Söylem seviyesinde çok önemsendiğine ve gayet değerli bulunduğuna dair güçlü bir imaj çizilmesine karşın eleştiri kültürü ve geleneğinin cılız seyrettiği bir toplumsal yapının mensuplarıyız. Gerek ferdî gerekse toplumsal eylemlerimizde, ilişkilerimizde, irtibatlarımızda tartışan, sorgulayan bir yaklaşım tarzının yaygınlığından söz etmek pek mümkün değil. Hem iç bünyemizle ve yapıp ettiklerimizle hem de yakın gördüklerimizle ilgili olarak sahiplenme, koruma, kollama kaygısıyla hatta kimi zaman aşikâr hale gelmiş birtakım yanlışlara, zaaflara karşı dahi bile açık tavır almaktan imtina eden, bunun getirebileceği riski ve sorumluluğu üstlenmeye yanaşmayan bir tutum İslami camianın safları arasında çok yaygın.
Oysa eleştiri her şeyden önce bir sorumluluk ve aynı zamanda da bir imkândır. Geliştirme, düzeltme, arınma yolunda mutlaka değerlendirilmesi, faydalanılması gereken bir zemin sunmaktadır. Zaman zaman niteliksiz, adaletsiz bir cedele dönüşme ihtimali taşımakla beraber muhataba kendisini toparlayabilme, yanlışlarını fark edip, tashih etme fırsatı sağlar. Yokluğu ya da eksikliği ise kaçınılmaz olarak zaaflı halin, yanlışın, isabetsizliğin kalıcılaşması manasına gelir. Uyarı yoluyla hatalardan arınma imkânının tepilmesinin, yanlışların tashihi fırsatının değerlendirilememesinin doğal neticesi ise statükoculuktur. Bu da yanlışların, eksiklerin, kötü gidişin fark edilmesini zorlaştırır. Daha kötüsü de şu ki tasfiye edilmeyen, edilemeyen zaaflar, yanlışlar içselleştirilme, kalıcılaşma riskini doğurur.
Eleştirel Zeminin Gelişimini Zorlaştıran Faktörler
Nedenleri üzerinde çok şey söylenebilecek olan bu durumun bizim zaviyemizden iki ana kaynağı, besleyicisi bulunmakta. Öncelikle eleştiri kültürüne kapalılığın geleneksel algı ve kalıplarla uyum içinde bir tutum olduğu, dolayısıyla sorgulama ve beraberinde gelebilecek çatışma riskine nazaran daha güvenli ve konforlu bir zihinsel tutumu yansıttığı açık.
Ne enterasandır ki Allahu Teâlâ’nın Yunus Suresinin 100. ayetinde “Aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm ederiz.” şeklindeki açık beyanına rağmen aklı kullanmayı gereksiz hatta zararlı gören; Resulullah’ın (s) “Cihadın efdali zalim sultana karşı hakkı söylemektir.” buyruğuna karşın zalime itaati akideleştiren yaklaşımların geleneksel kültürde etkin bir konum arz ettiğini biliyoruz.
Bir yandan bu tür bir kültürel atmosferle yoğrulmanın, öte yandan despotik iktidarların dayatmalarıyla kuşatılmanın neticesi ise tahmin edileceği gibi eleştirinin, sorgulamanın değil; suskunluğun ve boyun eğmişliğin yaygınlaşması oluyor. Yanlış yaptığı, batıl bir tavır içinde bulunduğu açıkça görüldüğünde dahi üstatlarının, şeyhlerinin, liderlerinin peşinden sürüklenen dindar kitlelerin içinde bulundukları bu hal teslimiyet bilincinde yaşanan köklü bir kayma haliyle birlikte, sorgulayıcı bakış açısının kaybedilmesinin ortaya çıkardığı felakete de ışık tutuyor.
Bu noktada geleneksel anlayışların gölgesinden kurtularak dini sahih temelde kavrama çabası içindeki oluşumların dahi az ya da çok bu atmosferden etkilendikleri ve eleştirel yaklaşımlar karşısında genelde pek hayırhah bir tavır sergilemedikleri biliniyor. Bekleneceği üzere sorgulayan, tartışan, itiraz eden bir yaklaşım tarzına nazaran; sessizce itaat eden, aykırılık gördüğünde dahi cemaatin maslahatı adına susup, “vardır bir hikmeti” mantığıyla geçiştiren tutum çok daha kolay ve yaygın bir şekilde alıcı bulabiliyor.
