Emperyal Değişim Projesi Yeni Bir Köleleştirme Siyasetidir!

Haksöz

ABD'nin, Ortadoğu'ya ve genelde de İslam coğrafyasına yönelik yönlendirme, şekillendirme ve denetim altına alma politikasına ivme kazandırdığı görülüyor. ABD yönetimi ve onun paralelinde hareket eden akademi ve medya çevreleri İslam dünyasında süratle bir değişim yaşanması gerektiğini, artık "reform" döneminin başlatılmasının şart olduğunu sürekli dillendirmekteler. Aslında mahiyet itibariyle savunulan, sömürgeciliğin yeniden canlandırılmasıdır. Dün medeniyet getirme adına İslam topraklarına müdahale hakkını kendilerinde görenler bugün de "demokrasi ve reform" çağrılarıyla karşımızdalar. Müdahale mantığı değişmiyor: "Sizin için iyi olanı biz biliriz!"

İslam coğrafyası iki asır boyunca Batı'nın doğrudan sömürgeciliğine maruz kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sözde bağımsızlık sürecine girildi fakat bu kez de İslam coğrafyasının geniş bir bölümünde dolaylı sömürgecilik hakim kılındı. Batı'nın çıkarları ve en başta da ABD'nin Soğuk Savaş politikaları doğrultusunda Müslüman halklar oligarşik yönetimlerce baskı altına alındılar. Tüm bu süreç boyunca despot, otokrat, zalim iktidarlar kendi halklarına karşı sırtlarını Amerikan emperyalizmine yasladılar. Gidişata itiraz eden her ses, her muhalif çıkış şiddetle bastırılırken statükoyu sorunsuz sürdürme adına ABD yönetimleri, işbirlikçisi rejimlere koşulsuz destek sağladı. Darbeler, işkenceler, baskılar, muhaliflere yönelik sindirme ve imha operasyonları hep desteklendi, hatta bizzat ABD gizli servisleri ve ordusunun sağladığı eğitim ve araçlarla gerçekleştirildi.

Şimdi ABD yönetimi geçmiş politikalarının yanlışlığını açık yüreklilikle itiraf etme onurunu gösteriyor ve artık demokrasi çabalarını ve reformist güçleri destekleyeceğini ilan ediyor! Ne kadar alicenap bir davranış değil mi?

Yalan Denizinde Yüzen İmparatorluk: ABD

Bugüne dek yeryüzünde görülmemiş ölçüde tahakküme yönelen; sadece yeryüzüyle de yetinmeyip, atmosferi dahi kirleten, bu yüzden insanlığın geleceğini tehlikeye sokan politikaların sahibi sömürgeci bir güç, bizden emperyalist tahakküm arzusundan vazgeçtiğine inanmamızı istiyor. Buna inananlar elbette çıkacaktır ama emperyalizm olgusu diye bir şeyin varlığını bilenler böylesi bir yutturmacaya ancak gülerler. Bir an emperyalizm olgusunu, emperyalist güçlerin doğasını bir kenara bırakalım ve soralım: Artık despotik rejimlerden değil, halkların kendi kaderini belirlemesinden yana politika uygulayacaklarını iddia edenler kimler? Bush'un kaptanlığında neo-con taifesi tarafından idare edilen ABD yönetimi mi demokrasi ve özgürlüklerden yana tutum belirleyecek? Şüphesiz bu kuyruklu bir yalan!

Filistin'de Arafat yönetimine karşı uygulanan baskı politikaları hafızalarımızda canlıyken; Afganistan'da yaşananlar bilinmekteyken; işgal altındaki Irak'ta emperyalist vahşet tüm çıplaklığıyla halen sürmekteyken yukarıda dillendirilen iddiaların gerçek olabileceğine inanmak saflıktan da öte düpedüz aptallık, hatta ihanettir. ABD'nin İslam dünyasına vaad ettiği özgürlüğün asli mahiyetini bilmek isteyenler Cenin vahşetinin, Cenk Kalesi katliamının, Şibirgan'da konteynırlarda havasız bırakılmak suretiyle boğulan yüzlerce esirin, Guantanamo hukuksuzluğunun, Ebu Gureyb işkencelerinin fotoğraflarına bir daha baksınlar, eğer unutma gafletine düşmüş iseler!

