Batı Avrupa’nın tarihinin dünyanın merkezine konulması, aynı zamanda Batı dışı coğrafyaların ve bununla birlikte kültürlerin bu durumun hegemonyası altına girmelerinin neticesi olarak Batılılaşma olgusunu meydana getirmiştir. Batılılaşmanın hegemonya olduğunu kanıtlayan en önemli gösterge -Osmanlı özelinde bakıldığında- Osmanlı’dan bu yana devam eden fikir akımlarının ister taraftar, ister muhalif, ister uzlaşmacı, isterse toptan ret iddiasında bulunsun gündemine bu olgunun bir şekilde girmiş olmasıdır.
Daha Osmanlı döneminde betimlenmeye başlanmış iki farklı kültürün çatışmasından doğan, bugün artık Doğu-Batı sorunsalı diye adlandırılan travmatik sorunların, düşünce dünyasını olduğu kadar tarih anlayışını da biçimlendirdiği ortadadır. Meşrutiyet, hatta Tanzimat döneminde fark edilmiş kültür kırılmasının yarattığı sorunlara, Kemalist Cumhuriyet ideolojisinin egemen kılınmaya çalışıldığı yılların ağırlığı eklenince, bu sorunlara ilişkin devasa bir literatürün oluşmuş olması da yadırganmamalı. Kaan Durukan, Türkîli Hicazkâr –Türkiye’de Tarih Anlayışı Üzerine-1 adlı eserinde, tarihsel kapitalin önemli unsurlarından biri olarak karşımıza çıkan özsel bir Doğu-Batı karşıtlığı kurma durumunun, tek bir Batı yahut Doğu olmamasından dolayı mümkün olmadığını ifade ediyor.2 Dolayısıyla Batı ve Doğu zihinlerinde birbirine karşıt iki ilkenin söz konusu olduğunu ortaya koyan literatürü de ciddi bir biçimde hırpalıyor. Bunu da değişik çalışmalardan ve söylemlerden hareket ederek temellendiriyor. Edward Said’i de anıyor örneğin. Onun her zaman verdiği cevaplarla değil ortaya attığı sorularla önemli olduğunun altını çizerek, Doğu kadar Batı’nın da bir kurgu olduğunu ama bu kurgunun da Batı’nın bazı üyelerinin kararlarının biçimlediği bir yapı olarak anlaşılmasının gerekliliğine işaret ediyor.
Kaan Durukan, Birikim dergisinin 130. sayısında yayımlanan “Türkîli Hicazkâr Bir Beste Denemesi: Avrupa, Avrupa, Duy Sesimizi” başlıklı yazısından hareketle oluşturduğu kitabının amacını şöyle özetliyor: “Batılılaşma üzerine tarihten sosyolojiye, siyaset biliminden edebiyata uzanan hayli geniş bir yelpazede çokça yazıldı, çizildi. Kaleme aldığım mütevazı ölçüdeki bu çalışmanın amacı, bazen gözden kaçtığını düşündüğüm birtakım noktalara vurgu yapmak, fazlasıyla kabuğumuza çekilip Türkiye’de kendi aramızda yaptığımız kimi tartışmaların evrensel boyutu da olduğunu göstermek ve Osmanlı-Türk toplumunun yaşadığı değişimin safhalarını, biraz şematik de olsa özetlemektir.”
Yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya ile özellikle de Batı ile ilişkilerinin anlamlandırılmasında yaşanan sıkıntılara ve kırılmalara değinirken, Avrupa’nın oluşumundan bugüne uzanan sürecin Osmanlı’nın da içinde olduğu bir süreç olduğunu akılda tutarak şu noktaya dikkat çekiyor: Yaygın olarak iddia edildiğinin tersine, Osmanlı devleti en eski devirlerinde bile kendi içine kapalı, dünyadan habersiz bir yapı değildi. Coğrafi konumunun da etkisiyle, her zaman için etrafında olanlara dikkat etti. Özellikle de uygarlıkların çoklukla dinler üzerinden tarif edildiği erken yüzyıllarda, rakibi olan Hıristiyan dünyasını elinden geldiğince takip etti. Ancak bu ilgi, Osmanlı devletinin on beşinci, on altıncı yüzyıllardaki gücü göz önüne alındığında örnek alma, taklit etme, bir model olarak görme durumunda olmaktan çok uzaktı: Batıyla karşılaşmanın ilk örneklerinden sayılabilecek, Fatih Sultan Mehmet’in küçük şehzadesi Cem’in biyografisi olan Vakıat-ı Sultan Cem’ler daha önce pek rastlanılmamış durumlar karşısında, egzotik sayılabilecek bir bakışı yansıtır. Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri Lütfi Paşa, Batı’nın ‘hükümdarlara ayna’ geleneği ile Doğu’nun ‘nasihatnameleri’ arasına düşen Asafname’de, Osmanlı düzeninin kimi kurumlarındaki bozulmaya dikkat çekmenin yanında, Avrupalı devletlerin okyanuslara açılmasına değinir. Ancak açık bir kendine güven yansıtan tavrı Batı’yı örnek almaktan ziyade, tedbir alınmazsa ileride can sıkıcı olabilecek bir gelişmeye uyarı niteliğindedir.
On yedinci yüzyıla gelindiğinde, gerek dış konjonktürdeki bazı gelişmelere bağlı olarak, gerekse Osmanlı sisteminin kendi içinden kaynaklanan birtakım tıkanmaların etkisiyle sorunlar yaşanmaya başlamıştır; fakat bilebildiğimiz kadarıyla hiç kimsede Batı’yı örnek almak gibi bir niyet görülmez. Belli bir emperyal gururla bezenmiş Osmanlı kurumlarına güven duygusu, dönemin elitini kurumlardaki yozlaşmayla mücadele edip eskinin ihyası fikrine yöneltir. Bu yüzyılda kaleme alınan 1607 tarihli Ayn-i Ali imzalı Kavanin-i Al-i Osman, 1630 tarihli Koçi Bey imzalı Risale, Kâtip Çelebi’nin 1652 tarihli Düsturu’l-Amel’i bu anlayışı ortaya koyan eserlerdendir.
Sonraki yüzyıllarda görece güvenli olan bu yaklaşım peyderpey kaybolmaya başlamış ve özgüven sarsılmıştır. Bu sadece Osmanlı devleti için değil, İran Safevileri ile Hindistan Moğolları için de söz konusu olan bir süreçtir. Özgüven kaybından sonra Batı’ya elçi gönderme ile başlayan süreç bir dizi siyasi, toplumsal ve askerî değişimi de beraberinde getirmiştir. 1803 yılında Mehmed Sait Halet Efendi’nin Paris sefaretinden Saray’a yazmış olduğu mektup, Batı’nın askeri teknoloji dışında da referans haline geldiğini işaret etmesi bakımından ciddi bir zihniyet değişimini ortaya koyar. Mehmed Sait Halet Efendi mektubunda, Batı’nın değerlerinin üstün olabileceğini kabul etmekle özgüven yitimini de ortaya koymuştur. Burada ilginç olan nokta şu: Mektubun yazılışından beş on yıl öncesinde de bu tarz bir belgenin bulunabileceği ama bir yüzyıl yahut elli yıl önce bu tarz bir mektubun bulunamayacağına işaret edilmesidir. Avrupa bilinç ve bilgisinin kabulünün miladı olarak anılan Tanzimat süreci öncesinde bu tarz bir kırılmanın olmuş olması gerçekten önemli bir değişime işaret eder. Öte yandan o yıllarda Avrupalı bilinç sürekli olarak özgüvenini artırmaktadır. Dünya güç dengesi açısından bakıldığında Batı’nın gelişmesine rağmen Osmanlı, Safevi, Çin, Rusya gibi ülkeler gerileme konumunda da olsalar varlıklarını sürdürmektedir.
