Gelişen emperyalist bilgi kuramının bakış açısını ortaya koymayı ayan bu makalenin yazarı A. el-Messeri, New Jersey Rutgers University'de karşılaştırmalı edebiyat dalında çalışmış bir araştırmacı, Arap Ligi delegasyonunda Birleşmiş Milletler için danışmanlık yapmış olan Messeri, el-Ahram gazetesi için politik ve stratejik çalışmalar gerçekleştirmiş. Halen Siyonist kavram ve terminoloji üzerine yayıma hazırlanan bir ansiklopedi için çalışıyor. İslam, Batı. Siyonizm, İntifada ve karşılaştırmalı edebiyat konularında çok sayıda makalesi bulunuyor.
Emperyalizmin tarihi bir pratik olarak batı medeniyetinden ve onun kainat anlayışından sapmayı ifade ettiği, dünyanın diğer bölgelerine sorunlar ihraç ettiği ve diğer milletler üzerine egemenlik kurmayı içeren emperyalist çözümün yönetim felsefesi olarak demokrasiyi, ekonomik düzen olarak liberalizmi, evrensel felsefe olarak rasyonalizmi ve hümanizmi kabul eden liberal, beşeri ve aydınlanmacı bir medeniyetle çeliştiği yönünde bir görüş vardır. Bizim iddiamız ise bu değişik felsefelerin emperyalizmin epistemolojik bakış açısıyla çelişki arz etmediği şeklindedir. Üstelik bu felsefelerle emperyalist bakış açısı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Epistemolojik açıdan bakıldığında bu ilişki tam olarak anlaşılacaktır. Bu tür bir bağlantının farkına varabilmek için bütün bu felsefelerin seküler bir nitelik arz ettiğini anlamak gerekmektedir. Bu felsefeler, seküler bir nitelik arz etmektedirler, materyalist düzenin nüfuz alanı dışındaki hiç bir felsefi sistemi kabul etmezler.
Bizim görüşümüze göre sekülerizm batılı ve Arap kitaplarında propagandası yapıldığı gibi din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Aksine sekülerizm epistemolojik ve etik anlamda mutlak değerlerin birbirine benzeyen beşeriyet ve tabiat dünyasından çıkarılmasıdır. Bu da faydacı bir yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında seküler epistemolojik bakış açısıyla emperyalist epistemolojik bakış açısı arasındaki yapısal benzerliği farkedebiliriz. Ayrıca emperyalizmin seküler epistemolojik ve etik paradigmalarının ilk olarak ortaya çıktığı batı dünyasından, dünyanın diğer bölgelerine ihraç edildiğini daha iyi anlarız.
Emperyalizmin Epistemolojik Bakış Açısının Ardındaki Faktörler
Aşağıda sayacağımız faktörler, emperyalizmin epistemolojik bakış açısının ve onun etkilerinin sebeplerini oluşturmaktadır.
Birinci Faktör: Rönesansla birlikte materyalist seküler felsefeler batılı düşünce üzerindeki hakimiyetini arttırmışlardır. Batılı, Allah'ın var olmadığını, var olmuş olsa bile öldüğünü iddia etmiştir. Allah var olmuş olsaydı bile epistemolojik süreç ve etik kontrol ile ilgili hiç birşey yapamazdı. Batılı, ayrıca tabiatın yerçekimi kanunlarının meselesi olmaktan çıktığını ve tanımlanabileceğini, ölçülebileceğini, sınırlandırılabileceğini, istila edilebileceğini, faydalanılabilineceğini ve boyun eğdirilebileceğini ilan etmişti. Bu hümanist düşüncenin esasıdır. Üstelik beşeriyet maddi bir birim olarak bu maddi dünyanın (tabiatın) bir parçası haline insanlar da bir yerden bir yere taşınabilir, kullanılabilir ve enerji üretmek için kendilerinden faydalanılabilir bir hale gelmiştir. Bu çerçevede insanlar fetheden ve fethedilen olarak tanımlanmakla birlikte üretici ve tüketici, satıcı ve alıcı, işgalci ve işgal edilen, hakim olan ve hakim olunan olarak da tanımlanmışlardır. Tabiattan ona egemen olması ve onu yönetmesiyle ayrılan beşeriyet son tahlilde onun bir parçası haline gelmiştir. Bu bağlamda beşeriyetin hiçbir ayırıcı statüye ve mevkiye sahip olmaksızın tabiatın ayrılmaz -gerçekte organik- bir parçası haline gelmesi normalleşme süreci olarak isimlendirilmiştir. İnsanın arzuları tabiatın bir parçası yani meselesi haline gelmiştir. Rasyonel faydacı felsefeler olarak yaygınlık kazanan ve kök salan bu tür inanç ve kavramlar 18. yüzyıl boyunca etkisini arttırmışlardır.
