Filistin davası bugüne dek birçok lider gördü. Bunların başında Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni, İzzeddin el-Kassam, Abdülkadir el-Hüseyni, Ahmed Şukeyri, Ebu İyad, Ebu Cihad, Abdülaziz er-Rantissi, Şeyh Ahmed Yasin ve Yasir Arafat gelmektedir. Filistin'in bu liderlerinden bazıları silahlı direnişe adını yazdırırken diğerleri de uluslararası arenada Filistin mücadelesini verdiler. Bu yazımızda Mahmud Abbas öncesi Filistin davasının uluslararası arenada mücadelesini veren üç şahsiyetin hayatına yer vereceğiz. Bunlar; Hacı Emin el-Hüseyni, Ahmed eş-Şukeyri ve Yasir Arafat. El-Hüseyni, Şukeyri ve Arafat'ın kaderleri ilginç paralellikler gösterir. Her üçü de Arap liderleri tarafından kontrol altına alınmaya çalışılmış, buna müsaade etmediklerinde ise dışlanmış ve hainlikle yaftalanmıştır. Kısacası bu üç liderin hayatı, Ortadoğu tarihini biraz olsun okuyanlara Filistin davasının hakiki yönünü tüm çıplaklığıyla hatırlatır...
Filistin Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni
Birçoklarının belki unutmasalar da bugün adını hiç anmadıkları, "Filistin Ulusal Hareketi"nin kurucusu Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyin, bütün ömrünü Filistin davasına vermiş ender şahsiyetlerdendir.
Hacı Muhammed Emin Efendi, Kudüs'ün en tanınmış ailelerinden Hüseyni'lere mensup olduğu için el-Hüseyni olarak anılırdı. Kaybolan Filistin ve Kudüs'ün akıbetini âdeta görmüş, inanılmaz, masal âlemi gibi mücadele vermiş ve sadece Müslümanlara güvenmişti.
Hacı Emin el-Hüseyni, 1893 yılında Kudüs'te doğdu. 10 yaşında Kur'an-ı Kerim'i hıfzetmiş ve birçok İslâmi ilmi babasından ders alarak bitirmişti. Daha sonra, Türkçe eğitim yapan bir hükümet okulunda (İdadi) eğitimini sürdürdü ve Türkçesini çok iyi derecede ilerletti. Ayrıca, Kudüs'te el-Ferir medresesinde iki yıl Fransızca ders aldı. 1911 yılında Mısır'a giderek el-Ezher üniversitesine kaydoldu. Mısır'da bulunduğu yıllarda çağının tanınmış Müslüman yazarlarından Reşid Rıza'nın (1865–1935) kurmuş olduğu "Darü'd-Dâva vel-İrşad"daki derslere de iştirak etti. 1913 yazında, Hac'da annesine eşlik etmek için Kahire'den ayrıldı. Böylece çoğu zaman ismine eklenen saygın "Hacı" tabirini kazandı.
Hacı Emin el-Hüseyni, ani bir kararla eğitimin İstanbul'da Askeri Akademi'de idari veya askeri alanda sürdürme kararı alır. 1914 yılında İstanbul'da Mekteb-i Harbiyye'ye girdi, buradan kurmay subay olarak mezun oldu. I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle Osmanlı ordusuna katılır ve önce Çanakkale daha sonra İzmir cephesinde görevlerde bulunur. Hacı Emin cephede topçu birliğinde yer alır. Emin el-Hüseyni'nin Osmanlı Mebusan Meclisi'nde bulunan amcazadeleri aracılığıyla "Teşkilat-ı Mahsûsa"da görev aldı. Balfour Deklarasyonu'nun ilanıyla birlikte Teşkilat-ı Mahsûsa tarafından Filistin'e gönderilir.
Osmanlı, Filistin ve Kudüs'ü terk ettikten sonra, 1920 yılında İngiliz Mandaterliği ve Yahudi göçü aleyhtarı isyanları teşvik ettiği gerekçesiyle suçlandı. Daha o yıl yirmi yıla mahkûm oldu. Fakat Arapları uyarabilecek bir kişi olduğunu gösterebilmişti. 21 Mayıs 1921'de üvey kardeşi Kudüs Müftüsü Kamil el-Hüseyni'nin ölümü üzerine Hacı Emin el-Hüseyni genç yaşta müftülük makamına seçildiği zaman, dağlarda İngilizlerle Yahudilere karşı teşkilât kurmakla meşguldü. İngilizler başkaları gibi onu da avlayabileceklerinden emin, bu tayine muhalefet göstermediler. Kızıl sakallı olduğu için yabancılar ona, Barbarossa diye de lakap takmışlardı.
O sırada İngilizlerin Filistin Yüksek Komiseri Yahudi asıllı Sir Herbert Samuel'di. Bu zat el-Hüseyni'yi kendisine bağlamak için çeşitli kombinezonlar çevirdi. Evvela el-Hüseyni'nin cezasını affetti, üstelik Filistin Müftülüğü'ne seçilmesine ses çıkarmadı. El-Hüseyni Kudüs Müftüsü idi ama aslında bu Filistin Müftülüğü olarak geniş alandaki sınırı olan görevdi. Böylece el-Hüseyni Yüksek İslâm Konseyi'nin de başına geçmiş Osmanlı vakıflarının gelirlerini dilediği gibi kullanmak görevini yüklenmişti. El-Hüseyni hiçbir vakit taviz vermedi, ona insafsızca hücum ettiler. Müslümanlara da zulüm ediyor dediler. Üstelik vakıf paralarını çarçur ettiğinden şikâyet edildi ve kendisine iftiralar atıldı. 1928 ve 1929 yıllarında Yahudilere karşı Müslüman halkın ayaklanmasında oynadığı rol onu tartışmasız Filistinlilerin lideri yaptı.
