Emperyalistlerin Maskesi Cezayir'de de Düştü

Yılmaz Çakır

Giriş

Cezayir'de şu günlerde Müslümanım diyen bir kimsenin duyarsız, ilgisiz kalmasının düşünülemeyeceği olaylar yaşanıyor.

Cezayir bugün hak ile batılın, küfür ile İslam'ın asırlardır süren savaşının en yoğun ve şiddetli olarak cereyan ettiği cephemizin adıdır.

“Müslümanların bir vücudun azaları gibi olma” zorunlulukları Türkiye'de ve bütün dünyada yaşayan diğer müslümanların Cezayir'e ilgilerinin odağını oluşturmalıdır.

Konuyla ilgili sağlıklı değerlendirmelerin, tahlillerin yapılabilmesi için de biraz geriye gitmek, bugünü anlamak yorumlayabilmek için, dünü anlamak, en azından dünden yola çıkmak gerekiyor. Bunun için de bir arka plan olarak da değerlendirilebilecek Cezayir tarihini göz önünde bulundurmak gerektiğine inanıyoruz.

Tarih

Cezayir ilk olarak 711 tarihinde Emeviler döneminde İslam topraklarına katıldı. Daha sonra Hariciliğin bölgedeki etkinlikleri neticesinde 740'da Emeviler'in bölgedeki egemenlikleri son buldu. Bundan sonra bölgede birçok Berberi devleti kuruldu. Bunlardan en önemlisi Murabitlar (1054-1130) egemenliklerini İspanya'ya kadar yaydılar.

Cezayir, Osmanlı egemenliği altına da ilk olarak 16. yüzyılın başlarında Barbaros Hayrettin'in çabaları sonucunda girdi ve bu durum, 19. yüzyıla, Fransızlar'ın işgaline kadar sürdü.

Fransa'nın Cezayir'i sömürgeleştirme taktiği birçok yerde yapılan klasik sömürgeleştirme taktiğinden başkası değildi. Şöyle ki; 1830'da Fransa, bölgede Osmanlı yönetimine karşı baş gösteren birtakım rahatsızlıkları değerlendirip Araplara hitap ederek, onları Osmanlı boyunduruğundan(!) kurtarıp kendi ülkelerinin efendisi yapmak için Osmanlı'ya savaş açtığını duyurmuştu. 1830'da savaş neticesinde de Osmanlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak bölgeye girdiler.

Sömürgeciliğe Karşı İstemi Muhalefet: Emir Abdulkadir

Fransızların Cezayir'i 1830'da işgaline en şiddetli tepki 1832'de Emir Abdulkadir Cezairî'nin önderliğinde hareket eden müslümanlardan geldi. Emir Abdulkadir'in başlattığı bu kıyam, Kuzey Afrika müslümanlarını saran sufi geleneğin getirdiği içe kapanıklılığı kırmada, onları siyasallaştırmada önemli roller oynamış, Fransa'ya karşı başlatılan cihad bir daha da durmamıştır. Öyle ki Fransa'nın 1830'da kıyılarına çıktığı ülkenin içerilerine girmesi 40 yıl sürmüştür. Bunda Emir Abdulkadir'in başlattığı ve bıraktığı kıyam ve direniş geleneğinin önemi büyük olmuştur.

1880'lere gelindiğinde artık Cezayir'in Osmanlı egemenliğiyle hiç bir ilgisi kalmamıştı. Fransa'nın ülke halkına 1830'da vaad ettiği Osmanlı'ya karşı savaş sonucunda onları ülkenin gerçek sahipleri yapma vaadiyse unutulmuştu. Artık Osmanlı'ya tebaa olan Cezayir yerine, Fransa'ya köle/sömürge olan Cezayir vardı. Bundan sonra Fransa, bölgede hızlı bir sömürgeleştirme faaliyeti göstererek, yöre halkının emperyalizme karşı mücadele zeminini oluşturan öz değerlerine, dinine ve diline karşı hızlı bir eritme kampanyası başlattı. Ülkenin gerçek sahipleri ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutuldu. Binlerce Fransız, Cezayir'e getirildi. Eğitim ve öğretim Fransızca yapılmaya başlandı. Eğitim-öğretim programlarında Batı'nın efendiliği(!), medeniliği(!), uygarlığı(!) esas alındı.

Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda Cephe-i Necat-ı İslami/İslam Kurtuluş Cephesi (FlS)'ın başarısından neden bu kadar korkulduğu, paniğe düşüldüğü de daha net ortaya çıkmaktadır. Zira bittiği, yok edildiği sanılan İslam dirilmişti.

