Türkiye, kapitalist yöntemlerle kalkınmayı amaç edinen bir sistemin egemenliği altında. Bu sistemin hükümranlığı altında yaşayan ve "terazinin doğru tartılması, ölçüde haksızlık yapılmaması" gibi vahyi emirlerin muhatapları bulunan Müslümanlar; dikkatlerini mahalle bakkalının terazisini gözlemekten öteye uzatıp bakışlarını mevcut ekonomik işleyişin ülke kaynaklarını nasıl talan ettiğine, doğadaki ortak haklarımızın insanlar arasında nasıl tevzi edildiğine, emeğin hakkının belirlenme biçimine, toplumsal alandaki gelir-gider dengesine, sermaye oluşturma yöntemlerine velhasıl mevcut sistemin tüm haksızlıklarına aktif olarak yönlendirmelidirler.
Ve Türkiye müslümanları sormalıdır: Türkiye egemen şirk sisteminin kalkınma ideali, temelde kimlerin yararına işliyor ve ne gibi onmaz yaralar açıyor? Ekonomik ilişkilerde ulusal sınırların aşıldığı bugünkü dünya düzeninde özellikle kalkınması amaçlanan Türkiye halkı mı, yoksa Türkiye'de yatırım yapan ve acentalık açan çok uluslu şirketler ve onların yerli temsilcileri mi?
Bu soruların cevabını ülkede ulusal gelirin nasıl bölüştürüldüğü sorusu aydınlatıyor. Türkiye nüfusunun %10'u ulusal gelirin %47,7'sini, %20'si ulusal gelirin %27,3'ünü, %70'i ise ulusal gelirin %32'sini alıyor. Ülkede sürekli ve mevsimlik olarak çalışan işçi-memur sayısı ise nüfusun %50'ye yakınını oluşturuyor. Ülkede 4 milyon civarında işsiz var. Gizli işsizlerin sayısı ise, bu rakamdan daha fazla. Büyük işletme sahiplerinin nüfusa oranı ise %0,01 'den daha az. Ve bunlar Türkiye'de kapitalizmin temsilciliğini yapıyorlar ve devlet de çalışanların asgari ücretlerini kapitalizmin idamesi ve daha yüksek kar elde etmesi doğrultusunda belirtiyor. 1992 yılı fiyatlarına göre asgari ücret Mayıs başında brüt 801.000 TL.sı.
Müstekbirlerin çağdaş temsilciliğini yapan kapitalist işletmeciler ve genellikle onların taşeronluğunu yapan ve ara hizmetlerini gören ona ölçekli işletme patronları, çalıştırdıktan işçilerin ücretlerini emeği, doğadaki ve kazançtaki hakkı esas alarak değil; kapitalist sistemin haksız olarak tayin ettiği asgari ücreti esas alarak belirtiyorlar. Ücretlerin düşük olduğu Türkiye gibi üretim süreci sanayi ötesine ulaşmamış ülkeler (preferi ülkeler), çok uluslu şirketlerin sağlık açısından riskli ve kaba işçiliğe dayanan yatırımları için ucuz imkanlar sağlamakta ve uluslararası sermayenin gücüne güç katmaktadır, işin üzücü ve çözümlenmesi güç olan tarafı, bir çok Müslüman işletmecinin de bu çarkın bilinçli veya bilinçsiz zorunlu ortağı durumunda bulunmasıdır. Daha üzücü olan ise, İslami değerler taşıyan bu tür işletmecilerden bazılarının sanki tebanın zaruri ihtiyaçlarının karşılandığı bir İslam sistemi ortamında yaşanıyormuş gibi, işçi-işveren ilişkilerini karşılıklı tarafların serbest iradeleriyle gerçekleştirdikleri bir hukuki muamele gözüyle değerlendirmeleridir. Oysa çalışanların büyük bir çoğunluğunun yaşadıkları sorunlar ve taşıdıktan psikoloji, ilk elde ciddi olarak köle statüsünü çağrıştırmaktadır.