İkinci Faktör: Materyalist felsefelerin hegemonyasının artışına, madde ötesi ve ölçülemez olarak kabul edilen ahlakın gözardı edilişi eşlik etmiştir. Ahlak fayda ve haz almayla aynı anlama sahip kılınmış ve hayatın amacı üretim ve kârı arttırmakla birlikte bu fayda ve hazza ulaşmak olmuştur. Maddi olarak ölçülebilen bu tür amaçlar tanımlanırken doğaüstü yani manevi amaçlarla ilgili hiç birşey yapılmamıştır. Üstelik ahlak bütün mutlaklığını kaybetmiş ve tamamen maddi köklere dayandırılan göreceli sosyal gerçeklere indirgenmiştir. Ahlakı oluşturmak için faydacı felsefeler tarafından yapılan çabalar, bilimsel kanunları ve somut matematiksel hesapları temel almıştır.
Üçüncü Faktör: Batıda siyaset bilimi özellikle Makyavelli ve Hobbs örneklerinde ve siyasi teorinin sekülerleşmesinin artışıyla insanın varoluşunun ne mutlak gerçeklere ne de mutlak hedeflere ulaşmak olmadığına vurgu yapmıştır. Üstelik madde devletin yüksek çıkarları için yorumlanmıştır. Fakat şayet kişisel var oluşun amacı haz (faydacı ahlak teorisinin tanımladığı şekilde), toplumsal var oluşun amacı devletin çıkarlarına hizmet etmek ise (siyaset teorisinin tanımladığı şekilde) herhangi birisindeki artış ve saf bir gelişmeyle birlikte üretim dünya cennetine ulaşmak için mutlak bir araç haline gelmiştir. Böylelikle devlet silahlara sahip olacak ve insanlık da maddi kazancını ve hazzını arttıracaktır. Üretim, üretimi arttırmak ve pazarlara egemen olmak için oluşturulduğu hususunda hiç bir şüphe olmayan kapitalist ekonomi, bu bakış açısının sağlamlaşmasına katkıda bulunmuş ve bu bakış açısını Avrupalının insan tabiatı kavramını kazanmasında ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.
Dördüncü Faktör: Pazar ekonomisinin arz-talep ve rekabet gibi mekanizmalarla genişlemesiyle birlikte mücadele ve çatışma üzerine kurulmuş olan bireyci görüş toplumda yaygınlık kazanmıştır. Bu durum bireyler arasındaki karşılıklı anlayışın ortadan kalkmasına ve bireyler arasındaki resmi ilişki ve sözleşmelerin artmasına yol açmıştır. Aile ve kilise gibi bütün aracı kurumlar ortadan kalkmıştır. Bu durum en uygun şekilde kendi çıkarı için çalışan, hiçbir içsel değeri olmayan yani kendi oluşumunda hiçbir denge ölçüsü bulunmayan bir birey tipinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tanımladığı tabiatın bir parçası ve kısmı olan birey kendi mevcut ekonomik güdülerinin ve durdurak bilmeyen haz alma isteğinin bir ürünü olarak görülebilir. Kişisel gücün anlaşmazlıkları çözmede temel bir mekanizma olarak ortaya çıkışı ve mutlak değerlerin ve ahlaki yani manevi bir referans kaynağının ortadan kalkışı bu durumu tamamıyla anlaşılır kılmaktadır.
Beşinci Faktör: Doğal kaynakların sınırsız olduğu ve insanlığın bu kaynakları kontrol etme, zaptetme ve kullanma kabiliyetinin de sınırsız olduğu inancından kaynaklanan sözde sınırsız ilerleme inancı bütün bunlara paralel gelişmiştir. Sınırsız ilerleme, mutlak yayılma ve gelişmeye gösterilen inanç tartışmalı ve önemli bir meseledir.
Altıncı Faktör: Bütün bu faktörlere ek olarak sekliler teşebbüsün tabiatın işgal edilmesi ve zaptedilmesine önayak olması ve maddi mutluluğun gerçek mutluluk olduğunu iddia etmesiyle birlikte batılı ilerlemenin neye mal olduğunu gözardı etmiştir. Bu algılayış batılı için o derece bir takıntı haline gelmiştir ki ilerlemenin faturası (maddi açıdan kirlilik ya da manevi açıdan yabancılaşma ve sosyal çöküntü) çok açık bir şekilde belli olmasına rağmen gözardı edilmeye devam edilmiştir. Sonuç olarak batılı insan, beşeriyetin ve tabiatın sınırlarına aldırış etmeksizin işgale devam etmiştir.
Bütün bu faktörler ve tabiatın materyalist bir şekilde değerlendirilmesi, gerçekliğin işgal edilebilir ve ölçülebilir bir seviyeye indirgenmesi, çatışma üzerine kurulmuş olan bireyci görüşün yaygınlık kazanması, ilerlemeye olan inanç ve ilerlemenin faturasının gözardı edilişi emperyalist epistemolojik bakış açısının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu bakış açısı dünyayı (beşeriyet ve tabiat eş değerdedir) saf bir mesele ve beşeriyetin yeryüzünde var oluş sebebini -batılı özellikle kendisini kainatın merkezi olarak görür- yer çekimi kanunları ve insan yaratılışı üzerindeki bilgisini arttırmak ve onlara egemen olmak şeklinde değerlendiren görüşten şu noktada farklılık gösterir; sürekli, sınırsız ilerleme her şey (beşeriyet ve tabiat) mantığın ve ölçmenin kanunlarına tabi oluncaya kadar sürecektir.Bu ölçme kanunu meşruiyetini materyalist bilimsel epistemolojiden almaktadır.