Dünyanın istenmeyen çocuğu Filistin, 1930'larda bir yandan İngiliz mandasıyla, bir yandan da gittikçe artan Yahudi göçleriyle mücadele ediyordu. Bu savaşımın önderliğini Hacı Emin el-Hüseyni yürütüyordu. İslâm ülkelerinin hemen hepsini gezme imkanı bulan el-Hüseyni, İslâm âleminin Filistin sorununa kayıtsız kalmaması için uyarıyordu. El-Hüseyni en büyük maddi ve manevi desteği Hindistanlı Müslümanlardan gördü. 1936 yılında İngilizlere karşı başlatılan ilk büyük direnişin öncüsüydü. Çünkü İngilizler inanılmaz ölçüde Musevileri Filistin'e sokarak Arapların oranını azaltma yollarına başvuruyorlardı. Osmanlılardan sonra el-Hüseyni mücadelesini âdeta desteksiz sürdürdü. Ürdün'de İngiliz lejyonunun başı Glubb Paşa, bu girişimlere köstek oluyor, desteklemek için Ürdün'e yön verdirmiyordu. 1936 Filistin direnişi nedeniyle, İngiliz Yüksek Komiseri, O'nu görevinden azletti. El-Hüseyni Mescid-i Aksa'ya sığındı. Buradan hareketleri idare etmeye başlarken, kendisini destekleyenler ise, Mescid-i Aksa'ya kimseyi yaklaştırmadı. İngiliz Yüksek Komiseri olan Musevi asıllı idareci ve ekibi direnişi bastırmıştı. Direnişe öncülük edenlerin hepsi teker teker tutuklandı. El-Hüseyni Mescid-i Aksa'dan kaçmayı başararak, Lübnan'a geçti. Lübnan Fransız idaresinde bulunuyordu. Fransızlar İngilizlerin Filistin'deki tutumlarından memnun kalmayacağından el-Hüseyni'ye karşı hasmane tavır geliştirmediler.
Emin el-Hüseyni, mücadelesi esnasında Yahudi terör örgütleri olan Hanagah, Irgun ve Stern'in her lahza aradıkları ve hayatına kastetmek istedikleri biriydi. 2. Dünya Savaşı çıktığında Müftü'nün mücadelesi adeta zirveye ulaşır. El-Hüseyni Bağdat'a geçmişti. Irak'ta Raşid Ali harekâtını idare eden odur. Almanlar Türkiye üzerinden Raşid Ali isyanına yardım göndermek isterlerken, İngilizler isyanı bastırdılar. Raşid Ali isyanında Irak Hükümeti, İngiltere'ye savaş ilan etmişti. Türkiye sınırlarını Almanlara kapatınca, yardım alamayan Raşid Ali taraftarları yenildiler. İngiliz güçleri tarafından Irak tekrar işgal edilince el-Hüseyni Tahran'a geçti. Rus, İngiliz ve Amerikan kuvvetleri İran'ı istilâya başlayınca, Müftü Türkiye'ye gelmek istemiş fakat bu isteği Halk Partisi hükümeti tarafından reddedilince, çarnaçar Türkiye, Bulgaristan ve İtalya üzerinden 1941'de Berlin'e gitmek zorunda kalmıştı. Mayıs 1945'e kadar Berlin'de kaldı. Hacı Emin el-Hüseyni bu dönemde iki kez Hitler ile görüşme imkânı buldu. Görüşmelerinde konular genelde dünyanın gidişatı ve İslâm üzerine yapılıyordu. El-Hüseyni Hitler'in ikinci görüşmesinde kendisine, "Ben ne Bolşevik Rusya'dan, ne Amerikan emperyalizminden ne de Yahudilerden korkmuyorum. Fakat en büyük korkum İslâm'ın gücüdür" dediğini hatırlatır.
Hacı Emin Berlin'de iken Avrupa, Sırpların Boşnakları katlettikleri haberleri ile sarsılır. Müftü, hiçbir askeri gücü bulunmayan Boşnakların katliamdan tek kurtuluş yolunun düzenli bir ordu kurmaları olduğuna karar verir ve Almanya'dan Boşnak ordusunun kurulması için askeri yardım ister. Aldığı yardım ile Bosna'ya giden Müftü burada bir yıl içinde düzenli bir Boşnak ordusu kurar ve böylece Boşnaklar büyük bir katliamdan kurtulmuş olurlar. Hatta savaş sırasında Yugoslav Müslümanlarının Tito'ya karşı direnişleri içinde o bölgede yaşadığı hesaplanırsa, Filistin uğruna yaptığı çabaların değeri daha iyi anlaşılır.
Hacı Emin el-Hüseyni İkinci Dünya Savaşı'nın sonucu belli olmaya başlayınca Fransa'ya kaçtı. Ancak Fransızlar tarafından tutuklanarak Paris'te bir yıl boyunca göz hapsinde kaldı. Bu sırada İngiltere, Yugoslavya ve Amerika, Emin el-Hüseyni'nin savaş suçlusu olarak yargılanması için teslim edilmesini istedilerse de Fransa onu vermeyi reddetti. Emin el-Hüseyni sonunda Mısır'a kaçmayı başardı (1946).