Sömürgeci Fransa'ya karşı açılan kıyam bayrağı, Emir Abdulkadir'den sonra da değişik aralıklarla ve değişik kişilerce Cezayir'in İslam topraklarında dalgalandırılmıştı. Şeyh Salah İbn Mühenna(1898), Şeyh Abdulkadir el-Mecavi gibi alimler bunlardan bazılarıdır. Adı geçen ıslahatçı alimler öncelikle kafirlerin sömürgeleri altında yaşamayı bir zillet olarak görüp müslüman halkı tembelliğe, bu zilleti kabule sevkeden dönemin tasavvufi akımlarına, onların uyuşturucu sonuçlarına ve Fransız yönetimine karşı mücadele vermişlerdir.1 Sonuçta sömürgeci yönetimin hışmına uğrayarak bir çok ıslahatçı alimle birlikte değişik bölgelere sürgüne gönderilmiş, cezalara çarptırılmışlardır.

Cezayir Ulema Birliği

Cezayir'de sömürgeci Kafirlere karşı mücadeleyi örgütleyen en önemli teşkilatlardan biri de, 1931 yılında Bin Badis tarafından kurulan Ulema Birliği olmuştur. Bin Badis ve arkadaşları, Şeyh Tayyib el-Ukbi, Şeyh Beşir el-İbrahimi'nin kurdukları Ulema Birliği'nin, ıslahatçı fikirlerinin esin kaynağı, Cemaleddin Afgani ve onun öğrencisi, Muhammed Abduh idi. Abduh 1903'de Cezayir'i ziyaret ettiğinde bir çok müslüman onun uyanışa çağıran sesinden etkilenmişlerdi. Bin Badis ve arkadaşları Kur'an'ın devrimci dinamik anlayışını esas alarak, sufi anlayışların insanları dünyadan ve onun meselelerinden uzaklaştırıcı, uyuşturucu etkilerine karşı büyük mücadeleler verdiler. Aynı şekilde Fransız emperyalizminin etkileriyle kimlik bunalımı içine giren kitlelere, gerçek kimliklerinin, kurtuluşlarının kaynağı olarak İslam'ı sundular.

Ulema Birliği, emperyalizmin kitleleri kendi kültürlerinden ve kimliklerinden uzaklaştırmak için dayattıkları Fransız diline ve kültürüne karşı da öncelikle Arapça dilini ve İslam kültürünü canlandırıcı eğitim faaliyetleri içinde bulundular. En büyüğü Konstantin kentinde olmak üzere 200'ü aşkın okul açtılar. Cezayir'de İslam üniversitesi kurulması yolunda çalışmalar yaptılar. Eğitimin, sömürgecilerin resmi dil ilan ettikleri Fransızca'yla yapıldığı ülkede, ilk ve orta öğretim kurumlarında Arapça'nın zorunlu ders olarak okutulması için mücadele verdiler. Bütün bunları yaparken de, hem sömürge yönetiminin, hem geleneksel yapıların/tasavvufi çevrelerin, hem de modernistlerin tepkileriyle karşılaştılar. Her geçen gün etkinlikleriyle halk arasında büyük rağbet gören Ulema Birliği karşısında korkuya kapılan sömürgeci yönetim, 1933 tarihinde bir genelge yayınlayarak cemiyet üyelerinin camilerde vaaz vermesini yasakladılar. Söz konusu genelgede şöyle deniyordu:

"...Halk arasında derin saygı duyulan bir çok tarikat lideri ve şeyh ailesi bizim nüfuzumuzu samimiyetle benimsemişlerdir. Fakat bu insanlar, her geçen gün yeni taraftarlar kazanan ve aktif ve başarılı bir propagandayla oluşturulan yeni bir mihrakın (Ulema Birliği'nin) tehdidini kendi üzerlerinde hissetmektedirler.. ."2

Yönetim, Birlik'in faaliyetlerini bununla da durduramayınca 1938'de Bin Badis'i tutukladı. Fakat bu da, Ulema Birliği'nin çalışmalarını durdurmaya yetmedi. 1936 yılından sonra sömürge güçlerine karşı milliyetçilerle ittifak oluşturulmaya çalışıldı. Lakin gerek Ulema Birliği'nin siyasi birikimsizliği ve gerekse milliyetçilerin Fransızlar taralından kollanması nedeniyle zaman içinde ittifakın insiyatifi milliyetçilere kaydı. Dolayısıyla bağımsızlık mücadelesinde yüz binlerce şehid veren müslüman halk, işgal sonrası karar mekanizmalarında temsil edilemedi. Ulema Birliği'nin oluşturduğu mücadele potansiyelinin sonuçlarını, işgal sonrası iktidarı ele geçiren batıcı, milliyetçi, laik kadrolar kendi çıkarları doğrultusunda devşirdiler.