Üstelik gerçekliğin üzerindeki kontrolün artması rasyonelleştirme ve sekülerleştirme süreçlerinin terimleriyle ifade edilmiştir. Rasyonelleştirme amaçlarla değil araçlarla ilgilenmiştir. Bu açıdan maddi çıkar kavramının bir parçası olarak rasyonelleştirme sürecinden bahsetmek mümkünken usuli bir rasyoneli eştirme mümkün olmamış fakat rasyonelleştirme dünyayı maddi bir konuma ve gerçekliği (insanı olduğu kadar tabiatı da) de bütünüyle maddi ekonomik çıkarların organik bir parçası haline dönüştürmüştür. Dünya böylelikle bir fabrika ve pazar yerine benzemiştir: O'nun her bir unsuru hesaplanabilir ve kontrol edilebilir hale gelmiş fakat doğaüstü, soyut yani özellik belirten meseleler bir başka ifadeyle ölçülemeyen yani kontrol edilemeyen manevi düşünceler dışarıda bırakılmıştır.
Batılının doğaüstü mutlakçılıktan feragat etmesi ve kendisini sonsuz yayılma ve güç kullanımının meşruluğuna adamasıyla birlikte bütün kendini sınırlandırmalarda fark edilmemiş ve kabul görmemiştir. Bu yüzden böyle bir birey, sürekli yayılmayı takip etmeye ve bütün dünya mahvolana kadar hegemonyasını arttırmaya hazırdır. Ulaşılan nokta dünyayı mahvetmek için bireyci ideolojilerin, işgalin, hegemonyanın ve baskının üslün hale gelmesi olmuştur. Bundan dolayı batılının modeli; bütün bilgiyi mahveden Dr. Faust (bu durum kendisinin yok olmasına yol açmıştır), tahta oturmak isteyen Makbet (bu durum uykusuzluk hastalığına yakalanmasına yol açmıştır), bütün kadınları mahveden Don Juan ve Kazanova (bütün insani hisler kaybolmuştur) olmuştur. Bu emperyalist yöneliş iktidar ve iktidar olma arzusu kabul edilen yegane metafizik ve yegane epistemolojik ve ahlaki denge noktası olma konumuna geldiğinde Darvin'in yada Nietzsche'nin sosyal felsefesinde doruğa ulaşmıştır.
Etnik teori ortaya çıktığında etnik farklılık teorileri ve beyaz adamın sorumluluğu kafatası ölçüsü, deri rengi ve üretkenlik derecesi ile ilgilenen "bilimsel" teorilerle desteklenmiştir. Ayrıca bunların arasındaki ilişkilerle, açgözlü Avrupalının ırksal ve etnik üstünlüğünden bahseden teoriler de mevcuttur. Zaten bu teoriler diğerlerini işgal ve yok etme sürecinde Avrupalıya gerekli olan psikolojik mazereti temin etmiştir.
Emperyalizmin Epistemolojik Bakış Açısının Uluslararası Hale Getirilmesi
Emperyalist epistemolojik Bakış açısı teoride rasyonelleştirme, sekülerleştirme, yayılma ve işgal gibi kavramlar ortaya çıktığında enternasyonalleştirme sürecine girmemiş olsaydı batı toplumlarıyla sınırlı kalacaktı. Bu süreç bütün dünyayı farklı kültürel ve ekonomik formasyonlara bölünmemiş bir bütün olarak görür. Bu olgunun önemi sözde yenidünya düzeni ortaya çıktığında anlaşılmıştır. Enternasyonalleştirmeci bakış açısı ya da bazılarının isimlendirdiği şekilde enternasyonal bakış açısı batılının emperyalizme olan eğilimini önemli derecede arttırmıştır. Çeşitli faktörler emperyalist epistemolojik bakış açısının enternasyonalleşme sürecinin hızlanmasına katkıda bulunmuştur.