Birleşmiş Milletler (BM) teşkilâtının 29 Kasım 1947 tarihinde benimsediği Filistin taksim planı uygulanmaya başlandı. Ürdün ve Mısır'ın Filistinlilere ihanetinin ardından, Yahudiler İngilizlerin de desteğiyle Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler. 1948'de Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra 1 Aralık 1948 tarihinde Gazze'de toplanan I. Filistin Halk Meclisi'ne başkanlık eden Emin el-Hüseyni, işgal altındaki toprakların kurtarılması ve Yahudilere karşı mücadelenin yürütülmesi amacıyla Genel Filistin Hükümeti'nin kurulduğunu ilan etti. Merkezi Kahire'de bulunan bu hükümetin faaliyetleri kısa bir süre sonra Mısır hükümeti tarafından engellendi ve Mısır'dan kovuldu. El-Hüseyni sonra Suudi Arabistan'dan İstanbul'a kadar uzanan geniş bir gizlenme devresi oldu. Araplar ise el-Hüseyni'nin kahramanca mücadelesine hayran kalmışlardı. İsrail devletinin kurulmasından sonra Arap ülkeleri, Filistin sorunun İslâm ekseninde değerlendiren el-Hüseyni'yi diskalifiye etmenin yollarını arıyorlardı. Arap ülkelerinin güdümüne girmek istemeyen el-Hüseyni sonunda batı ülkelerinin desteğiyle Mısır ve Ürdün tarafından Filistin liderliğinden entrikalarla alındı.
Emin el-Hüseyni, 1951'de kırk beş İslâm ülkesinin katılmasıyla Karaçi'de toplanan Dünya İslâm Kongresi'ne başkan seçildi. 1955 yılında Endonezya'da toplanan Bandung Konferansı'na başkanlık ettiği bir heyetle Filistin adına katıldı. Kahire'den sonra faaliyet merkezini 1959'da Beyrut'a taşıyan Emin el-Hüseyni siyasi çalışmalarını burada sürdürdü. 1962 yılı Mayısında otuz yedi İslâm ülkesinin iştirakiyle Bağdat'ta toplanan Dünya İslâm Kongresi'ne başkanlık etti. Yine aynı yıl Mekke'de kurulan "Râbutatü'l-Âlemi'l-İslâmi" teşkilâtına kurucu üye olarak katıldı. 1967'de otuz yıldan beri ayrı kaldığı Kudüs'e döndü. İsrail ile doğrudan görüşmelerin uygun olmayacağını, bu toprakların Filistin'e ait olduğunu ve geri alınması için gerekirse harp edilmesi fikrini hayatı boyunca taşıdı. 4 Temmuz 1974 tarihinde Beyrut'ta vefat etti. El-Hüseyni, Nazi ve Hitler hayranı değildir, öyle göstermek isteyenler yanılmaktadır. Kurmaysız, parasız ve vatansız bir ortamda mücadele verdi. İngilizlerin bir türlü bulamadıkları el-Hüseyni, uzunca bir süre Türkiye'deki dostlarının yanında gizlendi. Onun hayat hikâyesi ve mücadelesini unutturmak isteyenler ne kadar çok olursa olsun, izlediği yol daima takdir görecektir.
FKÖ'nün İlk Kurucu Lideri Ahmed Eş-Şukeyri
Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni sonrası Filistin mücadelesinin uluslararası arenadaki en önemli siması Ahmed eş-Şukeyri'dir. Ahmed eş-Şukeyri 1908 yılında Lübnan'ın güneyindeki Tebnin beldesinde dünyaya geldi. Bir Türk anneden doğma Şukeyri'nin babası Es'ad eş-Şukeyri, Osmanlı siyasetine muhalif olduğu için burada saklanıyordu. Şukeyri daha sonra annesi ile yaşamak için Tulkerm'e intikal etti. Ardından Akka'ya taşındılar. 1916 yılında Emiriye medresesinde ilk eğitimini aldı. Ailesinin Kudüs'e taşınmasının ardından 1926 yılında lise eğitimini orada tamamladı. Daha sonra Beyrut'taki Amerikan Üniversitesi'ne girdi. Burada Milliyetçi Arap Hareketleri ile bağı güçlendi. "Urvetu'l-Vuska" cemiyetinin en aktif üyesiydi. Bu üniversitede bir yılı doldurmadan Lübnan'daki Fransız mandaterliğini protesto eden tüm gösterileri organize ettiği gerekçesiyle, Fransız sultasının 1927'de aldığı kararla Lübnan'dan uzaklaştırıldı. Yine, Kudüs'e dönen Şukeyri, burada Hukuk fakültesine yazıldı. Aynı zamanda "Mir'atu'ş-Şark" adlı gazetenin editörlüğünü yaptı. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra, Filistin İstiklâl Partisi kurucularından avukat Avni Abdulhadi'nin bürosunda çalışma imkânı buldu. Şukeyri bu büroda çalıştığı yıllarda Filistin'e sığınan Suriye inkılâbının önemli liderleri ile tanıştı ve onlarda etkilendi.
Şukeyri 1936–1939 yılları arasında cereyan eden Büyük Filistin Ayaklanması'na iştirak etti. İngiliz mahkemesi önünde esir Filistinlilerin haklarını savundu. Eylül 1937 yılında Blodan Konferansı'na katıldı. Daha sonra Filistin'den ayrıldı ve bir müddet Mısır'da bulundu. İkinci Dünya Harbi'nin başında (1940) babası vefat edince Filistin'e döndü ve burada kendisine ait bir avukatlık bürosu açtı. Yabancı başkentlerde Arap bürolarının açılması kararının alınmasından sonra, Washington'daki Arap Basını Bürosu'nun başına getirildi. Daha sonra Kudüs'teki Arap Basını Merkezi'nin başına atandı. 1948 yılına kadar bu merkezin başkanlığını yaptı. Ardından Lübnan'a göçe zorlandı ve Beyrut'a yerleşti.