Öte yandan mevcut siyasal-toplumsal ortamın kutuplaşma düzeyinin yüksekliğinin de söz konusu zayıflığı, cılızlığı beslediği, eleştiriyi zorlaştırdığı söylenebilir. Öyle ki ‘düşman’a malzeme sağlamama, elini güçlendirmeme, dağınık ya da çelişik görünmeme gibi kaygıların çoğu kez “kol kırılır yen içinde” mantığıyla hareket etmeyi getirdiği rahatlıkla görülebilmekte.
Yaşadığımız ortamda bu durumu en net biçimde Müslümanların lehine önemli kazanımlar sağladığına inanılan siyasi yapının yanlışlarına, zaaflarına karşı takınılan tavırda görmek mümkün. Kutuplaşma olgusunun ortaya çıkardığı ‘zorunlu taraftarlık’ durumu birtakım can sıkıcı, hatta yaralayıcı gelişmeler karşısında dahi kimi zaman görmezden gelme, suskunlukla karşılama vb. tavırları beraberinde getirebiliyor. İslam’a ve Müslümanlara düşmanlığıyla maruf kesimlerin eline koz vermeme, onlar karşısında ‘bize yakın’ duranları zayıflatmama kaygısı İslami camia dâhilinde bir tavır sorununa dönüşebiliyor.
Şüphesiz gerilimin, çekişmenin, çatışmanın doludizgin devam ettiği bir ortamda hangi sözümüzün, hangi eleştirimizin, hangi eylemimizin kim için ne ifade edeceğini, kimlerin hangi işine yarayacağını ve kimler tarafından ne maksatlarla kullanılabileceğini hesap etmek, dikkate almak zorundayız. Mamafih bu temkinlilik bizi sürekli biçimde politik konjonktüre göre tavır belirlemeye, kimliğimizin bize yüklediği sorumluluğu ve adil şahitlik görevimizi ikinci plana atmaya, belirsiz bir geleceğe ertelemeye sürüklememelidir.
Şüphesiz sözümüzü, eylemimizi iyi tartmalı, zalimlerce istismarına fırsat vermemek için kimliğimizi net yansıtacak bir tarzda ve mutlaka İslam düşmanlarını öncelikli hedef alarak ortaya koymalıyız ama asla hakikatin şahitliği görevini de ihmal etmemeli, geçiştirmemeliyiz. Bu tutumun hem kimliğimizle çelişen hem de amaçladığımız neticeyle bağdaşmayan boyutlar içerdiğini göz ardı etmemeliyiz.
Adil şahitler olmak kimden sadır oluyorsa olsun yanlışlara, haksızlıklara, zulümlere karşı sessiz, tepkisiz kalmamayı gerektirir. Bu görevi layıkıyla yerine getirmekten kaçınmak hem bizi iddiamızdan uzaklaştırır ve bir kimlik krizine yol açar hem de süreç içinde yanlışlara, çirkinliklere karşı bir kanıksama, kötü gidişatı içselleştirme halini besler. Bu yönüyle değiştirme, tasfiye etme gücü ve imkânı bulamıyorsak bile, en azından ifsattan, münkerden, haramdan teberri ettiğimizi mutlaka ortaya koymak zorundayız.
Ayrıca yanlışa tavır almamanın, her kim olursa olsun yanlış yapanı kollamak anlamına gelmediği, bu tutumumuzla en yakınlarımız dahi olsa yanlış yapanlara iyilik yapmadığımız da bilinmelidir. Eğer amaç iyilik yapmak, sahip çıkmak, kollamak ise bunun en güzel, en etkili yolunun yanlış yapanı uyarmaktan, yanlışa tavır almaktan geçtiğini unutmamalıyız. Velev ki uyarılan bundan hiç hazzetmese ve bizim tavrımızı kendisine karşı bir kötülük, bir zarar verme eylemi olarak görse dahi! Bu noktada Hz. Ömer’e (r) nispet edilen şu söz ölçü ittihaz edilmeyi hak eder niteliktedir ve bizler için de değer verdiğimiz, önemsediğimiz muhataplarımız için de esas alınmalıdır: “Gerektiğinde hakkı söylemezseniz sizde hayır yoktur; siz söyler de biz kabul etmezsek bizde hayır yoktur.”
Eleştiriye Kapanan Kapılar Donukluğa Ya da Çürümeye Açılır!