Birinci Faktör: İnsanı ve tabiatı aşırı derecede materyalist ve bilimsel bakış açısıyla değerlendiren görüş enternasyonalleştirmeci bakış açısının ortaya çıkmasına katkıda bulunmuş olan en önemli faktördür. Bu görüş emperyalist epistemolojik bakış açısının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Materyalist görüş yukarıda bahsettiğimiz gibi bütün her şeyi aynı materyalist bilimsel kanunlar tarafından yönetilen maddeler olarak algılar. Çinli ya da Mısırlı, doğulu ya da batılı bir insan yıldızlar, ağaçlar, böcekler gibi bir maddedir. Madde için önemli olan, bir hususiyetinin ya da kimliğinin olması değil yerçekimi kanunlarına tabi olmasıdır. Madde tarihin ya da medeniyetin (bir medeniyetten diğerine farklılık gösterebilir) kanunlarına göre hareket etmez. Madde dini ya da ahlaki kanunlara da tâbi olmaz. Aksine genel yerçekimi kanunlarına göre işler. Aydınlanma çağı katı bilimsel epistemolojik girişkenliğiyle rasyonel, enternasyonal, doğal insanı ve insanın doğal hakkını ısrarla belirtmişti. Bu beşeriyet markasının medeniyetle hiçbir alakası yoklu; çünkü bu marka genel materyalistik durum üzerine bina edilmişti. Bu uluslararası durum ulusal ya da dini her hususiyeti aşıyordu.
İkinci Faktör: Sonsuz ilerlemeye yönelik inanç sonsuz yayılmayı açıkça teşvik etmiştir. Aynı şekilde rasyonelleştirme sürecinin gerçekliği kontrol etme sürecine dönüşmesi, dünyayı bütünüyle mahvetme arzusuna yol açmıştır.
Üçüncü Faktör: Avrupa probleminin ortaya çıkışı şöyle özetlenebilir;
a) Kapitalizm çok iyi bilindiği gibi üretimin artması için çaba gösterir. Bu durum hammadde ithalini ve işlenmiş malzemenin dünya çapında ihracı ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu ihtiyaç da enternasyonalleştirme sürecini desteklemiş ve ona katkıda bulunmuştur;
b) Sömürgeci emperyalizmin arttırdığı ve endüstri devriminin iki katına çıkarttığı zenginlik bütün sosyal sınıflar arasında uygun bir şekilde dağıtılmamıştır. Bu durum batılı toplumlarda iç güvenliği tehdit eden ve sosyal gerginliği ortaya çıkaran korkunç bir sosyal dengesizliğe yol açmıştır. Sonuç olarak loplum üreten fakat yoksulluğundan dolayı çok az tüketen yoksul çoğunlukla, üretmeyen ve aynı zamanda az sayıda olduğu için çok fazla tüketen zengin azınlık olarak ikiye bölünmüştür. Bu durum ekonomik durgunluğa yol açmış, yanı işsizlikten (ya da düşük ücretli olmaktan) kaynaklanan düşük satın alma kapasitesi işlenmiş maddeler neticesinde elde kalmıştır. Tüketim oranlarındaki artış "açgözlü Avrupalıyı'" ortaya çıkarmıştır;
c) Tahmin edilemeyen nüfus patlaması büyük bir nüfus fazlalığının ortaya çıkmasına yol açmış bu durumda işsizlik oranı artmıştır.
Dördüncü Faktör: İletişim ve bilgi devrimleri bu enternasyonalleştirme sürecine katkıda bulunmuştur. Endüstri Devrimi etnik ya da kültürel orjinleri ne olursa olsun insanların bir yerden bir yere gidişini kolaylaştırmıştır. Dahası mesajların, basılı medyanın ve yeni hikayelerin aynı günde dünyaya yayılmasını sağlamıştır.
Bütün bu faktörlerin bir araya gelmesi emperyalist epistemolojik bakış açısının oluşumunda etkili olmuştur. Bu faktörler bu bakış açısının yayılmasını Avrupa probleminin çözümü olarak sunmuşlardır. Avrupa problemi Avrupa'nın açgözlülüğünün, nüfus ve mal fazlalığının bir sonucudur. Bununla birlikte emperyalist bakış açısı seküler ulusal ve merkezi devletin artan etkisi ortaya çıkana kadar tarihsel bir olgu halini alamamış yani enternasyonalleşememiştir. Devlet hükümetin merkezi kurumlan vasıtasıyla her bireye olduğu gibi ülkenin her yerine ulaşabilirdi. Bu önemli ve belli başlı bir husustu.
Şayet var olmanın hedefleri tabiat ve insan gerçeğinin mutlak kontrolü ve etkili kullanımından ibaret ise toplumdaki bütün insani ve tabii kaynaklar ölçülebilir kriterlere uygun şekilde yönetilmelidir. Aksi taktirde böyle bir hedefe başarılı bir şekilde ulaşmada toplumu yönetmek çok zor olurdu. Zaten merkezi bir devlet kitle üretim araçlarını bir araya getirerek kitlesel maddi ilerlemeyi başarabilirdi. Bu başarı bireyleri ve onların kimliklerini kendi bakış açısı ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmekle ancak mümkün olabilirdi.