Suriye yönetimi, Suriye uyruklu taşımasından dolayı Şukeyri'nin tecrübelerinden istifade etmek amacıyla 1949–1950 yılları arasında onu Birleşmiş Milletler'e Suriye delegesi olarak atadı. Şukeyri 1950 yıllarının sonunda Kahire'ye döndü ve 1957 yılına kadar Arap Ülkeleri Birliği genel sekreterliği yardımcılığında bulundu. 1957'de de Suudi Arabistan Şukeyri'yi BM işlerinden sorumlu devlet bakanlığının başında getirdi, bir müddet sonra da BM'deki daimi elçisi olarak atadı. Şukeyri, BM'de çalıştığı dönemlerde Filistin sorunu ve Kuzey Afrika ülkelerinin sorunlarıyla da yakından ilgilendi. Arap Ülkeleri Birliği'ndeki Filistinli temsilci Ahmed Hilmi Abdulbaki'nin vefat etmesinin ardından, Arap liderleri ve kralları onu Hilmi'nin yerine seçtiler.
Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak'tan oluşan Arap devletleri, Ocak 1964'te toplanan ilk Arap Konferansında "Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde örgütleme" kararı aldılar ve bu doğrultuda Ahmed eş-Şukeyri, Filistin halkının temsilcisi olarak ilan edildi. Şukeyri'ye Filistinliler ile bağlantı kurması ve bir sonraki konferansa konuyla ilgili rapor hazırlanması teklif edildi. Şukeyri, Arap devletlerindeki Filistinlileri ziyaret etti, 28 Mart ve 2 Haziran 1946 yılları arasında inşa edilen ilk Filistin Halk Meclisi üyelerini tekrar biraraya topladı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)'nün temellerini attı ve FKÖ'nün yönetim kurulunu oluşturdu. İlk toplantıda Şukeyri, FKÖ'nün başına seçildi ve 15 kişilik bir yönetim kurulu oluşturdu. 5 Eylül 1964 tarihindeki ikinci Arap kongresinde Şukeyri, Filistin'in kurtuluşunun tahakkuku için iki yönlü bir çalışma (askeri ve siyasi) içine girdiklerini ve bu konuda hazırladığı raporu Arap liderlere takdim etti. Arap kongresi Şukeyri'nin hazırladığı raporu uygun buldu ve Filistin örgütüne maddi yardım yapılmasını onayladı. Kongrenin ardından Şukeyri, Arap ülkelerinde ve yabancı ülkelerde örgütün siyasi bürolarını açmak için harekete geçerken diğer taraftan da Filistin Kurtuluş Ordusu'nun askeri birimlerini bina ediyordu. Örgütün yönetim kurulu'nun merkezi Kudüs'teydi.
Diğer taraftan Filistin'in kurtuluşunun ancak silahlı mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde ve Yasir Arafat önderliğinde, 1958'de, Kuveyt'te, Fetih örgütü kurulmuştu. Bu örgüt 1965 yılında ilk silahlı eylemini gerçekleştirmiş ve bu tarihten sonra otoritesi iyice artmıştı. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların yenilmesi üzerine, kuruluşundan beri FKÖ'nün başkanlığını yürüten Şukayri istifa etti. Gazze, Batı Şeria, Sina Yarımadası ve Suriye'ye ait Golan Tepeleri İsrail'in eline geçti. 1 milyondan fazla Filistinli komşu Arap ülkelerine ve özellikle de Ürdün'e kaçtı. 1967 Savaşı'nın Araplar için büyük bir felaketle sonuçlanması sonrasında yeniden silahlı mücadeleye dönüşü savunan iki isimden (diğeri Arafat) biri Şukayri'ydi. Hartum'daki konferansta 'üç hayır' politikasının benimsenmesinde başrolü oynamıştı (Görüşmeye, uzlaşmaya ve tanımaya hayır). Bundan sonra hakkında başlatılan medya kampanyası karşısında istifa etmek zorunda kalan FKÖ'nün ilk başkanı yerini Yahya Hammudi'ye bırakmış olsa da Arafat'ın bu başkanlığı alması için gayret sarf ettiği de bilinmektedir.
1967 Kasımı'nda George Habbaş'ın Filistin Halk Cephesi kuruldu. 1968 Kasımında aralarında Fetih'in de bulunduğu pek çok gerilla grubu FKÖ'nün Meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yasir Arafat FKÖ'nün başkanlığına getirildi. Arafat, FKÖ'deki başkanlığını devralırken Şukayri'yi hainlikle suçlamıştı. Bu tarihten sonra FKÖ'nün politikası değişmeye başladı ve daha mücadeleci bir örgüte dönüştü. Fetih, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların eşit haklara sahip olduğu demokratik, laik bir Filistin devleti kurulmasını önerdi. Yine pek çok Filistinli lider Mısır'ın İsrail'le yaptığı 1979 Camp David Anlaşması'nı benimserken Şukayri, Arafat'ın başını çektiği "bu anlaşmaların Filistin Davası'na yapılabilecek en büyük ihanet olduğu" tezinin savunucuları arasındaydı. Kaderi Arafat'la ilginç bir paralellik gösteren Şukayri Arafat'ın bir müddet sonra sürgün olarak gönderileceği Tunus'ta geçirdiği birkaç aylık bir rahatsızlıktan sonra 1980 yılında Amman'da öldü. Vasiyeti gereği Filistin ülkesine en yakın olabildiği Ürdün Vadisi'ne gömüldü.