Yetimin itilip kakıldığı, yoksulun horlanıp kovulduğu ve ölçüde haksızlık yapmanın bir nevi örfleştiği ve kendini müstağni gören azgın, kibirli, müstekbir sermayedarların güdümündeki bugünkü egemen sistem içinde çalışanların aldıkları ücretle normal bir yaşam tarzı oluşturup oluşturulamadığı sorusu ekonomik planda temel ve kaçınılmaz sorunları gündeme getirmektedir. Örneğin, üniversiteden yeni mezun olmuş müslüman gençleri düşünelim. Evlenilecek ve müslüman bir aile hayatı oluşturulacaktır. Eğer babadan veya anne tarafından önemli bir ekonomik katkı alınamıyorsa -ki genellikle müslüman kesim orta ve dar gelirli ailelere dayanmaktadır- birçok sorunla karşılaşılacak demektir. Büyük şehirlerde oturulacak normal bir evin kirası ve elektrik, su, ısıtma gibi giderlerin ortalaması 1992 yılı fiyatlarıyla asgari 1 milyon ile 1 milyon 500 bin TL.sı arasında değişmektedir. Cumhuriyet gazetesi ekonomi servisinin Nisan ayı içinde yaptığı araştırmaya göre İstanbul'da 4 kişilik bir ailenin mutfak masrafı 1,717,929 TL'na çıkmıştır (Cumhuriyet, l Mayıs 1992). Tabloyu aşağıya iktibas ediyoruz. Bu ortalamaya konu olan tablo içinde bal, pastırma, sucuk. Palamut veya Tekir Balığı gibi ekstra kalemler yoktur. Un kavurarak çorba yapıldığını, sürekli makarna, pilav gibi daha az maliyetli yemekler yendiğini düşünsek bile söz konusu bu ortalama fiyatı ne kadar aşağıya çekebiliriz. Besin ve kalori değeri düştükçe oluşacak hastalıkların maddi ve manevi kayıpları nasıl karşılanacaktır. Bu sorunların getirdiği güçlükler, belki hayatı algılama biçimini bile sarsacaktır, insanın rabbine gereğince kulluk yapabilmesi iradi bir olaydır, iradenin sağlıklı çalışabilmesinin ilk şartı ise, fizyolojik yeterliliktir. Fizyolojik yeterliliğin varlığı yemek, içmek, uyumak gibi zorunlu ihtiyaçlarımızın yeterince karşılanması ile doğrudan alakalıdır. Bu noktada ekonominin önemi ön plana çıkmaktadır. Bu açıdan asgari ücretle çalışmaya mahkum yüz binlerce insanın iradi tercihlerindeki dengeli bir yeterliliğin varlığının ne olacağı ciddi olarak düşünülmeye değerdir.
Konut ve mutfak masrafı dışında sağlık, giyim, ulaşım, kültür ve eğitim alanlarındaki harcamaları da düşünecek olursak, Türkiye'deki kapitalist sistemin oluşturduğu ücret sisteminin büyük bir haksızlığa dayandığını, terazinin hileli tartıldığını ispatlamaya gerek bile kalmaz, işsizlik oranının yüksek ve asgari ücretin düşük tutulması da çoğu kere kapitalist çarkın zorunlu kölelerini oluşturan işçi sınıfına karşı bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır. Zira işletmeden kovulacak olan işçinin yerine daha az ücretle çalıştırılacak insanların yer aldığı serbest bir köle pazarı elde mevcut tutulmaktadır.
