslümanlar köleleşmemeli, sömürülmemeli, susturulmamalı, baskı altına alınmamalıdırlar, tersine insanlığı bütün zulümlerden kurtaranlar onlar olmalıdırlar. Bahsini ettiğimiz zulümlere örnek olarak sömürgecilerin yerli halkı, zenginlerin fakirleri ve despotların zayıfları ezmesini gösterebiliriz. Aslında bütün bunlar zalimlerin zulümlerinin çeşitli tezahürlerinden ibarettir. Zulüm dış hürriyeti kısıtlar, oysa hürriyet insanların doğuştan haklarıdır.
İslam toplumunun yarı müşrik, yarı mümin bir yapıda olması mümkün değildir. İslami hareket, toplumun yönetimine tevhid kavramını hakim kılmakla mükelleftir. Halkı müslüman olan toplumların İslam üzere kalabilmesi İslami siyasi bir merkezle mümkündür.
Her müslüman İslam'ın bir neferidir ve kendi toplumunun İslam dışı sosyo-kültürel gerçeklerini değiştirmek üzere hayatını vermeye hazır olmalıdır; çünkü müslüman için ibadet de, feragat de, hayat ve ölüm de Allah içindir. Bütün bu değişim ve feragate rağmen ümmet oluşmamışsa, meydana getirilmemişse müslüman toplumların değişim sürecinde pek yol alabileceği düşünülemez. Kur'an ümmet kavramını hem sınırlı, hem de sınırsız anlamlarda ele alır. Kur'ani argümanın ağırlık noktasında ümmetin "toplumda sosyo-politik değişim meydana getiren topluluk" olarak anlaşıldığını görmekteyiz. Musa'nın kavmi içinde hak ve adaletle hükmeden bir ümmet vardı (7/159). Hz. İbrahim'in duasından anlaşıldığı üzere müslümanlar için ümmet arzu edilmeğe değer bir şeydir: "Rabbimiz bizi kendine müslümanlar olarak al ve bizden sana teslim olacak bir ümmet çıkar." (2/128). Ümmetin genel olarak fonksiyonuna gelince Kur'an-ı Kerim onu şöyle ifade eder: "Ve sizden öyle bir ümmet olsun ki hayra çağırsın, iyiliği emretsin, kötülükten sakındırsın." (3/104).
Ümmetin menfaati için münafık ve kafir rejimlere karşı seferber olunmalıdır. Çünkü onlar insanları varoluş ve gelecek kaygısı içerisinde yaşatarak köleleştirirler. Onun için karşı seferberlik güçleri emr-i bil maruf gereği otoriter yönetim, eğitimsizlik, sosyal düzenlemelerin yetersizliği, adaletsizlik, ekonomik farklılık, işsizlik, yoksulluk, kötü beslenme, hastalık vb. ile gelen çarpıklıkları halka açıklamak zorundadırlar. Halka seferberliğin gayesinin müslüman toplumlarda kol gezen dengesizliklere son verecek adaletin tesisine memur kılınacak İslam devletinin tesisinin vazgeçilmezliği'ni anlatılmalıdır. Yeryüzünde bozgunculuk yapan güçlerin susturulması ancak darul adaletin kurulması ile mümkündür.
Demek ki kitlelerin karşı seferberliği ümmetin münafık veya kafir devletle mücadelesini mümkün kılacak olan şeydir. Unutulmamalıdır ki ümmet o tarihsel güçleri püskürterek İslam'dan kaynaklanan haklarını teminat altına alacaktır.
Ümmet İslam tarihinin de gösterdiği gibi seçkinlerin temsil ettiği bozgunculuk yapan güçlere karşı iyiliği emr prensibini genişleterek harekete geçirmelidir. O halde İslam ümmetini yeniden inşa planları İslami hayatın yapı ve kültürlerini de meydana getirmekle yükümlüdür. Böylesi bir İslam'ın hakim olduğu düzen İslam toplumunun gövdesini kanser gibi saran sosyo-politik tavırların kaynağı durumundaki siyasi merkezi doğal olarak ortadan kaldıracaktır. Zaten ümmet İslam toplumunu vahiy doğrultusunda dönüştürme görevini üstlenmiş aktif ve radikal bir topluluktur. Ümmet müslümana "bir ait olma, bir bütünün parçası olma" duygusu verir ve o duygu her türlü yabancılaşmanın panzehiridir. Zira her üye diğer ümmet efradına el uzatır, uyarır, ıslaha çalışır, hakkı ve sabrı tavsiye eder.
Bugün müslüman toplumun karşı karşıya bulunduğu tehdit o toplumun kültürü üzerinde tesirli olan, İslam kültürüne yönelik tehdittir, tesirini kültür yoluyla icra etmektedir. Eğer İslam kültürü tahribe uğrarsa, İslam toplumunun dokusu da yıpranır, erir. Bu nedenle müslümaniann mücadelesi sadece zalim otoritelere karşı değildir. Zulüm siyasi alanda olduğu gibi itikadi konulara da sirayet etmiştir. Sahih İslam'ın kısa sürede kitleleşemernesi onun kolaycı bir yöntemle hareket etmeyip zulmün her türüne karşı tavır almasından kaynaklanmaktadır. Zaten hedef popüler olmak değil, iyiliği yaygınlaştırarak münkere aman vermeyip kulluk vazifemizi yerine getirmektir. Bu zor bir görevdir ve müminlerin (4/104) üzerlerinde başkalarının söz sahibi olmalarına müsaade etmemeleri gerekir. Bu, konuma göre bazen basın yoluyla, bazen eylemlerle, gösterilerle muhalefeti yaygınlaştırma yoluyla bazen de sert yöntemler ile olur. Stratejiyi birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden (103/1-3) müminler belirleyecektir.
İnsanlar arasında adaletle hükmedilmesi için Rabbimiz insanlara Kitabı, mizanı ve demiri indirmiştir. Bunları birbirlerinden bağımsız ele almak İslam'ı yanlış anlamaktır. İslam'ın adaletin mükemmel örneği olduğu gözönünde bulundurulduğunda onun ayakta kalabilmesi ve yaygınlaşabilmesi için demirin (gücün) gerekliliği kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet faydasız, adaleti olmayan güç de zalimanedir. Mantıklı olanı birbirini sınırlar bir şekilde her ikisini de bulundurmaktır.
Eğer mümin ve mümineler bu görevi sadık bir biçimde ifa ederlerse, peygamberin kendi-döneminde tatbik ettiği gibi tarihi değiştirme fonksiyonunu üstlenebileceklerdir, tarihi güçlerin esiri olmayacak onu kendileri belirleyecek ve kendileri şekil vereceklerdir.
"Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu (söz) Allah üzerine bir borçtur. (Allah) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da (müminlere böyle söz vermiştir). Kim Allah'tan daha çok sözünde durabilir. O halde onunla yaptığınız bu alışverişten ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır. (Bu alışverişi yapanlar): Tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, seyahat eden, rüku eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın sınırlarını koruyan insanlardır. O müminleri müjdelel" (9/111-112).
Dipnotlar:
29-- Nevin A. Mustafa, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, İz Yay., s. 286.
30- A. g. e.,s. 122-123.
31- Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, Kültür-Basın Yayın Birliği, s.13-17.
32- Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Yöneliş Yay., s. 239.
33- Suphi es-Salih, İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, Bir Yayıncılık, s. 325.