el-Kıyam Cemiyeti

Müslümanlar ve İslam bir çok ülkede olduğu gibi Cezayir'de de emperyalist kafirlere karşı verilen kurtuluş savaşının kazanılmasında en önemli etkili faktör idi. Durum böyle olmakla birlikte, yabancı düşmanın kovulmasından sonra ülkede İslam'a ve müslümanlara karşı sistemli eritme, yok etme politikaları uygulanmaya başlanmıştı. Yeni yönetim kendisini hem milliyetçi, laik, sosyalist ve hem de müslüman olarak tanımlıyordu. Elbette buradaki müslümanlık belirleyiciliği olmayan, halkın tepkilerini yumuşatmak için kullanılan göstermelik bir şeydi.

Bu durumdan etkilenen müslümanlardan dönemin büyük ıslahatçı düşünürü ve mücadele adamı Malik bin Nebi ve Muhammed Hıdar 1964 yılında el-Kıyam Cemiyetini kurdular. Malik bin Nebi liderliğindeki el-Kıyam Cemiyeti'nin gittikçe artan etkinlikleri karşısında iktidardaki FLN yönetimi telaşa kapılarak cemiyetin faaliyetlerini engellemeye çalıştı. Muhammed Hıdar ülke dışına sürgüne gönderildi. Daha sonra 1967'de sürgünde iken tertiplenen bir suikastle şehid edildi. 1970 yılında da cemiyet kapatıldı. Ama El-Kıyam hareketi, bir çok genç Cezayirlinin doğru bir İslami kimliğe ulaşması yolunda tarifli görevini yerine getirdi.

Kurtuluş Savaşı ve FLN

FlS'e gelmeden önce, ülkeyi 1962'den bu yana idare eden tek parti yönetimi FLN ve kurtuluş savaşıyla ilgili olarak bir kaç şey söylemenin iyi olacağını düşünüyoruz. Bunun için de kurtuluş savaşı öncesine kısaca bir göz atalım. Fransa, Tunus ve Fas'tan 1956 yılında çekilmek zorunda kaldığında Cezayir Fransa'nın sömürgesi olarak duruyordu. Sömürgeciler ellerindeki son Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir'e diğer iki ülkeden daha fazla önem veriyor ve bu ülkeden çıkmak istemiyorlardı. Bu durumu muhafaza edebilmek için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Önce Ferhat Abbas gibi yerli uşaklarının desteğiyle Cezayir'i Fransa'yla birleştirmek istediler. Bundan sonra Fransız ve Cezayirliler'in eşit vatandaşlık hakkı olacaktı. Bunun için de Cezayirliler'in müslümanlıktan vazgeçmelerini şart koşuyorlardı. Halk buna çok büyük tepki gösterince de şiddetli baskı ve terör yöntemleri uygulamaya başladılar. 1954'e gelindiğinde müslüman halk için bıçak kemiğe çoktan dayanmıştı ve ayaklanma başladı. Fransız kafirler, işgal ettikleri İslam topraklarından çıkmaya pek hevesli değillerdi. 1960 yılında Cezayir'e Fransa'dan 500.000 asker takviye gönderildi. Fransa, Fas ve Tunus'tan sonra elinde kalan son kalesinden çıkmak istemiyordu. Bunun bir çok nedeni yanı sıra bir nedeni de, 1957 yılında Güney Cezayir'de bulunan önemli petrol yataklarıydı.

Fransa, katlettiği, işkenceden geçirdiği binlerce müslümana rağmen bağımsızlık savaşını bastıramayınca 1962'de Evian Antlaşması ile Cezayir'in bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Söz konusu antlaşmada Cezayir ile Fransa'nın ekonomik, sosyal alanda işbirliğinin(!) devam etmesi de kararlaştırılmıştı. Kurtuluş Savaşı'nın Cezayir'e bedeli 9 milyonluk nüfusunun 2 milyonunu şehit vermek olmuştu.