Batı Sekülerizminin Emperyalist Tezahürleri
Batı'daki endüstriyel ilerleme tamamıyla askeri ilerleme ve Avrupa'nın birkaç yüzyıl boyunca yaşamış olduğu savaş haliyle birlikte gelişmiştir. Merkezi bir hükümet, kilisenin ya da feodal prenslerin onayını almaksızın yada muhalefetleriyle karşılaşmaksızın orduları doğrudan harekete geçirebilmiştir. Bu yüzden askeri teknoloji savaşta elde edilen kazançların savaşların maliyetini kat be kat aştığı yönde bir gelişme göstermiştir (diğer taraftan emperyalist girişimin karşıtları bir imparatorluk kurmanın maliyetinin umulan kazançları aştığını ileri sürmüşlerdir.) Üstelik batının askeri teknolojisi doğunun askeri teknolojisinden oldukça ilerideydi.
Emperyalizm, sektiler batı ahlakının ve epistemolojik paradigmalarının bir tezahürüdür. Sekülerizm temel teoridir, emperyalizm ise onun en önemli pratiğidir. Zaten emperyalizm sekülerizmi enternasyonalleştiren en büyük mekanizmadır. Sekülerizm ve emperyalizm arasındaki yakın ilişki Asya ve Avrupa'daki milyonlarca insanın soykırıma uğratıldığı vahşi uygulamalarda görülebilir. Bizim görüşümüze göre bu uygulamalar batı medeniyetinin gidişatına tezat teşkil etmez. Materyalist, faydacı ve rasyonel görüş temelinde baktığımızda dünya faydalanılabilir, baskı uygulanabilir ve bir yerden bir yere taşınabilir bir maddedir. Bundan dolayı milyonlarca insanın üretkenliklerini arttırmak ve onlardan faydalanmak için Avrupa'dan ve Afrika'dan Amerika Birleşik Devletleri'ne taşınmasına karar verilmiştir.
Ayrıca bununla birlikte ilkesel olarak şöyle bir sonuca ulaşılmıştır; şayet böyle bir operasyonu gerçekleştirmek zor olursa ya da yüksek bir maliyete ulaşırsa milyonlarca faydasız insan yok edilebilir. Amerikan yerlilerine uygulanan yöntem de tam olarak budur. Beyazlar Amerikan yerlilerini yok ederken, aynı anda Afrika'da siyahları avlıyorlar ve onları yerlileri çıkarttıkları topraklara yerleştiriyorlardı. Üretimin maksimizasyonunu ve kullanım şartlarını gözönüne almaksızın böyle bir operasyonu anlamak mümkün değildir. Kas gücü ve kültürel özellikleri belirli olan zenci Afrikalılar insan haklarına sahip olmadıklarından dolayı sömürülebilmişlerdir. Amerikan yerlilerine gelince onlar Avrupalı beyazların taşıdıkları mikroplara karşı son derece zayıf bir bağışıklık sistemine sahip olmalarına rağmen, kendi tarihi haklarına sahip olduklarından dolayı onları yeni düzenine entegre etmek çok güç olmuştur. Bu da onların topyekün imhasına sebep olmuştur.
Avrupa halklarının bazı unsurlarına karşı uygulanan Nazi soykırımı, emperyalist Bakış açısının ustaca uygulanmasından başka bir şey değildi. Naziler insanların değerini ölçmek için '"maddi yarar" ilkesini uygulamıştır. Alman askerleri Çingeneleri, çocukları, özürlüleri, yaşlı insanları, yahudileri ve Slavları hareketleriyle incitmişlerdir. Bu insanlar faydasız unsurlar olarak tasnif edilmişlerdir (sözgelimi faydasız yiyiciler tabiri Nazilerin kullandıkları bir tabirdir). Faydalı unsurlar olarak sınıflandırılan kategorilerden tabii ki faydanılmalıydı, Faydasız unsurların kaderiyse Amerika yerlilerinin kaderiyle aynı olacaktı. İşin doğrusu bu faydasız insanların cesetlerinden bir şekilde faydalanılmalıydı: Altın bilezikler külçe haline dönüştürüldüğü, insan saçının ayakkabı fırçası yapımında kullanıldığı, kemiklerinde yüksek kalitede gübre üretiminde kullanıldığı söylenir.
Nazi soykırımının emperyalist yapısını ortaya çıkarmak için Hitler ve Bulfou arasında kısa bir karşılaştırma yapılabilir. Her iki batılı siyasi şahsiyette çok iyi tanımlanmış azınlıklar görüşünün bir ürünüdürler. Burada söz konusu olan görüş şudur; insan fazlalıklarının -azınlıkların- elden çıkarılması bir ihtiyaçtır. Bu aslında maddi yarar ilkesinin bir uygulamasıdır. Emperyalizm insan fazlalıklarını ihraç ederek bu işin üstesinden gelmiştir. Balfour insan fazlalıklarını Filistin'e ihraç ederken, Hitler Polonya'ya ihraç etmiştir. Polonya bağımsız bir devlet olduğu için Yahudileri geri göndermiştir. Sonuç olarak Hitler bu işin üstesinden gelmek için alışılmamış yöntemlere başvurmuştur. Uzun lafın kısası emperyalist epistemolojik bakış açısı her iki olayda da bir ve aynıdır. Emperyalist uygulamaları değiştiren tek şey tarihi ve coğrafi şartlardır. Hitlerde bir Balfour olabilirdi fakat o Asya ve Afrika'da insan fazlalıklarını gönderebileceği sömürgelere sahip değildi.