Eleştiriye kapalılık ve eleştiriden kaçınma hali İslami yapılar içinde ve mevcut siyasal-toplumsal ortamda olmak üzere bu iki alanda en yoğun biçimde karşımıza çıkmakta ve ilişkilerimizi, eylemlerimizi, güvenilirliğimizi etkilemektedir.
‘İslami camia’nın bütününde ve daha da temelde, bir tanım kolaylığı olması hasebiyle ‘İslami camia’ olarak adlandırdığımız bu kütleyi teşkil eden yapıların kendi iç bünyelerinde eleştiri kültürünün gelişmediği, gayet cılız kaldığı; her ne kadar söylemde buna açık bir tutum sergilenmekle birlikte pratikte hiç de kendisinden hazzedilen, teşvik edilen bir tutum olarak görülmediği bilinen bir husustur.
Bu durum ise kaçınılmaz olarak muhafazakârlaşmayı, dar kalıplar içinde düşünce ve siyaset üretimini, alışkanlıklarla hareket etmeyi beraberinde getirmektedir. Ve devamında muhafazakâr tutum her ikisi de İslami sorumluluk bilinciyle ve şahitlik keyfiyetiyle taban tabana çelişen ve karşılıklı olarak birbirini besleyen çifte zaaf üretmekte, ya edilgenliğe ya da bireyciliğe kapı aralamaktadır.
Bünye dahilinde yer alan geniş kütle eleştirmeme, sorgulamama, tartışmama alışkanlığının devamında sessizce ‘uyum’ sağlayan bir tutuma, daha doğrusu pasif biçimde ayak uyduran ve dolayısıyla asla inisiyatif almaya, geliştirmeye, ileriye taşımaya mecali olmayan bir tavra yönelirken; daha küçük sayıda gruplar ya da şahıslar ise kendilerini ifade edememe, gördükleri olumsuzlukları gündemleştirememe gibi sıkıntıların neticesinde ‘yanlışa ortak olmama’ adına bünyeyi toptan terk etme tavrına girebilmekte ve bu durum da çoğu kez hiçbir bağlayıcı ilişki ağına tabi olmama, sorumluluk almama ve giderek hepten bireyselleşme türünden kalıcı hasarlara yol açabilmektedir.
Sonuçta, gerek hak ve sorumluluk boyutuyla gerekse de bir imkân ve fırsat boyutuyla eleştiri zemininin güçlü, nitelikli bir biçimde tesis edilememesi sadece güçlü nitelikli yapılar oluşturulabilmesini engellemekle kalmayıp, insan unsurumuzun da ya niteliksizliği kanıksamasına ya da ölçüsüzlüğe, kural tanımamaya, başına buyruk tavırlara yönelmesine sebebiyet verebilmektedir.
Oysa Rabbimizin kitabına ve Resulullah (s) ve ashabının örnekliğine baktığımızda çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. “Onların aralarındaki işler istişare iledir.” buyuran Kur’an-ı Kerim, müminleri hayra çağıran, marufu emreden, münkerden nehyeden bir topluluk olarak tanımlamaktadır. Açıktır ki müminlere yüklenen bu sorumluluk belli alanlar ya da zamanlarla sınırlı olmayıp, geneldir; her durumda, her ortamda ifa edilmeyi gerektirir; gerek içeriye, gerek dışarıya karşı üstlenilmesi gereken bir vazifeyi niteler.
Bu itibarla içinde yaşadığımız toplumu ve tüm yeryüzünü ıslah ile vazifeli olan, ifsada, şirke, tuğyana tavır almakla yükümlü olan, zulmü ortadan kaldırmaya güçleri yetmese dahi en azından ondan beri olduklarını ilan etmeleri istenen müminlerin mensup oldukları camia dâhilinde ortaya çıkan zaaflar, yanlışlar, hastalıklar karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları düşünülemez. Mutlaka usulü dairesince mevcut eksikler ya da yanlışlara karşı eleştirel bir tutum takınmak ve bunu sahiplenici, geliştirici bir yaklaşımla ortaya koymak zorundadırlar.