FLN, özgürlük mücadelesi veren milliyetçi ve müslüman grupları da bünyesine alarak böyle bir zeminde örgütlenmişti. Osmanlı İmparatorluğu'nun emperyalistler tarafından parça parça bölünmüş olmasının olumsuz sonuçları, İslam coğrafyasının bir çok yerinde olduğu gibi, Cezayir'de de etkili olmuştu. 130 yıl gibi uzun bir emperyalist işgalin getirdiği olumsuzluklar da buna ilave edilince FLN'nin çatısını oluşturan İslamcılar'ın etkileri zaman içinde eridi. Ayrıca, devam eden Fransız işbirliği de FLN'nin kimliğindeki İslami rengin etkisini laiklik, milliyetçilik lehine soldurdu, işte bugün Batılı efendilerinin onayıyla İslami Kurtuluş Cephesi'ne karşı savaş açan FLN'nin kimliği böyle bir süreç içinde oluştu.

FIS

Legal olarak FIS, 1989 yılında Abbasi Medeni liderliğinde kurulmuş olmasına rağmen, tarihi kökleri eskiye uzanan bir harekettir. Şu anda Cezayir zindanlarında bulunan FIS liderleri, daha önceden de defalarca hapis ve işkence yaşamışlar ve yılmamışlardır. Abbas Medeni Fransız sömürgecilerine karşı verilen Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda aktif rol almış, bu uğurda da zulümlere uğramıştır.

Cezayirli müslümanlar, legal olarak örgütlendikleri 1989 yılına kadar özellikle üniversitelerde ve camilerde etkiliydiler. Ve yine özellikle Cuma hutbeleri İslami mesajın geniş halk kitlelerine duyurulmasında önemli bir misyona sahipti. FIS yöneticilerinin talimatlarıyla toplanan onbinlerce insanın katıldığı Cuma namazları ve diğer cemaat namazları FlS'in halk arasındaki etkinliğini gösteriyordu, öyle ki; 1982 yılında rejimin müslümanlara yönelik baskılarını kınamak üzere düzenlenen bir cemaat namazına 50,000'den fazla insan katılmış, cemaat caddelere taşmış ve trafiği saatlerce felç etmişti. FLN yönetimine karşı bu açık meydan okuyuşun ardından müslüman liderlerden Abbasi Medeni, Ahmed Sahnun ve Abdullatif Sultani tutuklanmışlardı. Daha sonra tutuklananlardan Sultani 1984 yılında zindanda vefat etmişti. Cezayir yönetimi vefatın duyulmaması için her tedbire başvurduğu halde, cenaze namazına 30,000 kişi katılmıştı. Bütün bunlar yönetimin çaresizliğinin en güzel ifadeleriydi. Ve yönetim Abbasi Medeni ile birlikte müslümanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kalıyordu. Çünkü FIS gücünü on binlerce Cezayirli'den alıyordu.

FlS'e gönül verenler sadece öğrenciler ya da cami cemaati değildi. FIS, sendikalardan teknokratlara, esnaftan köylüye kadar uzanan geniş bir kesime yayılmıştı. Sadece İslami kültür zemininin kuvvetli olmadığı laik etkilenmelere açık, Berberilerin yaşadıkları bölge ile tasavvufun iğdiş ettiği geleneksel din anlayışı içindeki kitleleri etkilemede çok fazla başarılı olamadı. Bu kesimler ise, genel toplam içinde küçük bir paydaya sahiptiler.

FIS yöneticileri, halkın genelinin teveccühünü kazanmış, onların tek parti yönetimine olan muhalefetine, tepkisine tercüman olmuştu. FLN yönetimine karşı kitlelerin 1988 tarihinde ayaklanmalarını da organize ederek halka çürük sistemin yıkılacağı umudunu vermişti. Bu durum üzerine FLN yönetimi, halk muhalefetinin önünü alabilmek, kanalize edebilmek için makyaj tazeleme sadedinde bir takım anayasal reformlara gidileceğini, çok partili seçimlere geçileceğini ilan ederek zahiri kurtarmak istemiş ve 1990 yılında da, yani kurtuluş savaşından 28 yıl sonra, ilk defa çok partili yerel seçimler yapılmıştı. Seçimler beklendiği gibi neticelenmiş, halk Fransız sömürgecilerinin yerli işbirlikçilerine karşı tepkilerini sandıklara yansıtmış ve FIS 47 ilin 32'sinin belediye başkanlıklarını kazanmıştı. Bu durumu FIS lideri Abbas Medeni şöyle değerlendiriyordu:

“Biz İslam cumhuriyetinin temelini anık. Bundan böyle Cezayir'e Kur'an hakim olacak.”3

FIS'in kinci lideri Ali Belhac da şöyle diyordu: “Tüm dünyaya ilan etmek isteriz ki bizim hedefimiz belediyeler ya da eyaletler değildir. Hedefimiz Allah'ın kitabı Kur'an'ın egemenliğinin kurulmasıdır.”4