Irak'ta batağa saplandığının belirginleşmesi ile birlikte ABD yönetiminin daha yüksek sesle dillendirmeye başladığı Büyük Ortadoğu, daha sonra yeniden tanımlandığı şekliyle Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, demokrasi ve özgürlük vaadlerine karşın özünde bölgenin yeniden planlanması projesidir. Öncelikli hedef Batı karşıtı, anti-emperyalist yönetimlerin devrilmesidir. Silahlı müdahalenin maliyetinin ağır olduğunun anlaşılması ile birlikte farklı araçların tercih edilmesi ön plandadır. Bu amaçla başta İran, Suriye, Lübnan gibi ABD ve İsrail çıkarlarına tehdit teşkil eden rejimlerin gerek uluslar arası kuşatma gerekse de içeriden kışkırtılan tepkilerle sıkıştırılması hedeflenmektedir.

ABD çıkarlarıyla uyum içinde olan fakat despotik bir anlayışla yönetilen rejimlere karşı ise görünürde araya mesafe koyma, zaman zaman eleştiriler yöneltme gibi politikalar uygulanmaktadır. Burada iddia edildiği üzere bu ABD bu işbirlikçi yönetimlerin değiştirilmesini değil, tabanlarının kuvvetlenmesini hedeflemektedir. Bu yüzden Özbekistan diktatörü Kerimov'a, Mısır Firavunu Mübarek'e ya da Suudi hanedanına arada bir demokrasi hatırlatmalarının yapılmasının ya da muhalif güçlerin siyasi arenada bulunmalarına izin verilmesi için düzenlemeler yapılması çağrılarında bulunulmasının bu rejimlerin gözden çıkarıldığı manasında değerlendirilmesi büyük bir abartıdır.

ABD yönetimi adı geçen ülkelerde ve benzerlerinde kontrollü bir değişimden yanadır çünkü aksi halde patlamaların gerçekleşmesinden ve buralarda iktidarın tümüyle yabancı, belki de düşman güçlerin eline geçmesinden korkmaktadır. Mübarek yönetimine muhalif liberal politikacı ve aydınlarla görüşmenin, Özbekistanlı rejim muhalifi Muhammed Salih'e göz kırpmanın ya da Suudi yönetimine reform tavsiyesinde bulunmanın pratikte köklü bir politika değişikliği içermediği açıktır. Bu şekilde ikili bir amaç gözetilmektedir: Hem söz konusu ülke rejimleri bir yandan kısmi, kontrollü bir değişime; aynı zamanda da daha fazla işbirliği ve tavize zorlanmaktadırlar.

Muhalif Kimlikli Oluşumları Bekleyen Büyük Tehlike

Bu noktada İslam coğrafyasında statükoya muhalefet eden ve despotik-oligarşik rejimlerin yıkılmasından yana muhalif hareketler, oluşumlar, şahıslar ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Muhalif güçlerin emperyalist politikalarla kuşatılma altına alınmasına yönelik çabalar giderek hız kazanmaktadır. Bu şekilde muhaliflerin emperyal değişim projelerine eklemlenmesine ve giderek tümüyle içlerinin boşaltılmasına çalışılmaktadır. Her kesimden muhalifler için ciddiyet arzeden bu gelişme İslami hareketler açısından ise düpedüz bir varlık-yokluk meselesidir. Ortadoğu'ya yönelik emperyalist saldırganlığın yoğunlaşmasına paralel olarak İslami oluşumları bekleyen zorluklar da artmakta, imtihan ağırlaşmaktadır.

İslami kimlikli hareketler ya da şahıslar ilkeli davranmak ve muhalif kimlik sahibi olmanın gerektirdiği her türlü bedeli ödemeye hazır olmak durumundadırlar. Yerli despotizmler ile uluslar arası emperyalizm arasında tercihte bulunmak değil, her ikisine de kökten karşı çıkmak ve mücadele etmek zorundadırlar.

Burada sıkça öne sürülen bir demagojiye dikkat çekmekte yarar var. İslam dünyasında emperyal projelerden nimetlenmek arzusu taşıyan birileri ısrarla Saddam'ın (ve benzerlerinin) zulmünü gerekçe göstererek ABD müdahalesini mazur gösterme ya da müdahaleye pragmatik tutumla birtakım olumluluklar atfetme, en azından karşı çıkışların dozunu düşürme eğilimindedirler. Irak'ta Kürtlerin ve Şiilerin Baas diktası altında yaşadıkları zulümler gündemleştirilerek şu anki ortamın daha tercih edilebilir olduğu şeklinde tezler dillendirilmektedir.