Batı demokrasisi ve batı refahı balı emperyalizminden ayrı düşünülemez. Emperyalist şemsiye altında ortaya çıkan batı demokrasisi zenginliğin adaletsizce dağılımının üstesinden gelmek ve azınlıklarla ilgilenmek için emperyalist çözüm yoluyla kendi sosyal problemlerini ihraç etmiştir. Batı demokrasileri ayrıca Üçüncü Dünya ülkelerinin doğa ve insan kaynaklarını sömürerek sermayesini arttırmış ve muazzam bir alt yapı kurmuştur. Böylelikle kendi vatandaşlarının sosyal refahını temin etmiştir.
Emperyalist Epistemolojik Bakış Açısının Batılı Yaşam Tarzı Üzerindeki Etkisi
Seküler bir niteliğe sahip olan emperyalist epistemolojik bakış açısı kişinin kendisi ve toplumdaki diğer bireylerle ilişkisine dahi müdahale ederek batılı birey üzerinde boğucu bir hakimiyet kurmuştur. Batılı bir birey kendi yaşayacağı yeri inşa ederken dahi rasyonelleştirme sürecine bütünüyle sadık bir şekilde davranır. Birkaç yıl sonra taşınabileceği için bu inşa işini kar getirecek bir faaliyet olarak görür. Karşı cinsle olan ilişkilerde sükunet ya da zihin huzuru elde etmekten ziyade, yaşanılan hazzı en üst seviyeye çıkarma hedefi vardır. Bu durum duyarlı ve duygusal ilişkiyi işgal sürecine dönüştürür (Bu öyle bir kültür örneğidir ki birbirini seven insanların özel/mahrem konuşmalarını bir kenara bıraktırır ve bu konuşmaları işgal ve çatışmanın özelliği olan dış/emperyalist bir kur yapmaya dönüştürür). Batılı bir birey kar elde etmek ve yaşam standardını yükseltmek için sürekli bir arayış içerisindedir. Birey yaşlandığında ve artık üretemez hale geldiğinde gönüllü olarak yaşlılar yurduna gitmeye ve oradaki havalandırmalı odasında ölümü beklemeye razı olur. İşin aslı "elden çıkarma kültürü" her şeyi tüketen, kullanan ve atan emperyalist faydacı bir kültürdür. Sözgelimi enerjiyi, hammaddeleri, şarkıları, kadın bedenini ve ozon tabakasını tüketir, kullanır ve atar. Bütün batılı felsefecilerin şikayet kaynağını oluşturan hayatın her alanının tedrici olarak makinalaşması eğilimi; işgal, despotizm ve emperyalist rasyonelleştirmenin bir sonucu olmuştur.
Bu emperyalist rasyonelleştirme kültürü batılıyı emperyalizmin en berbat çeşidine maruz bırakmıştır. Bu emperyalizm "psikolojik emperyalizm" olarak isimlendirilebilir.
Diğer bir ifadeyle kişi, sonsuz ihtiras ve beklentiler ve reklamlarda (seks önemli bir rol oynar), hayali hikayelerde açıkça gösterilen rüya-ürelim endüstrisi vasıtasıyla ve hayatın ahengini düzenleyerek kendi kendisini bir pazara dönüştürmüştür. Bu iş modern toplumlarda "şehevi zevk alma" endüstrileri aracılığıyla da yapılmaktadır. Bu görüş kişiyi sadece tatmin edilecek dünyevi arzu ve ihtiyaçları olan bir varlık olarak telakki eder. Bu endüstriler kişiyi tarihin sorumluluğundan bütünüyle kurtarabilecek dünya cennetini hazırlamaya devam etmektedirler. Zaten inşa edilen batı şehirleri böyle bir rasyonel emperyalist bakış açısını içlerinde barındırırlar. Hızı kutsayan yollara ve anayollara ya da insan ve doğa enerjisini israf eden, havayı kirleten günlük trafiğe baktığımızda bu emperyalist bakış açısını görebiliriz. Bu bakış açısı her durumu piyasa ve borsaların çekiciliğine göre tanzim eder.
Emperyalist epistemolojik bakış açısı göreceli olarak bilişsel bir modeldir. Bununla birlikte ayrıca tarihi gelişmeyle de yönlendirilmiştir. Yukarıda değindiğimiz üzere seküler "emperyalist" programı uygulayan en büyük mekanizma devlettir. Kapitalizmin tarihi ve sekülerizmin gelişimi iki aşamalı olarak gerçekleşmiştir. Birinci aşama biriktirmeye dayalı sade yaşantıdır. Seküler birey bu aşamada zevklerini ve arzularının tatminini daha sonraki aşamaya erteler. Bu ertelemeyi biriktirme bahanesinin arkasına sığınarak gelecek nesillerin daha mutlu ve rahat yaşaması için yapar. Bu aşamayı aşırı tüketme arzusuna dayalı diğer bir aşama takip eder. Seküler birey erteleme aşamasının sona erdiğine ve arzuların daha fazla ertelenmeden tatmin edilmesi aşamasının başladığına karar vermiştir.