FIS'in yerel seçimlerde aldığı sonuçlar, emperyalist batıyı ve onun Cezayir'deki işbirlikçilerini korkutmuş, daha önceden Haziran 1991'de yapılacağı ilan edilen genel seçimler Aralık ayına ertelenmişti. Bu arada FlS'in artan etkinliği karşısında paniğe kapılan rejim, FIS lideri Abbasi Medeni'yi ve Ali Belhac, Muhammed Said gibi hareketin önde gelen simalarını asılsız isnadlarla tutuklamış, yüzlerce müslümanı da 1991 Haziranında şehit etmişti.

Ülkedeki insanlara 30 yıldır zulmeden tek parti yönetimi, sabrı taşmak üzere olan kitleleri biraz daha oyalayabilmek için yaptığı anayasal değişikliklerin ve çok partili seçimlerin neticelerine tahammül edemiyordu. Elinden de daha fazla bir şey gelmediği için, 1991 Haziranında yapılması gereken genel seçimleri Aralık ayına ertelemek zorunda kalıyordu.

1991 Genel Seçimleri

26 Aralık 1991 tarihinde Haziran'da yapılması gerektiği halde yapılmayıp, ertelenen genel seçimlerin ilk turu yapıldığında, bütün kafirlerin korktukları başlarına gelmiş, FIS 188 milletvekili çıkartmış, Sosyalistler 25, FLN 15 milletvekili çıkartabilmişti. FIS'in bu başarısı bir çok yönden çok anlamlıydı. Şöyle ki; FIS yerel bölge seçimlerinin çoğunu kazandıktan sonra emperyalistler ve uşakları her türlü hile, terör ve baskıya müracaat etmiş, FIS önderlerini tutuklamış, yüzlerce müslümanı şehit etmişlerdi. Bununla da yetinmeyip FIS ve önderlerine her türlü çirkin iftirayı yapmış ve yaptırmıştılar. FIS kadrolarını bölmek için, FIS içindeki Beşir Fakih, Haşimi Sehnuni, Ahmed Merani gibi zayıf şahsiyetli kişileri Abbasi Medeni ve Ali Belhac çizgisine karşı kışkırtmışlardı.

Rejimin seçimleri Haziran'dan Aralık'a ertelemesinin arkasında FIS'e karşı düzenlenen bu ve benzeri tuzaklar vardı. Ama şeytanın hilesi zayıftı ve onun gücü Allah'a güvenenlere yetmezdi. Aralık seçim sonuçları bu ilahi vaadin müjdecisi oldu.

Darbe

Artık iktidardaki yöneticiler için darbeden başka çıkar yol kalmamıştı. Çünkü bu vakte kadar her şey yapılmış, her yol denenmişti. Hemen darbe için gerekli ortamı hazırlama çalışmalarına başlandı, Önce askerin el koyabileceği meşru bir zemin oluşturmak için ülkenin sivil, laik ve sosyalist yabancı uşakları FIS'e karşı kışkırtıldı. FIS'in bu provokasyonlara da gelmediği görülünce, ikinci tur seçimlerine 5 gün kala, 11 Ocak 1992'de inandırıcı hiç bir gerekçe de olmamasına rağmen Cumhurbaşkanı Şadli bin Cedid, 160 yüksek rütbeli subayın talimatıyla istifa ettirilip, doğan yönetim boşluğu bahane edilerek yönetime el kondu. Çünkü 16 Ocak'ta yapılacak ikinci tur seçimlerinde FIS'in sadece 28 milletvekili kazanması iktidar için yeterli idi. Seçimlerin ilk turunda rakiplerine çok büyük fark yapan müslümanların 16 Ocak'ta yapılacak seçimlerin ikinci turunu da farklı kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu.

5 kişiden oluşan darbeci çete Yüksek Devlet Konseyi adıyla darbe yönetimi oluşturdular. Söz konusu konsey üyeleri arasında, geçen Haziran ayında 500 müslümanı katletme emrini veren Fransız Harp Akademisi mezunu Savunma Bakanı General Halid Nezzar, müslüman halkı kandırmak için seçilen çağdaş belamlardan Paris Camisi Baş İmamı Ticani Haddam, İnsan Hakları(!) Bakanı Ali Harun da bulunuyordu. Çetenin reisi ise yönetim muhaliflerinden olduğu için alelacele sürgünden getirilen ve bu göreve çağrılmadan az öncesine kadar verdiği demeçlerle FIS'in haksızlığa uğradığını, ordunun bu işe karışmamasını, demokrasinin işlemesi gerektiğini söyleyen; fakat ordu tarafından 30 yıldır sürgünde bulunduğu Fas'tan konsey yönetimine çağrılır çağrılmaz da bütün söylediklerini yalayıp yutarak tam bir namussuzluk örneği sergileyen Muhammed Budiyaftı.5