Mevcut sistem içinde ezilenlerin ekonomik büyümenin getirdiği hayat standartlarının yükselmesiyle ekonomik sorunlardan kurtulamadıkları da ayrı bir konudur. Belki bazı imkanlar elde edilebilmektedir. Ama bu imkanlar ezilenlerle ezenler arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik değil; ezilenleri kendi hallerine razı edip sus payı oluşturmaya yöneliktir. Bu arada ekonomik alandaki dengesizlik ve haksızlık ve sosyal alandaki şirk varlığını gittikçe güçlendirerek devam ettirmektedir. Ekonomik büyüme, çalışan kesime değil, bir avuç kapitaliste, aracıya, tefeciye, bezirgana ve laik kapitalist sistemin koruyucularının daha çok güçlenmesi ve donanmasına yaramaktadır. Ekonomik büyüme ile sosyal alandaki şirkin kurumlaşma yaygınlığı, birbiriyle orantılıdır. Zira ekonomik büyüme, tüketim kültürünün yaygınlaşmasıyla güçlenmekte; tüketim kültürü yaygınlaştıkça toplumsal bozulma [ifsad] ve vahyi değerlerden uzaklaşma daha çok artmaktadır.
Kapitalist üretimde sermayenin güçlenmesi ve kârın büyümesinde tükenen tabi kaynakların ve teknolojinin maliyetini aşağıya çekmek, işçi ücretlerinin üretimdeki maliyet yüzdesini küçültmek kadar kolay olmamaktadır. Bu yüzden üretim sürecinde en büyük haksızlık, ücretlerin belirlenmesinde gerçekleşmektedir. Genellikle çalışanların Ücretleri, üretilen mamuldeki emeğin hakkı olarak; gıda, konut, sağlık, ısınma, giyim, kültür ve ulaşım gibi temel İhtiyaçlarının sağlıklı bir şekilde karşılanabileceği ortalama standartlara göre değil de, haksızca oluşturulmuş asgari ücretle mukayese edilerek belirlenmektedir. Asgari ücretten üç dört kat fazla maaş veren işletmeci, işçileri karşısında şefkatli patron rolü oynayabilmektedir. Düşük ücret alan işçi veya memurun sistemin çarpıklığına veya haksızlığına yönelik öfkesi ise sermaye sınıfının güdümündeki kitle iletişim araçları vasıtasıyla insani yaşama standartlarına uygun bir ücret alabilmek için grev ve toplu sözleşmelerle büyük risklere girerek direnen ve hakkını bir ölçüde alabilen daha yüksek ücretli işçi kesimlerine yöneltilmeye çalışılmaktadır. Bu arada çalışmadan ücret alan imtiyazlı bazı uyanık işçilerin küçük çapta istismarı ön plana çıkartılarak, usta bir manevra ile büyük yolsuzluklar, haksızlıklar ve hırsızlıklarla oluşturulan kapitalist sermayenin istismarı unutturulmaya çalışılmaktadır.
Bu çarpıklıklar ve haksızlıklar içinde, aile kurmaya çalışan bir Müslümanın, aile bütçesinin gelir ve gider dengesini nasıl ayarlayabileceği sorusunu karşılayabileceğimiz ciddi bir cevap ne olmalıdır? Bu üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir sorudur. Yaşamın ciddiyeti omuzlanmaya çalışıldığında, çalışılacak uygun bir iş bulmak sorun iken o iş bulunduktan sonra alınan ücret ile temel ihtiyaçların karşılanması da bizatihi yeni bir sorun oluşturmaktadır. Aile bütçesini denkleştirmek için belki ev hanımının çalışması gerekmektedir. Ama bu sistem içinde müslüman bir kadının uygun bir iş bulabilme şansı nedir ki? Bu kişi, ücretli iken zorunlu ihtiyaçlarım yeterli düzeyde karşılayamayacağını anlayınca ticaret yapmayı düşünecektir. Ama müteşebbislik bir alt hazırlığa dayanır. Kaldı ki, bu konuda gerekli olan tecrübi birikim, beceri ile aşılmaya kalkışılsa bile sermaye bulma, sermayeyi işletme ve büyütme çabası; bugünkü kapitalist sistemin faizci, gaspçı, ihtikarcı, rüşvetçi, yalan ve haksızlığa dayanan mekanizmasından ne kadar anılabilecektir?