Yazar, tarihsel kıyaslamalardan sonra hayli söz söylenmiş, yazı yazılmış Osmanlı-Türk modernleşmesinin karakteristik belirleyicilikleri hakkında iki noktaya temas etmektedir: Bunlardan ilki Batılılaşmanın her yönüyle gerçekleştirilmesini savunan grupla, bu sürecin belli yönlerine sempati duyan parçalı Batılılaşma taraftarları arasında yaşanan gerilimdir. Burada iki örnek üzerinden konunun anlaşılmasına katkı yapar. İlkine örnek olarak İçtihad’daki fikirleriyle Mustafa Kemal’i ve çoğu Cumhuriyet kadrosunun zihnini etkileyen Abdullah Cevdet’i anar. Ona göre iki medeniyet yoktur, tek medeniyet vardır. O da Avrupa medeniyetidir; onu gülleri ve dikenleriyle almak gerekir. Onun bu yaklaşımlarının sonraki süreçte özellikle Kemalistler üzerindeki tesirini anlamak bakımından Paul Dumont’un söylediklerini dikkate almak gerekir. Dumont, Kemalistlerin doktrinleri başta olmak üzere diğer sistemlerini doğrudan Batı’dan almadıklarını, kendilerinden önceki kuşakların yorumlarından etkilendiklerini ifade eder. Kuşkusuz bu sadece Kemalistlere özgü bir durum değildir. Örneğin savaşlar, göçler vs. pek çok etkenden dolayı ilk dönem İslamcılığının evrensel söyleminden koparak milliyetçileşmesi de kendilerinden önceki kuşakların yaşadıklarından bağımsız düşünülemez. Abdullah Cevdet’in 1913 gibi erken bir tarihte dile getirdiği medeniyet odaklı görüşleri o yılların kısmi Batılılaşmacıları tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Teknik uygarlığın naklini mümkün görenlerden biri Ahmet Mithat Efendi’dir. O, 1889 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nu temsilen Stockholm ve Oslo'daki Sekizinci Şarkiyatçılar Kongresi'ne katılır. Bu vesile ile gittiği Avrupa'da yetmiş bir gün kalır. Marsilya, Paris ve Kopenhag üzerinden gittiği Stockholm ve Oslo'daki kongreye katıldıktan sonra, Berlin'de üç gün ve Paris'te on iki gün kalarak İsviçre üzerinden Viyana'ya geçer ve burada da beş gün kalıp Trieste üzerinden İstanbul'a döner. Ahmet Mithat kadar hayatı anlatıya çevirme meraklısı, gördüğü duyduğu her şeyi metinleştirme heveslisi birinin, bu yetmiş bir günlük geziden kalanları paylaşmamış olmasını bekleyemeyiz tabi. Evet, Ahmet Mithat yetmiş bir günlük bu geziden 1044 sayfalık bir kitap çıkartır. Bununla da kalmaz, Avrupa'da katıldığı davetlerde nasıl oturulup kalkılacağına, çatalın nasıl tutulacağına dair yaşadığı bazı sorunlar nedeni ile -bir yan ürün-, Alafranga adlı bir görgü kuralları kitabını da araya sıkıştırıverir. Avrupa'da Bir Cevelan adını taşıyan bu eserinde Ahmet Mithat, Avrupalıları maddi uygarlık düzeyindeki başarıları bakımından takdir ederken onların manevi tarafını hayli zayıf bulur. Osmanlı devletinin son yılları ile erken Cumhuriyet yıllarından DP’li yıllara değin, sosyokültürel alanda tam anlamıyla Batılılaşmayı savunan grubun egemen olduğunu belirten Durukan, 1950’li yıllardan başlayarak ikinci eğilimin güç kazandığını ifade eder. Sonra iki eğilimin de sıkıntılı yanlarını şu şekilde özetler: “Ancak görüldüğü kadarıyla ilk yaklaşım muhtelif kaynaklardan beslenen yerel kültür faktörünü gözden kaçırmaktadır; ikinci yaklaşım ise teknolojilerin olsun, onların ürünlerinin olsun, özünde kültürel objeler olduğunun farkında değil gibidir.” Ancak yine de çalışmada bu tekno-kültürellik hakkında kuru bir anlatımın ötesine geçilebilir ve tekniğin kültürel dönüşüm içerisindeki yeri daha fazla irdelenebilirdi.