Hiç şüphesiz istişare mekanizmasının işletilmediği; yanlışlara, olumsuzluklara karşı uyarı, tashih çabalarının teşvik edilmediği bir işleyiş hayırlı bir birlikteliğe değil, donuk bir mekanizmaya dönüşmeye adaydır. Tarikat benzeri çeşitli yapılanmalar şeklinde bolca örneklerini gördüğümüz bu tür oluşumların çok geniş kalabalıkları bünyelerinde toplasalar, etkili mevki ve makamlarda söz sahibi olsalar dahi nitelikli bir ilişki sistemi tesis edebilmeleri imkânsızdır; daha önemlisi de “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” vasfını haiz olmaları ihtimali asla söz konusu değildir.
Yaşadığımız sıkıntıların, içimizi kemiren boşlukların, boşa akıttığımız enerjinin meydana getirdiği huzursuzluğun ardında, elbette başka faktörler yanında eleştiri, sorgulama, istişare bilincimizin zayıflığının belirleyici bir rol oynadığı kesindir. Kendimizi tanımlamaktan ortaya koyduğumuz fikrî çerçevenin tutarlılığına, eylemlerimizin şahitlik sorumluluğumuzu ne ölçüde yansıtabildiğine kadar sormamız, sürekli canlı tutmamız, güncellememiz gereken bir dizi soruyu sormaktan kaçınan bir tutumla yol alamayız. Kendimiz ve birliktelik zeminimize ilişkin olarak sorulması gerekenleri sorma ve cevap arayışı hususunda net olmak zorundayız.
Sorgulama Olmadan Arınma Nasıl Gerçekleşecek?
Ne yazık ki İslami camia içinde yer alan yapıların büyük çoğunluğu tam olarak kimliklerinin kendilerine yüklediği sorumluluğun farkında gözükmüyorlar. Gerek kendilerine ilişkin olarak gerekse de karşılaştığımız gelişmelere, ümmeti kuşatan sorunlara ilişkin olarak net, kapsayıcı, harekete geçirici bir yaklaşım içinde değiller. Neyi neden yaptıklarını da yapmaları gerektiği halde yapmadıklarına ilişkin olarak neden yapmadıklarını da pek sorgulamıyorlar.
Çok basit bir şekilde ifade edecek olursak, onlarca kuruluşun/yapının altına imza attığı bir etkinliğin 30-40 kişiyle gerçekleştirilmesi ve bu ciddiyetsizlik, umursamazlık karşısında kimsenin bir başkasına ‘Neden?’ diye sormaması sıkça rastlanan bir durumdur. Merak etmeyen, dert etmeyen, adeta hiçbir şeyi takmayan bir tarz mevcut! Yine örneğin daha önce üzerinde mutabakata varılan kavramlar ve fikirlerle çelişen tavırlar sergilenmesi üzerine, bu değişikliğin sebebi merak edilip sorgulanmayabiliyor. Yine mesela İslami bir cemaatin, grubun iktidarla geliştirdiği yakınlık dolayısıyla bazı siyasi atraksiyonlara giriştiği, geçmişte savunduğu ilkeleri görmezden geldiğine dair yoğun iddialara, söylentilere karşı, çıkıp tek kelime bile edilme ihtiyacı hissedilmeyebiliyor.
Aynı şekilde bazı Müslümanlar hakkında kimi güç merkezleriyle irtibatlarından ya da duygusallığa yenik düşmelerinden ötürü, farklı coğrafyalardaki mücadelelere farklı ölçülerle bakmak, kardeşlerinin vahşice katledilmesini görmezden gelmek, zulme arka çıkmak türünden ithamların, şüphelerin yoğunlaştığını görüyorsunuz. Ama söz konusu oluşumlar kendilerine yönelen bu suçlamalarla, kuşkularla ilgili doyurucu tek bir açıklama bile yapma ihtiyacı hissetmeyebiliyorlar. Öyleki bu kadar yoğun şüphe bulutlarının üzerinde dolaştığı söz konusu yapıların içinde yer alanların sanki bu iddialardan ötürü hiçbir rahatsızlık duymuyor gibi gözükmeleri, en azından konuya ilişkin bir tartışma, sorgulama ihtiyacı hissettiklerini yansıtmamaları da çok daha vahim bir manzara ortaya çıkartıyor.
Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? İslami faaliyet, mücadele yürütme iddiasındaki oluşumlar kendileri hakkında ortaya atılmış iddiaları, ithamları nasıl görmezden gelebilirler? Oysa bunların sıradan, basit sözler, görmezden gelinebilecek, kulak arkası edilebilecek yakıştırmalar olmadığı açıktır. Öyleyse bu iddialar-ithamlar hususunda o oluşumların bünyesinde yer alan insanlar nasıl bu kadar mutmain ve mütevekkil olabilirler? Neden kamuoyuna yansımış iddialar ve şüpheler o oluşumun içinde yer alan insanların zihnini hiç meşgul etmez? En azından açık bir tartışma süreci başlatıp söz konusu iddiaların ‘tezvirat’tan ibaret olduğunun ortaya konulmasını talep etmeleri gerekmez mi?
Herhalde tüm bunlar iç bünyelerin dayanıklılığının, sağlamlığının işareti sayılabilecek şeyler olmasa gerek! Bilakis açık bir sağlıksızlık tezahürü olduklarına kuşku yok. Eleştiri, sorgulama, tartışma geleneğinin olmayışının neticesinde gelişen bu hal İslami kimlikli bir birlikteliğin sahip olması gereken ilkelerden çok asabiyeci bir yaklaşımı çağrıştırmakta ve hizipçi, taifeci, kabileci eğilimlerin daha da güçlenmesi ve katılaşmasına yol açmaktadır. Bu tutumun doğal neticesi yanlışların üzerinin örtülmesi, bir müddet sonra da yanlışın yanlış olarak algılanmaktan çıkmasıdır.
Eleştiriye Evet; Dedikodu ve Gıybete Hayır!
Eleştiriye, sorgulamaya kapalılık hali İslami camia içindeki oluşumların iç bünyelerinde olduğu gibi birbirleriyle irtibat ve ilişkilerinde de zaaflı, sorunlu sonuçlara yol açmakta; birr ve takva temelinde dayanışma ve yardımlaşma zeminini daraltmaktadır. En azından belli alanlarda, birlikte hareket edilebilecek zeminlerde -ki bunların sayısı hiç de az değildir- safların kenetlenmesi halinin gerçekleştirilebilmesi mümkündür ama maalesef ilişki tarzlarımız genelde ancak yakın durma şeklinde gelişmekte; iç içelik sağlanamamaktadır. Elbette pek çok nedeni bulunmakla beraber, bu durumun ortaya çıkmasında açık olamamanın, doğal ve geliştirici bir ilişki geliştirememenin katkısı çok fazladır.
Bu noktada açık olmanın ve nitelikli bir ilişki geliştirmenin sağlıklı bir eleştirel zeminin inşasını zorunlu kıldığı kesindir. İslami dava bilincine sahip olma iddiasıyla hareket eden insanların aralarındaki ilişki ya da ilişkisizliği, birbirlerinin düşüncelerini ve yapıp ettiklerini açık yüreklilikle ve somut olgular üzerinden konuşamamaları, tartışamamaları büyük bir eksikliktir, zaaftır. Rabbimiz müminleri ‘birbirlerinin velileri’ olarak tanımlamaktadır. Bunu sadece şahıslar arasındaki ilişkiyle sınırlı göremeyiz. İslami sorumluluk temelinde çaba gösteren oluşumların da birbirleriyle velayet bağı olmalıdır.
Velayet sorumluluk demektir, sahiplenmek demektir. Bu da mutlaka güçlü, nitelikli bir ilişki biçimine talip olmayı gerektirir. Peki, bu ilişki biçimi nasıl tesis edilecektir? Yeri geldiğinde birbirini uyaramayan, karşılıklı olarak yanlışlarını hatırlatamayan insanlar arasında velayet bağından söz edilebilir mi? Aynı şekilde en küçük bir eleştiri bile söz konusu olduğunda bunu grubunun, cemaatinin, tüzel kişiliğinin hukukuna saygısızlık, hatta varlığına kastetme olarak gören bir anlayışla velayet ilişkisi tesis edilebilmesi mümkün olabilir mi? İman edip, hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden olmamanın hüsran demek olduğunu bilen insanların, kardeşlerinin tavsiyelerini, ikazlarını bu kadar gardını almış bir vaziyette karşılamaları neyin göstergesidir?