Filistin'in Efsane Lideri Yasir Arafat
Yarım yüzyıldır süren kavganın, en önemli tanığı ve tarafı kuşkusuz Yasir Arafat'tır. Onlarca yıldır, bağımsız Filistin devletini kurma mücadelesine liderlik eden Yasir Arafat, 27 Ağustos 1929'da doğdu. Doğum yeri Kudüs olarak belirtilen Arafat'ın genel kanaate göre Kahire'de doğduğu ifade ediliyor. Asıl adı Muhammed Abdurrauf el-Kudva el-Hüseyni olan, ama tüm dünyada Yasir Arafat olarak bilinen, Ebu Ammar (kurucu) lakaplı Filistin liderinin babası 1927 yılında Kahire'ye işinden dolayı yerleşmişti. Tüccar olan babasının işleri sebebiyle 5 yaşına kadar hayatının büyük bölümü Kahire'de geçti. Annesinin vefatından sonra yine Kudüs'e dayısının yanına döndü. 6 kardeşi olan Arafat'ın babası Abdürrahman Bey eski bir Osmanlı zabiti idi. 1937 yılında eğitimini tamamlamak için tekrar Mısır'a ailesinin yanına döndü. Arafat gençliğinde neşeli ve enerji doluydu. Arafat'ı gençlik yıllarında tanıyanlar, "doğal bir siyasetçi" ve aynı zamanda bir "işkolik" olduğunu söylüyor.
Gençlik yıllarından hatırlanan bir başka özelliği ise lider olma yönündeki tutkusu. Çevresindekileri kolayca etkileyebilen Arafat, Kahire Üniversitesi'nde okurken, Filistinli Öğrenciler Birliği'nin lideri seçildi. Uluslararası toplantılarda Filistin sorununun sözcülüğünü yapmaya, daha o zamanlar başladı. Şukeyri ile Arafat'ın yolları daha Arafat'ın Kahire'de Filistinli Öğrenciler Birliği'nin başkanlığını yaptığı dönemde birleşmişti. Ancak o dönemde Şukeyri Suudi Arabistan adına çalışıyor ve Arap Ligi adına Filistinli öğrencilere burs verilmesi için çaba gösteriyordu. Buna karşılık Arafat Mısır'da yeni yeni ünlenmeye başlayan bir öğrenci lideriydi. Arafat, hâlihazırda Kahire'de Kral Fuad üniversitesi adıyla bilinen üniversitenin mühendislik bölümünden 1951 yılında mezun oldu. Mezuniyetinin ardından bir müddet Mısır'da çalışan Arafat, daha sonra Kuveyt'e gitti ve orada inşaat mühendisliği yaptı.
1958 yılında Kuveyt'te sürgünde bulunan Filistinlilerle, daha sonra Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile birlikte en büyük grubu oluşturacak olan Fetih örgütünü kurdu. Filistinlilerin bağımsızlık hareketi başta Arap ülkelerinden destek görmedi. Arafat'ın liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bunun üzerine silahlanarak, ses getirmek için uçak kaçırma eylemleri düzenledi ve başka birçok şiddet eyleminde bulundu. 1964'te Arafat, Kuveyt'ten ayrılarak Ürdün'e geçti. Fetih üyeleri de buradan İsrail'e baskınlar düzenlemeye başladı. Arafat, örgütün, İsrail topraklarına düzenlediği vur-kaç eylemlerinde, bizzat yer aldı. Çoban, tüccar, Pakistanlı işadamı, hatta yaşlı bir kadın kılığında İsrail topraklarına baskınlar düzenlerken, Muhammed'in kod adı, "Ebu Ammar"dı.
1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonraysa, artık O bir efsaneydi. Mısır lideri Cemal Abdu'n-Nasır, bu genç adamı desteklemeye başladı. Onu, Mısır heyetinin bir üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne götürdü. Arafat'ın 1968'te Filistin Kuruluş Örgütü'nün (FKÖ) liderliğine seçilmesi, Fetih'i fiilen FKÖ'nün merkezine oturttu. Lider olma tutkusu eleştirilse de, Arafat Filistin sorununu daha önce hiç olmadığı kadar çok dünya gündemine çıkarmayı başaran isim oldu. İki önemli ilkeye, sıkı sıkıya sarıldı: Bu ilkelerden birincisi, Filistin hareketinin, herhangi bir Arap ülkesinin denetimi altına sokmamaktı. Bu nedenle, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'la, sürekli karşı karşıya geldi. İkinci önemli ilkesiyse, komünistlerden, radikallere kadar farklı Filistinli grupları birarada tutmaktı. Bunun için de, onların disiplinsizliğe varan davranışlarına göz yumdu. Araplar, İsrail'e karşı 3 kez silahlı mücadeleye kalkıştılar. 1949 ve 1967'de bariz bir şekilde yenildiler. 1973 savaşı ise ortadaydı.
Filistinli grupların bu disiplinsizliği, Ürdün'de iç kargaşaya yol açtı. Ürdün güvenlik güçleriyle, Filistin örgütleri arasında yaşanan kanlı çatışmalar, tarihe, "Kara Eylül" olarak geçti. 1970'te FKÖ, Ürdün'den Lübnan'a taşınmak zorunda kaldı. Bu dönemlerde, Arafat'ın ilk diplomatik başarısı, 13 Kasım 1974'de Birleşmiş Milletler'e davet edilmesiyle gerçekleşir. BM kürsüsünde yaptığı konuşma sırasında bir zeytin dalı ve bir silah sallar. Böylece barışın dikenli yoluna işaret eder sanki.