Darbenin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Bu vakte kadar darbeciler baskı ve sindirme planlarını adım adım uygulamaya koyarak ilerliyorlar. Önceleri müslümanlara karşı nispeten yumuşak ve tedbirli davranan darbeciler, ilk günden itibaren Cuma ve cemaat namazlarını engellemek için tedbirler aldılar. Bir müddet sonra da FIS'in geçici lideri Haşani ve önde gelen bir çok kişiyi tutukladılar. Bunun üzerine FIS liderliğine Osman Yasari getirildi. Daha sonra FIS'in geçen yılın Haziran ayında kazandığı belediyelerin de ellerinden alındığı bildirildi.

Darbeci çete, FIS'in kapatılmayacağını duyurduktan bir kaç gün sonra da FIS'i kapattığını ilan etti. Bugün Cezayir'de onlarca müslüman şehid ediliyor, yüzlercesi de işkenceden geçiriliyor. 25 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi'nin Cezayir'de bulunan muhabiri şöyle yazıyordu: "Siz hiç bir Cuma namazında ezan okunurken, yakınlardaki bir polis karakolunda işkenceye uğrayan gençlerin bağırtılarını dinlediniz mi?.. Ezan sesiyle acı içinde kıvranmayı ve çığlıkları aynı anda duydunuz mu?.. Düşünün, bir yanda ezan sesi, diğer yanda bağırtılar! Cezayir'in Kubbe semtindeki polis karakolunda ezan sesi çığlıklara karışıyordu."6

Tepkiler

Bugün sağır sultanın bile duyduğu bu zulümlere karşı Batılı emperyalist kafirler ve onların ülkemizdeki uşakları aşağılık bir iki yüzlülük ve tam bir çifte standart örneği sergileyerek konuyu geçiştirmeye çalışıyorlar. Hatta daha da kötüsü rezil bir pişkinlikle yavuz hırsız rolünde darbeyi alkışlıyorlar. Türkiyeli ve dünya müslümanları bu aşağılık insanları ve tavırlarını unutmamalı, her yerde teşhir etmelidir.

Cezayir'deki darbeyi kınayamayan demokrat(!), insan hakları yanlısı(!), çoğulcu(!), sivil toplumcu(!) ya da sucu, bucu kişi, kurum ve toplumların maskesi düşmüş, çirkin yüzleri bir kere daha görülmüştür. Geçtiğimiz Ağustos ayında Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov'a karşı yapılan askeri darbeye karşı bütün dünyayı ayağa kaldıranlar, darbecilere lanet okuyanlar nerededir?

Dünyanın öbür ucu Venezüella'deki darbeyi kınayan Türkiye yönetimi neden komşu sayılabilecek Cezayir'deki darbeye sessiz kalmıştır?

Bu durumu, İslam düşmanlığı ve Batılı efendilere sadakatsizlik korkusundan başka bir şey izah edemez. Her zaman olduğu gibi Türkiye'deki bulun emperyalist uşaklar, Cezayir darbesi karsısında Batılı efendilerini taklit etmenin onları tercüme etmenin ötesinde bir şey yapmadılar. Mesela Fransız Le Monde, FIS'in yazılı bir programı bile olmadığını mı söyledi, bizimkiler buna hemen mal bulmuş gibi sarıldılar7 ve başladılar zaten FIS'e darbe yapılmasaydı FIS bu işi götüremeyecek, yüzüne gözüne bulaştıracaktı deyip darbeyi desteklemeye. Oysa FIS'in iktidara gelmesinden duydukları korkuları kendilerinin en güzel yalanlayıcısıydı. Bu örnekleri çoğaltabilmek fazlasıyla mümkündür.

Cezayir müslümanların başarısı sayılamayacak kadar tecrübe ve gözlem imkanı sağlarken Şii-Sünni farklılığından hareketle müslümanları birbirine düşürmek isteyenlerin İslam düşmanları olduğu bir defa daha ortaya çıktı.