İkinci karakteristik nitelik ise büyük ölçekli bir dönüşümü bir biçimde gerçekleştiren Batı karşısında direnebilmek, olmadı tutunabilmek için daha önce aşina bile olunmayan bir kültürel iklime girilmiş olmanın ortaya çıkardığı kafa karışıklığıdır. Kafa karışıklığı hem düşünce dünyasında hem de kanunlaştırma çabalarında görülür. Yeni Osmanlı, düşünce bazında kırkambar niteliğindedir mesela. Sened-i İttifak ne şer’i, ne de örfi hukuka uymaz. Tanzimat ise eski ile yeninin, geleneksel ile modernin eş zamanlı işlemesini yansıtır. Diğer yandan, anlaşılmaya çalışılan Batı düşüncesi ve kültürü hakkında doğru dürüst çeviri eserlerin olmayışı da kafa karışıklığını artırmaktadır. İlk çevirilerin genelde edebiyat çevirileri olması üzerinde de durulmalıdır. En azından Kaan Durukan’ın adını andığı bütün eserlerin edebiyat sahasına ait olması, zihniyet temellükü açısından analiz edilmelidir. Durgun çeviri sürecinin sadece edebiyat alanında görece akışkanlığa sahip oluşu üzerinde Durukan’ın bir şeyler söylememesi de bir eksiklik.
Tarihi sadece geçmişin bilgisi olarak algılamayan Durukan, tarihî bilgi ile güncel arasındaki süreklilikler ve kopuşlara da değinmektedir. Bu kimi zaman ihmal edilen alanlara işaret etmek biçiminde, kimi zaman da bir kitap eleştirisi biçiminde olabilmektedir. Zaman zaman Kemalist zihnin temellük ediciliğinin handikapları da hissedilmiyor değildir. Ama bunlar yazarın üzerinde durmaya çalıştığı konulara olan yaklaşımını genel olarak etkilemiyor. Yazarın, İlber Ortaylı’yı İmmanuel Wallerstein, Eric J. Hobsbawm gibi tarihin “evrensel devleri”nden daha büyük bir tarihçi olarak selamlayan Süleyman Seyfi Öğün’ün Doğu Batı dergisinde yayımlanan makalesi üzerinden dile getirdiği görüşler ise övgünün sınırlarını yahut sınırsızlığını düşünmek bakımından üzerinde durulmaya ve ibret alınmaya değer. İslamcılıkla ilgili olarak andığı kimi isimlerin Türkçeye aktarılmasında insan ve toplum bilimlerinde çağın lingua franca’sına aşırı bağlı kalmış olması önemli bir sorun olarak anılabilir. On sekizinci yüzyıl isimlerinden Şeyh Veliyyulah’ın Şeyh Veli Allah biçiminde yazılmış olmasını bunun bir örneği olarak zikredebiliriz.
Kaan Durukan, araştırdığı geçmiş ile yaşadığı şimdiki zaman arasında bölünmemiş bir bilinçle yazıyor. Çoğu kişinin hâlâ daha çok bir lonca gibi iş gören tarihçilere, biraz da gazete köşelerinde pinekleyen tarihçilerin yazılarına hapsettiği Doğu-Batı tartışmalarına, tarih yazımına, sosyal bilimlerin Amerikanize olmasına, Osmanlı tarihinin bazı kısımlarının, hem de önemli kısımlarının bilinçli bilinçsiz göz ardı edilmesinin sakıncalarına dikkat çeken ve örneği az olan özgün bir kitapla katkıda bulunuyor. Her ne kadar kalın bir çalışma olmasa da kendisi ince ama içi ‘tuğla gibi’ olan bu kitap, derin analizleri ve sordurduğu sorularla bu konuda düşünenlere bir el kitabı olmayı hak ediyor.
Tarih, geçmişe bir bakış açısıdır ve eleştirel söylemi de böyle inşa eder zaten.
Dipnotlar:
Kaan Durukan, Türkîli Hicazkâr –Türkiye’de Tarih Anlayışı Üzerine-, Everest Yayınları, 2010
Doğu ve Batı kavramları da özellikle son yüzyıllarda aydınların, düşünürlerin, siyasetçilerin zihinlerinden kalıplar halinde kamuoyuna aktarılmaktadır. Peki, gerçekten Doğu ve Batı var mı? Doğu kime, neye, nereye göre Doğu? Batı neresi? Doğu-Batı ikilemi bir gerçeklik mi? Kaan Durukan, Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış -Montesquieu, Fanon, Galeano, Said- (Everest Yayınları, 2010) adlı kitabında, bu sorular etrafında, önemli isimlerin görüşleri ışığında, okuru düşündürtmeyi amaçlamıştı.