Filistin halkı ve örgütleri İsrail zulmünden kaçmak için Lübnan'a sığınıyorlardı. Ancak, bu gelişme, Lübnan'daki etnik dengeleri bozdu. Patlayan iç savaş, yıllarca sürdü. İsrail, kargaşa içindeki Lübnan'ı işgal etti. Arafat, o günlerde, bugünün İsrail başbakanı, o zamanların savunma bakanı Ariel Şaron'un elinden kurtulmak için, sürekli hareket eden bir araçta yaşamak ve sonunda, Lübnan'dan da çıkmak zorunda kaldı. Şaron 1982'de Lübnan'daki Birleşmiş Milletler gözetimindeki Şabra ve Şatilla mülteci kamplarına düzenlediği saldırılarda 3 bin Filistinliyi katletti. Arafat'a ve hareketine, bu kez, Tunus kucak açmıştı. Böylece, 1982 yılında Uluslararası kuruluşların himayesinden Tunus'a gitti. Tunus'ta İsrail'in hava akınlarına ve ölüm timlerinin saldırılarına hedef oldu. Arafat, en yakın arkadaşı Ebu Cihad'ı da, İsrail özel kuvvetlerinin yaptığı bir baskında, Tunus'ta kaybedecekti. Bu saldırıların yanı sıra, uçağının Libya Çölü'ne düşmesinden ve uğradığı felçten de kurtuldu.
1987'de Filistinli gençler taşlara sarıldı ve "İntifada" yani "Direniş" hareketi başlamış oldu. Taşlarla mücadele edemeyen Yahudiler, diplomasi masasına döndüler. İntifada hareketinin en sıcak günlerinde, Arafat, tarihi bir adım attı. 1988'de Filistin Devleti'nin kurulduğunu ve başkentin Kudüs olduğunu ilan etti. Ayrıca geçici hükümeti Cezayir'de kurduklarını deklere etti. Bu dönemde Arafat mücadelesini siyasi arenaya çekti. Filistin devletinin ilanından bir ay sonra, BM'de yine, tarihi açıklamalar yaptı. İsrail'in, "güvenlik içinde var olma hakkını tanıdıklarını", "terörün her şekline karşı olduğunu" ve "Ortadoğu'da İsrail ve Filistin'in barış içinde yaşaması gerektiğini" söyledi. Bu açıklamadan birkaç saat sonra Amerikan yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgütü'nü, Ortadoğu sorununun taraflarından biri olarak tanıdığını ilan etti. Birçok dünya devleti de Filistin'i müstakil devlet olarak kabul etti.
Arafat daha çocukluğunda ailesinden kopmuş, kaderin kendisini kopardığı öz annesinden sonraki iki annesiyle de bir türlü geçinememişti. Özellikle ilk üvey annesi ve kendisine bakmakla yükümlü olan ablası İnam'ın sert tutumları onu kadınlardan uzak tutmaya itmişti. Uzun yıllar bekâr yaşayan Arafat, 1990 yılında Hıristiyan kökenli eşi Süha et-Tavil ile evlendi. Eğitimini Sorbonne'da tamamlayan Süha, Yasir Arafat'la 20'li yaşlarının başında Ürdün'ün başkenti Amman'da tanıştı. O sırada Tunus'ta sürgünde olan Arafat, Süha Arafat'ı FKÖ'de halkla ilişkiler uzmanı olarak çalışmaya çağırdı. Süha daha sonra Arafat'ın ekonomi danışmanı oldu. 1990'da 61 yaşındayken evlenen Arafat'ın 1995 yılında Paris'te kızı Zehva dünyaya geldi. Kısa zamanda çocuğuyla birlikte Avrupa başkentlerinde yaşamaya başlayan Süha Arafat, Filistin davasının müzmin bekârını yine davasıyla baş başa bıraktı. Arafat, Ramallah'taki karargâhında ev hapsinde iken eşi Süha Paris'te yaşıyordu.
Bazı, siyasi yorumcular, Arafat'ın 1990 İkinci Körfez Savaşı'nda Irak'ın yanında yer almasını en büyük hatalarından biri olarak görüyor. Çünkü Arafat, Kuveyt'i işgal eden Saddam Hüseyin'in yanında yer alınca, petrol zengini körfez ülkelerinden gelen ekonomik desteği, bir anda kaybetti. Savaştan sonra Ortadoğu'da dengeler değişti. Beyaz Saray'ın zoruyla, Ortadoğu barışı için görüşmeler başladı. Madrid'de açık açık, Oslo'da gizliden gizliye yürütülen görüşmeler, 1993'te sonuç verdi. Oslo'da varılan, Washington'da imzalanan anlaşmayla, İsrail Başbakanı İzak Rabin, İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Filistin Lideri Yasir Arafat, Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü.