Cezayir darbesi; Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, Tunus, Fas, Türkiye gibi ülkeler tarafından desteklenir ya da en azından sükutla geçiştirilirken, en olumlu tepki İran İslam Cumhuriyeti'nden geldi. Bunun üzerine darbeciler İran'daki büyükelçilerini geri çektiler.8

Türkiye yönetimi olay karşısında sessiz kalırken, yurdun dört bir yanından müslüman halkımız eylemler ve bildirilerle Cezayirli kardeşlerini desteklediklerini ve destekleyeceklerini duyurdular.

Gafiller

Bu arada en önemli gelişmelerden birisi de demokrasi sevdalısı, tatlı dil güler yüz tebliğcilerinin çifte standartlarında yaşandı. FIS'in başına gelenlerin birer zorunlu imtihan olduğunu göremeyen bu zavallılar, FIS'i ve önderlerini metot ve tavırları dolayısıyla eleştirerek adeta evi soyulan adama karşı hırsıza cesaret verdiler. 30 Ocak 1991 tarihli Zaman Gazetesi'nde, kendisiyle yapılan mülakatta Mısırlı Şeyh Muhammed Gazzali FIS için şöyle diyordu:

“Onları ben aceleciler olarak görüyorum. O gençler acele ediyorlar, faaliyetlerinin onda dokuzunu nefis terbiyesine, içtimai, kültürel ve teknolojik hizmetlere vererek, çalıştıkları çeşitli, sahalarda uzman ve büyük ilim adamları olmaları gerekir. Hem yönetimin' başındakilerle mücadeleye girişerek-'sizin yerinizi biz alalım' diyen bazı kimselerde iktidar şehveti bulunduğuna inanıyorum. Onlar layık olmadıkları halde İslamiyet adına iktidarı ele geçirmek istiyorlar ve hata ediyorlar.”

Yine aynı gazetenin yazarlarından Hüseyin Gülerce de köşesinde benzeri şeyleri söylüyordu.

Bütün bunlar Cezayir darbecilerinin atadığı 5 kişilik konseyde bir imamın olmasını ne güzel izah ediyordu. Rabbimiz sen içimizdeki beyinsizlere, körlere, sağırlara basiret ver demekten başka elimizden bir şey gelmiyor.

Demokrasi

Cezayir olayları bir kere daha göstermiştir ki Batılı demokrasi, emperyalistlerin mazlum ülkeleri sömürebilmesinin zeminini oluşturmada kullanılan zorunlu sahte bir meşruiyyet anlayışından başka bir şey değildir. Kurdun ırmağın aşağısındaki kuzuya saldırmak için uydurduğu, suyu bulandırma yalanı kadar bile ciddiyeti yoktur. Demokrasi ve insan haklarını korumak için darbe yaptıklarını söyleyenler, namusunu korumak için(!) fahişelik yaptığını söyleyen (!!!) kimseye benzemektedirler.

Batı Cezayir'le birlikte kendisi hakkında bildiklerimizi, düşündüklerimizi teyit etti. Batı kendi menfaat ve emellerinden başka hiç bir şeye ilgi duymaz, hele muhatap müslüman olursa hiç duymaz. Onlar ne zaman demokrasi, insan hakları diye yırtınırlarsa bilinmeli ki menfaatleri tehlikeye düşmüştür. Bunun önüne geçmek için zemin oluşturmaktadırlar. Yıllarca demokrasiyle hiç bir ilişkisi bulunmayan Şahlıkla yönetilen İran'ı dost bilen. Şah yıkıldığında da menfaatlerinin bittiğini görerek ağıt yakanlar, İslam Cumhuriyeti'yle birlikte hemen bilinen nakaratlarına sarılanlar onlardır.

Bu söylediklerimiz Batı yanlısı bütün Orta Doğu ülkeleri ve dünya ülkeleri için de geçerlidir. Batı Cezayir'de 30 yıldır sürdürülen diktaya bir gün olsun demokrasiyi hatırlatmamıştır. Çünkü FLN diktası onların emirlerinde olmuştur. Bütün bunlar çok net ve açıktır. Kimseden saklı da değildir. Bütün dünyanın gözü önünde her seferinde uygulanan bu çifte standarta rağmen bunların görülememesi için ya akılsız ya da hain olmak lazımdır.

Emperyalistlerin ve onların uşaklarının demokrasi ile ilgili söyledikleri çoğunluğun yönetiminin tefsiri; çoğunluğa dikte ettirilen, türlü hile ve desiselerle dayatılan Batı'nın değerlerini, efendiliğini(!) esas alarak sömürüye açık olma halidir.

Batı'nın emperyalist tahakkümcü anlayışlarını reddeden her türlü çoğunluk arzusu, yönetimi. Batı diktasıyla pişkin bir çığırtkanlıkla yıkılmalıdır. Batı'nın ve uşaklarının demokrasiden anladığı sadece budur.