Elbette kim yaparsa yapsın Müslümanlar olarak zulme tavır almak zorundayız. Saddam yönetimi altında Irak'ta milyonlarca insanın etnik ya da mezhebi kökenleri nedeniyle insanlık dışı baskı ve katliamlarla karşılaştıkları tartışılmaz bir gerçektir. Ne var ki, bu yapılanlara karşı çıkmak asla emperyalist müdahalelere şu veya bu biçimde meşruiyet tanımayı getirmemelidir. Müslümanlar ve hatta tüm muhalifler emperyalist işgal ve sömürü politikalarına ilkesel temelde karşı durmadıkça muhalif kimliklerinin, iddialarının ve taleplerinin bir karşılığı, bir anlamı olmayacaktır. Irak örneğinde gerçekleşen işgal olgusunun acımasızlığı, vahşiliği ve barbarlığı hiç yaşanmamış olsaydı bile emperyalist müdahale yine de reddedilmeliydi. Kaldı ki, emperyalist işgal güçlerinin yerli despotları gölgede bırakan barbarlıkları ortadayken fazla söze ne hacet!

Dün Saddam'ı (ve benzerlerini) sonuna kadar destekleyerek halklarımıza acılar yaşatan, savaşlara, katliamlara, yıkımlara sürükleyenlerin; işbirlikçilerinin bir zaman sonra denetimden çıkması ya da miadını doldurması üzerine bu kez aynı işbirlikçileri gerekçe göstererek bizi "kurtarma" projelerine girişmesindeki sahtekarlığı, ikiyüzlülüğü net biçimde görmek durumundayız. Endonezya'dan Fas'a kadar her yerde İslami hareketleri boğmaya çalışan, Müslüman halklara karşı savaş yürüten, Siyonist yayılmacılığın hamisi, işgalci ABD'nin hiçbir biçimde Müslüman ve mazlum bir halktan yana tavır alması düşünülemez. Zaten tüm bu acılar yaşanırken hiçbir Müslüman halkın da hem Ümmet kimliğine sahip çıktığını söyleyip hem de ABD ile dostluk sürdürmesi kabul edilemez.

İslami Hareketin Varlık Sebebi Emperyalizme Reddiyedir!

Gerek Afganistan'da Cemiyet-i İslami, gerekse de Irak'ta Hizbu'd Dava ve Meclis-i Ala gibi İslami kökenli hareketlerin işgalci ABD ile girdikleri ilişkiler neticesinde kimliksizleştikleri, iddialarından soyutlandıkları ve Müslümanlar arasındaki saygın konumlarını yitirdikleri acı bir gerçek olarak önümüzdedir. İlkeli olmanın ve tutarlı davranmanın önemi açıktır. Emperyalist işgalcilerle yürütülecek mücadelenin yöntemi ve araçları tartışılabilir belki ama işbirliği asla meşrulaştırılamaz, mazur gösterilemez. En temelde de hiçbir şarta bağlı olmaksızın ve neticesi ne olursa olsun emperyalist müdahalenin her çeşidi baştan reddedilmek durumundadır. Bu yapılmadığında her defasında birilerinin emperyalistlerin kuyruğuna takılması tehlikesine kapı aralanmış olur. Bilelim ki, her defasında o birileri kendi haklılıklarına dair bir dizi gerekçe, mazeret sunacaklardır.

Açık işgal ve katliam olgusunun yaşandığı Afganistan ve Irak gibi bölgelerde emperyalizmle işbirliğinin tanımlanması nispeten kolaydır. Oysa İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde emperyalist güçlerle işbirliği çok daha dolaylı araçlarla ve kamufle edilerek sürdürüldüğünden bünyeyi kemiren sinsi bir faaliyet mahiyeti arzetmektedir.

Emperyalistler İslam dünyasında kendi projelerini hakim kılmak için sadece mevcut iktidarları değil, alternatif olabilecek güçleri, her kesimden muhalifleri de yönlendirme çabası içindedirler. Bu amaçla çok farklı araçlar kullanmakta ve güçlülük propagandasına ağırlık vermektedirler. Unutulmamalıdır ki, emperyalizmin en önemli silahlarından biri de her şeye gücünün yettiği, elinin değdiği her şeyi dönüştürmeye muktedir olduğu propagandasıdır. Bu noktada dikkatli olmak gerekir. Tüm muhalif güçlerin emperyal projelere eklemlendiği, marjinaller haricinde karşı çıkan kimsenin olmadığı gibi iddialar açıkça propagandadır. Örneğin Özbekistan muhalefetinin ya da Mısır'da Müslüman Kardeşler hareketinin Mübarek yönetimine karşı ABD desteğini arkasına almaya çalıştığı, bunun için görüşmeler gerçekleştirdiği ve benzeri iddialar bu türden propaganda faaliyetinin bir parçası olarak görülebilir.