Emperyalist model çılgın tüketim aşamasına ulaşmış görünmektedir. Sade yaşantı aşamasındaki emperyalist epistemolojik bakış açısı uluslar ve bireyler arasındaki etnik farklılıklara ve mutlak güç temelinde işgal hakkına vurgu yapmaktaydı. Bu durum beyaz adamın sorumluluğu ve batı kimliğiyle ilgili teorilerin gidişatı hususunda tartışmaların ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Buna karşın yeni aşamadaki tartışma renksiz, kokusuz ve tatsız nötr bir bireyin üzerinde odaklanıyordu. Bu birey daha esnek, üretici ve tüketici bir şahsiyetli. Aslında insan fıtratı insan düşüncesinin en son değer hükümlerini temsil eden bir düşüncenin mutlak saldırısı altında kalmıştır. Bu saldırı bütün dini, ahlaki ve epistemolojik değerleri yıkmıştır. Bu yüzden emperyalist epistemolojik bakış açısının batı yaşantısının bazı cephelerindeki etkisini izlemek mümkündür:
1- İnsan fıtratıyla ilgili başvuru kaynaklarının beşeri bilimlerden tamamıyla çıkarıldığı gözlerden kaçmamaktadır. Bilimsel mütalalar yalnızca bir takım parametreler, miktarlar ve istatistiki tablolara dayanılarak yapılmaktadır.
2- İnsan ruhunun son çaresi olan edebiyat dahi yapısal ve analitik teorilerin ortaya çıkışıyla tanımlanmakladır. Bu teoriler edebiyatı kamil insani değerlerin sonuncusundan, yani insan fıtratından arındırmaya teşebbüs etmişlerdir.
3- Görmekleyiz ki dünyanın en emperyalist yönetimi (A.B.D yönelimi) "insan hakları" söylemine öncülük etmektedir. Bu söylem mahiyet itibarıyla insanlığa ve insan fıtratına bir saldırıdır. Hakları sözde savunulan birey; aile, toplum ya da devletle ilişkisi kalmayan bağımsız bir varlık haline dönüşmektedir. Bu açıdan kişinin soyut ihtiyaçları özel olarak tekeller, reklam ve moda şirketleri ve eğlence endüstrileri tarafından tanımlanmaktadır. Bu bağlamda birey artık kar elde etmekten başka hiçbir özelliği ve değeri olmayan kamu kurumlarından ağır talimatlar alan bir birim konumuna indirgenmiştir. Bu kurumlar mutlak bir güç olarak kendisini atayan devletle benzeşmektedir. Bu kurumlar bireyleri yeniden şekillendirmektedirler; bireyler böylelikle kendilerine biçilen rolleri yerine getirebilmektedirler. Bu yüzden insan haklarından (soyut anlamda) bahsetmek Rönesans döneminde aracı kurumlara karşı başlatılan orjinal saldırıyı devam ettirmek ve insanlığı devletin ve kurumlarının önünde savunmasız bırakmak demektir.
4- Seksüel anormalliğin yaygınlaşması da insan fıtratına bir saldırıdır. İnsan cinselliği bir kişinin neyi insani olduğu neyin insani olmadığı hususunda karar verebileceği mutlak bir konudur. Bu açıdan şu hususu belirtmeliyiz ki emperyalist epistemolojik bakış açısının savunmuş olduğu insan hakları cinsel sapıklığa müsamaha gösterilmesi anlamına gelir.
5- Bizim görüşümüze göre batı dünyasında ahlaksızlığın yayılması yalnızca ahlaki bir problem değil aynı zamanda epistemolojik bir problemdir. Ahlaksızlık insan fıtratına ve insan onuruna karşı yapılan saldırının bir parçasıdır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere emperyalist bakış açısı bireyi "doğallaştırmakla" ve onu yalnızca doğal bir varlık ve bir madde olarak görmektedir. Ahlaksızlık bu doğrultudaki bir anlatımdır. İnsan bedeninden giysileri çıkarmak onun onurunu ve saygısını çıkarmakla eş anlamlıdır. Giysileri çıkarılan insan (dini görüşe göre Allah'ın yeryüzünde halife yaptığı ve hümanist görüşe göre kainatın merkezi) şehevi haz kaynağı olarak faydalanılan ve sömürülen bir et parçasına indirgenmiştir. Bu perspektiften bakıldığında, Nazilerin yahudi soykırımı yani insanları faydalanılabilen ve kullanılabilen et yığınlarına dönüştürmeleri ahlaksızlığın bir başka çeşididir.