Parti

Cezayir'deki İslamcı parti ile Türkiye'deki partiyi kıyaslamak bir çok yönden uygun değildir. Birincisi; FIS kendi ifadesiyle klasik bir parti değildir. Yani kendi varlık hakkını, yaşama imkanını mevcut yasalara, düzene bağlı ve onunla sınırlı görmemektedir. Bunu Abbasi Medeni şu sözleriyle ifade etti:

“İslami Kurtuluş Cephesi bir ruhun doğurduğu harekettir. Yoksa parti meydana getirmek için bir araya gelmiş bir cemaat partisi değildir. İslami Kurtuluş Cephesi tarihi şartların, buhranların doğurduğu ve İslam'ı çözüm olarak gören ruhun zirveleştirdiği bir harekettir. Tek parti baskısı altında idik. Biz, İslam'ı çözüm olarak sunup, 25 yıl önce temel ilkeleri belirlenmiş siyasi mücadeleye başladık. Biz siyasi mücadeleye girişirken, ülkeye hakim olan çirkin bütün oluşumlara karşı tavrımızı ortaya koyduk. Bu anlamdaki düzeni değiştirmek, cemiyeti ıslah etmek ve kitleyi ekonomik, sosyal ve kültürel çıkmazlardan kurtarmak için bu yola koyulduk.”

FIS'in lider kadrosunun önemli bir kısmı hapisteyken seçim kazanması, yüzlerce şehirde, her türlü baskı, hapis ve işkenceye rağmen dimdik ayakta olması, yasalarla kayıtlı olmayan örgütlü ve etkili gücünün en güzel göstergesidir.

Dolayısıyla Türkiye'dekilere emsal olarak gösterilmesi güçtür. Elbette Türkiye'de de durumun bu noktada olmasını arzularız.

Ülkemizdeki demokratik mücadele şartlarının Cezayir şartlarına oranla daha güç olduğu da bir gerçektir.

Kanaatimizce şimdiden Cezayir'den hareketle partiyle bir şey olmaz ya da bu işin partiyle olacağı daha iyi anlaşılıyor demek bir çok açıdan yanlıştır. Birincisi Cezayir'de daha neler olacağı belli değildir, ikincisi, FIS ülkemizdeki partiler gibi değildir. Üçüncüsü, bir anlayışı, bir metodu ya hepten (her zaman, her yerde, her şartta) atmak ya da almak şeklinde tezahür eden toptancılık anlayışı doğru değildir. Uygulanabilmiş ya da uygulanabilir de değildir.

Kısacası partili, partisiz her müslüman Cezayir'i haklılıklarının ispatında kullanmaktan öte, doğru değerlendirip kafirlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Elbette bu Cezayir'den dersler çıkarmaya mani olmamalıdır.

Sonuç

Bugün özellikle bizim yapmamız gereken çok önemli görevler vardır. Bunlardan en önemlisi emperyalist, ikiyüzlü Batılıları, onların ülkemizdeki ve diğer ülkelerdeki uşaklarını teşhir etmektir. Çünkü Cezayir'de oynanan oyunlar 20. yüzyılda Batı'nın iğrenç yüzünün çok net görülmesini sağlayan önemli bir hadisedir. Unutmayalım ki uzun yıllardır Batılıları ve onların ülkemizdeki uşaklarını bu kadar zor durumda bırakan bir olay yaşanmamıştır. Bu iğrenç oyunu sergilemek, teşhir etmek, insanlarda anti-emperyalist, tevhidi bilinci uyandırmak, bugün her zamankinden daha çok elzemdir.9

“Rabbimiz kafirler toplumuna karşı bize yadım eyle.” (2 /Bakara, 286)

Dipnotlar:

1. Cezayir'de İslam'a Yeniden Doğuş, Malik bin Nebi, Yağmur Yay., 1973.

2. Dünya ve İslam. Sayı 8, s. 76.

3. Milli Gazete, 17.6.1991.

4. Milli Gazete, 17.6.1991.

5. Milli Gazete, 22.1.1992.

6. Sabah, 5.2.1992; Cumhuriyet, 5.1.1992.

7. Milliyet, 14.1.1992 (Sami Kohen) ve 27.1.1992 (Mithat Bereket).

8. Milliyet, 20.1.1992.

9. Ayrıca konuyla ilgili olarak bkz.: Dünya ve İslam, 1, 4 ve 8. sayılar; ve Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Peter Mansfield, Sander Yay, 1975.