Oysa gayet iyi biliniyor ki eleştirinin olmaması ya da duyulmaması, dillendirilmemesi hiçbir itirazın, ithamın, aleyhte kanaat belirtmenin olmadığı anlamına gelmiyor. Sonuçta toplumsal zeminde fikir beyan eden, faaliyet yürüten her oluşum gibi İslami camiaya mensup oluşumların da ortaya koyduklarına, beyan ettiklerine ilişkin olarak Müslümanlar kanaat serdediyor, olumlu ya da olumsuz fikir beyan ediyorlar. Ne var ki eleştirel zeminin açık olmaması nedeniyle zaman zaman bu tür sözler, değerlendirmeler dedikoduya, gıybete dönüşebiliyor. Açıktan ve yüz yüze ilişki tarzında ortaya konulmayan ya da konulamayan düşünceler, eleştiriler, itirazlar kısa süre içinde bir karalama ve itham sağanağına evrilebiliyor.
Garip ve rahatsız edici husus şu ki farklı yapılar, cemaatler içinde yer alan hemen herkes karşısındakilerin kendileri hakkında birtakım olumsuz kanaat ve yaklaşımlara sahip olduğunu ve bunları uygun olmayan ortamlarda rahatça dillendirdiklerini bildikleri halde bundan pek de rahatsız görünmüyor ama aynı kanaat ve yaklaşımların açıktan ifade edilmesini ya da bizzat kendilerine iletilmesini ise hiç de hoş karşılamıyorlar. Bir anlamda “duymuyorsak, görmüyorsak sorun yok” mantığıyla davranılıyor!
Yani adeta dedikodunun serbest görüldüğü ama karşılıklı olarak somut eleştiri ve uyarıların gündemleştirilmesinin rahatsız edici bulunduğu bir garip ilişki tarzı mevcut. Hiç tartışmasız bu durum açık bir hastalık halidir! Müslüman şahsiyetiyle, kardeşlik hukukuyla çeliştiği gibi, en basit ahlaki ilkelerin de ihlali anlamına gelmektedir.
Oysa tam tersi geçerli olmalıdır. Yüzümüze karşı söylenen, bizzat bize ifade edilen en net ve kapsamlı eleştirileri, uyarıları dahi olgunlukla karşılamalı, bizde gördükleri yanlışları, olumsuzlukları dillendiren kardeşlerimize bizi ciddiye aldıkları, önemsedikleri için duacı olmalıyız. Bu şekilde davranarak hem eleştirileri, uyarıları dikkate alıp kendimizi kontrol etmeli ve aynı zamanda da arkadan çekiştirme, dedikodu, gıybet türünden Müslüman şahsiyetine yakışmayan kirliliklerin gelişmesine de imkân tanımamalı, fırsat vermemeliyiz. Yine aynı kararlılıkla, eleştiri zemini mevcut bulunmasına rağmen dedikoduya, gıybete prim veren, iftiraya yönelen tavırları ise toptan mahkûm etmeli, bu zaafa duçar olmuş kardeşlerimizi hastalıklarıyla yüzleşmeye ve arınmaya davet etmeliyiz.
Eleştiri Aşısı İle Bünyeyi Korumak
Sonuç itibariyle eleştiriye açık olmanın, Müslümanların kendi aralarında eleştiri zeminini tesis etmelerinin gerek Müslüman şahsiyetin inşası gerekse de sağlıklı, sahih yapıların gelişimi açısından hayati öneme sahip bulunduğu ortadadır. Buna karşın eleştiri geleneğinin eksikliği ise kaçınılmaz olarak yanlışların görülmesi, tasfiye edilmesi, önlem alınması hususlarında birtakım zaaflara yol açmakta ve hastalıkların büyüyüp yaygınlaşmasına sebebiyet vermektedir.
Doğası gereği eleştiri zor ve tırmalayıcıdır. Bilhassa muhatap olanlar açısından olgunlukla karşılanma güçlüğü sıkça yaşanır. Ne var ki nefsani kaygıları öne çıkartmak yerine Kur’an’ın yönlendirdiği bir perspektiften bakmayı başarabilenler açısından ise eleştiri aynı zamanda bir arınma, tezkiye fırsatıdır. Şüphesiz İslami sorumluluk ve maslahatlar gözetilerek tesis edilebilecek eleştirel atmosfer Müslümanların şahsi gelişimlerine katkı sağlamak yanında, İslami mücadelenin daha ileri noktalara taşınmasında da belirleyici bir işleve sahip olacaktır.
Bu yönüyle eleştiri aşıya benzetilebilir. Her ne kadar vücuda temas ettiğinde bir miktar acı verse de bünyeyi türlü risklerden, hastalıklardan koruyabilmek için elzemdir. Yeter ki mahiyeti ve dozu doğru takdir edilsin!