Arafat 27 yıl sürgünde kaldıktan sonra, 1 Temmuz 1994'te Filistin Ulusal Yönetimi'nin başkanlığını üstlenmek üzere Gazze'ye döndü. 1993 Ekim'inde FKÖ Merkez Komisyonu'nca yapılan bir oylamayla bu göreve getirilen Arafat'ın bu unvanı, 1996'da yapılan bir halkoylamasıyla da teyit edildi. Arafat'ın hedefi her zaman Filistinliler için bağımsızlık ve kendisi için de devlet başkanlığı oldu. 24 Eylül 1995 yılında Taba anlaşması ve 28 Eylül 1995'de de II. Oslo Anlaşması Washington'da imzalandı. Arafat ve İzak Rabin'in imzaladığı II. Oslo anlaşmasına gözlemci olarak ABD Başkanı Clinton, Ürdün Kralı Hüseyin ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek katıldı. 23 Ekim 1998 İsrail ile Filistin arasında Wye River Memorandumu imzalandı. Buna göre İsrail, Filistin polisinin barış süreci aleyhindeki hareketlere uygulanan baskıların artırılması karşılığında Batı Şeria'daki diğer %13'lük toprağı Filistin Yönetimine üç ay içinde devretmeyi kabul etti. Bill Clinton'un başkanlığı döneminde Temmuz 2000'de Camp David'de biraraya gelen Yasir Arafat ile İsrail Başbakanı Ehud Barak arasındaki görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı.
Camp David'deki başarısızlığın ardından dönemin Likud Partisi Genel Başkanı ve şimdiki İsrail Başbakanı Ariel Şaron 1000 askerle birlikte Haremü'ş-Şerif adıyla anılan bölgede Mescid-i Aksa'ya provokatif bir ziyarette bulundu. Bu olayın ardından Filistinlilerin protesto gösterileri arttı ve 28 Eylül 2000'de el-Aksa İntifadası olarak da adlandırılan İkinci İntifada başladı. Arafat 08 Ocak 2001 tarihinde Bill Clinton'un Filistin ve İsrail yönetimine sunduğu önerileri reddetti. 28 Ocak 2001'de Mısır'ın Taba kentindeki İsrail-Filistin görüşmeleri de başarısızlıkla sonuçlandı. 2002 Şubat ayının ortalarında çıkan bir çatışma yüzünden Şaron tarafından ev hapsinde tutulmaya başlayan Yasir Arafat, Ramallah'taki karargâhında İsrail ordusunun saldırıları ve denetimi altında iki yıl boyunca kaldı. İsrail hükümeti bu kuşatma sırasında karargâhın büyük bölümünü yerle bir etti, hatta zaman zaman Arafat'ın öldürülebileceği ya da sürgüne gönderileceği iddiaları gündeme geldi. Arafat'ın son sağlık problemleri 20 Ekim'de mide ağrısıyla başladı ve yardımcılarından birinin ifadesiyle Arafat "çok, çok hasta"landı. 29 Eylül 2004'te tedavi için Paris'e giden Arafat, 11 Kasım 2004'te öldü.
19. Asırdan Beri Devam Eden Mücadele
Bugün Siyonist Yahudilerin fikir babası Theodore Herzl'dir. Herzl 1896 yılında "The Jewish State" (Yahudi Devleti) adıyla neşrettiği kitabında İsrail devletinin rüyasını kuruyordu. Osmanlı Devleti'nin mali zorluklar içinde olduğunu gören Siyonistlerin lideri Herzl, dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamid'i Filistin'de Yahudi kolonizasyonları kurmak için ikna etmeye çalışmış ve onu ikna edebilmek için bir takım maddi yardım vaadlerinde bulunmuştu. Herzl bunun için 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan Abdülhamid'le görüşür. Ancak umduğunu bulamaz. Fakat buna rağmen II. Abdülhamid, Hıristiyan âleminde Yahudilere eziyet çekmelerini önlemek ve Osmanlı toprakları içinde onları yerleştirmek için bir "Muhacirin Komisyonu" kurdurmuş, ancak devlet kurmak amacıyla Filistin'de iskân edilmelerine şiddetle karşı çıkmıştı. O, Avrupa'daki zulümden kaçan Yahudilerin esas niyetlerinin Filistin'e yerleşip tarımla uğraşmayı değil, burada bağımsız bir devlet kurma emellerinde olduklarını anlamıştı. Bu sebeple Osmanlı hükümeti Filistin'e Siyonistlerin girişini önlemek için çeşitli tedbirler almış ve göçmenlerin Filistin'de arazi satın almalarını yasaklamıştı. Tüm bu çabalara rağmen 1918'de Filistin Osmanlı'nın elinde çıktı. Bölge İngilizlerin sömürgesi altına girdi. Nitekim 1917 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour'un kendi soyadıyla yayımladığı "Balfour Bildirisi"nde "Filistin'de Yahudi halkı için bir anavatan" oluşturulması öngörüyordu. İngilizler, Filistin'de bir Yahudi vatanı oluşturmakla bölgeyi kendi gözetimleri altında yönetmeyi, Amerika ve Rusya'daki Yahudilerin Birinci Dünya Savaşı'nda desteklerini almayı hedeflemekteydi. Ancak, Araplara verdikleri çelişkili vaadlerini unutuyorlardı. Benzerini bugün Amerika yapıyor.
Siyonistler bu olayların gelişmesi esnasında binlerce kişiyi gizlice Filistin'e sokuyorlardı. Filistin'e yerleştirilen Yahudiler burada Yahudi devleti kurma çalışmalarını hızlandırdılar. Bunun için 1920'lerde Hanagah, Irgun Zewai Leumi ve Sternbande adında çeşitli terör örgütleri kurdular. Birçok katliama ve suikasta adını yazdıran bu terör örgütleri, Filistin köylerini basıp Filistinlileri katlediyor ve göçe zorluyorlardı. Bu örgütlerin liderleri daha sonra 1948'de ilan edilen İsrail devletinin başkanları oldular. Geçmişte bu üç örgütle Filistinlileri yok etmeye ve asimile etmeye çalışan İsrail bugün "Devlet Terörü"ne başvurarak başka büyük hedeflerin peşinde koşuyor.