Yukarıdaki sorular önemlidir. Mevcut sisteme karşı tavır sahibi işçi-işveren, işli-işsiz bütün Müslümanlar bu soruları iyice düşünmeli ve tartışmalıdırlar. Sistem içindeki ekonomik konumumuz ve ekonomik ilişkilerimiz birçok kaymanın ve çözülmenin nedenini oluşturmuyor mu? Düşünmeliyiz yemek, içmek, sağlıklı bir yerde barınmak gibi zaruri ihtiyaçlarını insani ölçülerle karşılayamayan kişilerin veya ekonomik konumunun meşruiyetini tartışmaktan kaçman bazı müslüman müteşebbislerin giderek düşünsel ve eylemsel katılımlarında gözlenen çözülmeler noktasında büyük ölçüde rol oynayan bugünkü çarpık ekonomik-ideolojik sistem, sürekli olarak gündemimizin ilk konularından biri olmalıdır.
Kur'an'ın: ilk nazil olduğu dönemden vahyin hitamına kadar, sosyal, ekonomik, siyasal alanda tezahür eden itikadi bozukluklar her türlü zulmü ve şirki ele alıp değerlendirdiğini görebiliyoruz. Kur'an yoldan çıkmış toplumları ıslah etmek, değiştirmek, karanlıktan aydınlığa ulaştırmak amacıyla gönderilmiş bir kitaptır. Kur'an'ı anlama yöntemi üzerinde durmak kadar aynı anda toplumsal ilişkilerimiz de ve değerlendirmelerimizde vahyi mesajın gösterdiği doğrultudaki bir mücadele haltı oluşturabilmemiz de önemlidir. Özellikle egemen şirk sistemi karşısında bu görev bir zorunluluktur. Zira Kur'an, bir bilgelik kitabı değil, bir yaşam kitabıdır.
Bizler Rabbimizin verdiği nimeti tarihi süreç içinde yitirmiş durumdayız. Ama bize klavuzluk yapan ana kitabımız Kur'an, içinde yaşadığımız, zilletten nasıl kurtulacağımızın yolunu sürekli olarak aydınlatmaktadır. Bu yolu iyi etüd etmeliyiz. Fakat neticede bu aydınlığı yakalamanın yolunu iki kelime ile özetleyebiliriz: İman ve cihad.
Ve bizler, cahili sistemin egemen olduğu Türkiye coğrafyasının insanları, şunu unutmayalım; Bizler Türkiye'de laik-ulusçu kapitalist şirk sisteminin egemenliği altında yaşıyoruz. Varlığımızı çalışan veya çalıştıran olarak sistem içi imkanlardan yararlanarak sürdürüyoruz. Şüphesiz bu, mevcut şirk sisteminin içinde yaşamanın ve gayri meşru sistemin imkanları sayesinde varlığımızı devam ettirmenin bir bedeli olmalıdır. Bu bedeli de ancak ciddi olarak bu sistemi değiştirmeye çalışarak ödeyebiliriz. Tabii ki cahili sistemin etkilerinden arınabilmek ve bu bedeli ödemek çok kolay değildir. Sorunlarımızın ise yeterli emek sarf etmeden ter ve kan dökmeden, mürekkep tüketmeden kolayca çözümlenebileceği beklenmemelidir.
Bize hakim olan sistem içinde gerçekleştirilen ekonomik ve siyasal çözüm arayışları, mevzi ve anlık rahatlamalar sağlayabilir. Ama bu rahatlatıcı imkanlarla sistemin fasit dairesini aşmamız mümkün mü? Bu konuda inat gösterenlerin zamanla sistemin kurallarına bağışıklık sağladığını ve bu sefer de kendi statülerini savunma konusunda inatlaştıklarını görebiliyoruz. Günü birlik hesapları aşamayanlar, sistem içindeki mevkilerini güçlendirmeye çalışanlar ve kazançları sistemin devamına bağlı hale gelenler söz konusu bedeli ödemenin coşkusunu giderek kaybetmiyorlar mı? Bu bedel ödenmelidir. Fakat yine sormalı ve düşünmeliyiz: Canlarımızdan ve mallarımızdan, fiili olarak fedakarlık edeceğimiz top yekün bir mücadeleyi bayraklaştırmadan bu bedelin Ödenmesi mümkün olur mu?