6- Son olarak ortaya çıkan post modernizm ideolojisi (ya da tüketim emperyalizminin ideolojisi) bir "merkezin" varlığını ve bir başvuru kaynağını reddederek insanlığın vefat ettiğini ilan etmiştir. Bu durum tam bir serbestlik ve tesadüf yasasına tam bir teslimiyettir. Post modernizm felsefeyi, insanlığı ve mutlakçılığı tanı olarak ifsad eden felsefi bir düzendir.
Bu felsefi kaygısızlık yeniçağdaki emperyalist bakış açısının en temel bir özelliğidir. Bu yüzden kimliklerin bütünüyle silinmesi (ince dekoratif bir kabuk olarak kalması) ve sınırların kalkması yönünde bir eğilim vardır. Seküler ulusal merkezi devlet aşınmaya başlamakla renksizlik yada dinden yoksunlukla, tatsızlık yada kokusuzlukla tanımlanan çok uluslu şirketler yavaş yavaş devletin yerini almaktadır. Şehevi hazzı takıntı yapan yarı evrensel bir kültür (medeniyet), ortaya çıkmaktadır. Maxime Rodinson emperyalist epistemolojik bakış açısının iki aşaması arasındaki farklılığı ulusların kolonileştirilme yerine koka kolalaştırıldığına (coca-cola'dan esinlenerek) işaret ederek açıklamaktadır.
Emperyalizmin tarihi bazı açılardan seküler ulus devletin tarihiyle benzerlik göstermektedir. Merkezi ulus devlet mutlakiyetçi (yani biriktirme) aşamada ulusları bir madde ve enerji kaynağı olmaları hususunda zorlamıştır. Demokratik (yani zevk) aşamada ise batılı uluslar arlık üreten ve tüketen uluslar diye bir ayırımın olmadığı hususunda hemfikirdirler. Bu uluslar bir zamanlar direndikleri epistemolojik ve ahlaki paradigmaya sığınmaktadırlar. Yenidünya düzeni -batı emperyalizminin yani eski dünya düzeninin bu yeni tezahürü- dünya uluslarını artık üreten ve tüketen devletler diye bir ayırımın olmadığı hususunda düşünmeye sevk etmektedir. Bu oldukça kullanışlı bir konudur; uluslar böylelikle tatmin ve memnun edildikleri demir kafese gireceklerdir. Yenidünya düzeninin nüfuz etme sürecindeki en büyük yardımcısı enformasyon devrimi, burslar ve sözde bilimsel konferanslar aracılığıyla batılılaştırılmış olan Üçüncü Dünya entellektüelleridir. Yenidünya düzeni materyalist seküler modeli her yere nüfuz etmesini sağlayarak tam anlamıyla enternasyonalleştirmektedir. Yenidünya düzeni ayrıca evrensel tüketim çağında emperyalist epistemolojik bir modeldir.
Siyonizm ve Emperyalist Epistemolojik Bakış Açısı
Emperyalist epistemolojik modelin Yahudi inancı ve Yahudi toplulukları üzerindeki etkisine gelince Siyonizmin seküler emperyalist epistemolojik bir model olduğu ileri sürülebilir. Nictzsche'nin, ondokuzuncu yüzyıl yahudi filozoflarının ve Siyonist düşünce yapısı üzerindeki etkisi Siyonist düşünce tarihi üzerinde araştırma yapan kişilerin malumudur. Üstelik Siyonizm beyaz adamın sorumluluğuna inanan bir ideolojidir. Bu bağlamda beyaz adam insan hakları adına Filistin'i alan Yahudidir. Siyonizm öyle bir paradigmadır ki her yahudinin Filistin'i işgal ve oradaki insanları sınır dışı etme (ya da yok etme) ya da onları kendi hizmetinde kullandırma hakkına sahip olduğu inancından ortaya çıkmıştır. Derin bir ırkçılık anlayışıyla, Sovyet yahudileri Filistin'e getirilmiş (gelmeyi kendileri istememişlerdi) ve Filistinlilerin de yaptıkları mücadeleye bakılmaksızın kendi topraklarına dönmeleri engellenmiştir.
İsrail kendisini batı emperyalizminin maşası yapma niyeti ve uygulaması içerisindedir. İsrail'in kimliğinin emperyalist epistemolojik bakış açısındaki değişikliğe ve bu açının tüketim çağına girişine paralel olarak değişmesi beklenmektedir. Bu açıdan İsrail'in Yahudiliğinden azda olsa vazgeçmesi ve yenidünya düzeninin çatısı altında ekonomik işbirliği için barışsever bir devlet olarak ortaya çıkması beklenmektedir. Bütün mesele üretim ve tüketimdir ve bu ikisinin epistemolojik ve ahlaki kesinliklerle alakası yoktur. Böylelikle Türk suyu, Arap körfezinin sermayesi, Mısır iş gücü ve İsrail uzmanlığı hiçbir kimlik ve hedef belirtmeksizin maddi bir yatırım için elele verecektir. Sonuç olarak onursuzluğun yol açtığı acı hissettirilmeyecektir.