1948 yılında Yahudiler İsrail devletini ilan ettiklerinde, Filistin topraklarının %78'ini işgal eder konumdaydılar. Filistinliler kendi topraklarında azınlık durumuna düştüler. Filistin esas olarak Araplardan oluşan bir toplum köklerinden koparıldı ve yıkıma uğratıldı. Yaklaşık 700 bin civarındaki Filistinli de Yahudi katliamından kurtulmak için yurtlarını terk etmek zorunda kaldı.
1948'de İsrail devletini ilan eden İsrail, tarihi veya mandater Filistin olarak adlandırılan bölgenin yönetimini, 531 Arap köyünü yok ettiği ve insansızlaştırdığı bir süreçte ele geçirdi. Filistin topraklarını %78'i İsrail işgali altındaydı. Böylece, Filistinliler kendi topraklarında azınlık durumuna düştüler. Araplardan oluşan bir toplum olan Filistinliler, köklerinden koparıldılar ve yıkıma uğratıldılar. Yaklaşık 700 bin civarındaki Filistinli de Yahudi katliamından kurtulmak için yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu da Filistin nüfusunun üçte ikisini oluşturmaktaydı. O gün sürgün edilen Filistinlilerin çocukları bugün dört buçuk milyonluk nüfuslarıyla Arap dünyasına, Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika'ya dağılmış durumdalar.
Batı Şeria Ürdün'de, Gazze Mısır'da kaldı. Her iki bölge de 1967'de İsrail tarafından işgal edildi ve bugüne kadar da kuşatılmış bir durumda olan Filistin "otonomisi" altındaki birkaç alan dışında İsrail'in denetiminde kalmıştır. Başka bir deyişle İsrail 1948'de Filistin'in %78'ini 1967'de ise kalan %22'sini işgal etmiştir. Batı Şeria ve Gazze birlikte tarihi Filistin'inin %22'sini oluşturmaktadır ve bu, mevcut kavganın konusudur. Filistinliler daha önce kaybettikleri %78 için değil, kalan %22 için kavga veriyorlar. Kalan %22 içinde İsrail hâlâ Batı Şeria'nın %60'ını, Gazze'nin ise %40'ını kontrol ediyor. Yani ilerde bir gün bir Filistin devleti olacaksa bile bu devletin birleşik bir toprağı olamayacak. Geri kalan da küçük parçalara ayrılacak, İsraillilerin inşa ettikleri, Filistin bölgelerini çepeçevre saran yollarla kontrol edilecek. Batı Kudüs bu tartışmada yoktur; hâlbuki BM kayıtlarına göre 19.000 dönümlük Batı Kudüs'ün 11.190 dönümü Araplara 4.830 dönümü de Yahudilere aittir. Ancak, Arafat burayı Camp David'de İsrail'e peşinen vermiştir. Bu durum Filistinlilerin neden kendi topraklarında kapana sıkışmış olduklarını açıklamıyor mu? Bir de bunların üstüne İsrail'in inşa etmekte olduğu "Irkçı Duvar"ın Filistinlilerin hayatını nasıl yaşanılmaz hale getireceğini varın siz düşünün.
İsrail devletinin ilanından beri, İsrailliler kör ve nihayette aptalca saldırılarla Filistinlileri boğmaya çalışıyorlar. Ekonomik abluka uyguluyorlar ve aralıksız bir şekilde şehir ve kasabaları bombalıyorlar. Filistinliler bugüne kadar yüz binlerce şehid verdi. Hem de şehid edilen Filistinlilerin büyük çoğunluğunu çocuklar ve kadınlar oluşturuyor. Bunların yanı sıra, Filistinlilere ait, yüz binlerce ağaç köklerinden söküldü, binlerce hektar arazi istimlâk edildi ve on binlerce ev yıkıldı. Hâlâ milyonlarca insanın seyahat edemediği, beslenemediği, sağlık hizmetlerinden yararlanamadığı, günde iki üç Filistinlinin şehid edildiği, evlerin bombalandığı, buldozerlerle ağaçların köklerinden söküldüğü Filistin'de, Yahudi yerleşim birimleri kurulmaya devam ediyor.
Filistin topraklarının nasıl işgal edildiği ve oralarda nelerin yaşandığı anlaşılmadığı sürece, bugün yaşanmakta olanları ve Filistinlilerin içinde bulundukları durumu anlamak mümkün değil. Yine unutulmamalı ki, İsrail bugün dünyada resmi sınırları olmayan tek devlettir. İsrail ne yerleşim politikalarından ne de Filistinlileri kuşatma altına almaktan vazgeçecektir. Şiddetin kaynağı budur, temel sorunların kaynağı da budur ve bu yüzden İsrail hiçbir zaman gerçek bir barışa kavuşamayacaktır.
Filistin davasının entelektüel destekçilerinden Edward Said, Filistin sorunu üzerine yazdığı makalelerini derlendiği "Yeni Binyılda Filistin Sorunu" adlı kitapta şunları kaydetmektedir: "Bu bağlamda, terörizm Filistinliler açısından zayıf ve baskı altında tutulanların silahına dönüşmüştür. Son derece sınırlı ve münferittir, ama kendilerini her zaman kurban olarak göstermeye çalışan İsrailliler tarafından gülünç ölçülerde şişirilmektedir. Onlar bu çatışmada kurban değiller. Onlar ezenlerdir. Çoğu insan sanki iki eşit güç karşı karşıyaymış ve taraflardan biri, yani İsrail taciz ediliyormuş ve kurban konumundaymış gibi algılamakta, Arapların ve İsraillilerin yine kavgaya tutuştuklarını düşünmektedir."