Özbek muhalif lider Muhammed Salih'in ABD desteğini arkasına almaya çalışması tüm Özbekistan muhalefetini ilzam edici bir tutum değildir. Muhammed Salih zaten başından beri liberal-Batı yanlısı bir şahsiyet olarak tanınmaktadır. Özbekistan'da Müslümanlar açısından gerçek muhalif hareket Özbekistan İslami Hareketi'dir. Özbekistan İslami Hareketi ise özellikle Afganistan'a yönelik 2001 yılında gerçekleşen işgalden beri ABD saldırısının odağındaki hareketlerden biridir. Bu harekete mensup onlarca Müslüman halen Guantanamo'da esir tutulmaktadır.

Öte yandan Mısır'da Mübarek yönetimine artan muhalefetin ABD ile irtibatının belirginleşmesi ile birlikte İhvan'ın da ABD ile işbirliği içine girdiği söylentileri ise iddia olmaktan öteye gitmemektedir. Bu şekilde hem rakipleri, hem yönetim Mısır'da kitlesel tabana sahip tek muhalefet hareketi olan İhvan'ı karalama kampanyası yürütmektedirler. Bu söylentiler aynı zamanda ABD'nin çıkarlarına da hizmet etmektedir. ABD tarafından herkesin kuşatıldığı, geçmişte köklü bir anti-emperyalist çizgi izleyen İslami hareketlerin bile savrulduğu iddiaları abartılı ve propagandif içerikli iddialar olarak hassas olmayı gerektirmektedir.

Mesnedi olmayan, propaganda unsuru belirgin iddiaları bir kenara bırakıp somut gelişmeler üzerinde yoğunlaşmak durumundayız. Bu noktada özellikle yaşadığımız ülkede vuku bulan olumsuzluklar, savrulmalar dikkatli ve seçici davranma sorumluluğunu belirginleştirmektedir. Yakın zamanlara kadar muhalif sayılan kimi çevrelerde İslami iktidar perspektifinin bulanıklaşmasına paralel tarzda gelişen bir anlayış olarak pragmatik tutum alışların güçlendiğini ve anti-emperyalist tutumun zayıfladığını izliyoruz. Siyasi yapılardan sivil toplum kuruluşlarına, iş çevrelerinden medyaya kadar "İslami camia"nın değişik kesimlerinde emperyal projeler kapsamında gündemleştirilen değişim programlarına hayırhah bakanların, ümit besleyenlerin hatta bunlara eklemlenmekte mahzur görmeyenlerin arttığını görüyoruz. Şüphesiz hükümet koltuklarında geçmişlerinde "İslamcılık" bulunan kadroların yer alması ve bu kadroların iktidara tutunmak maksadıyla "Büyük Şeytan"la her türlü işbirliğine yatkınlıkları bahsedilen olumsuzluğu pekiştirmektedir.

Emperyalist işgal ve katliamın en vahşi tarzda yürütüldüğü coğrafyalarda dahi İslami direniş güçlerinin ellerindeki sınırlı imkanlara ve güç merkezlerinin desteğinden yoksun olmalarına rağmen sürdürdükleri destansı mücadele Ümmet'in geleceği adına büyük bir kazanım, aynı zamanda da son derece öğretici, geliştirici bir ders sayılmalıdır. Buna karşın emperyalistlerle uzlaşarak, onların çerçevesini çizdiği programlarda rol alarak kendilerine alan açmak, hareket serbestisini genişletmek isteyenler ise aynı mantıkla davrananların bugüne dek özgürlük adına elde ettiklerinin sadece daha fazla bağımlılık olduğu gerçeğinden ders çıkartmalıdırlar. Emperyalist güçlerin sunduğu değişim programları özgürlük değil, her zaman kamufle edilmiş kölelik getirmiştir. Köklü bir değişim, topyekün bir dönüşüm arzu edenler bunun gerçekleşmesinin kimliğimize, inancımıza, değerlerimize ve bir bütün olarak özgün varlığımıza düşman güçler eliyle değil, zor ve bedel gerektiren bir süreçle mümkün olduğunu baştan kabul etmek durumundadırlar.