Marife Dergisi ve Meram Belediyesi'nin katkılarıyla hazırlanan Ehl-i Beyt Sempozyumu, 20 Şubat 2005 tarihinde Konya'da Konevi Kültür Merkezi'nde yapıldı.
Sevmek, Tâbi Olmaktır!
H. Hüseyin Varol'un Kur'an tilavetinin ardından ilk söz alan Hüseyin Hatemi oldu.
Hatemi, Kevser Suresi'ndeki "venhar" sözcüğünü Hz. Hüseyin'in şehadetiyle ilişkilendirirken, Hz. Hüseyin'in şehadetinin Kur'an'da "büyük kurban" olarak adlandırıldığını, Kevser Suresi'ni "daimî bir sevgi alışverişi" şeklinde algılamak gerektiğini, Ehl-i Beyt sevgisindeki çarpıklığın Türkiye'de Alevî-Sünnî ayrımını körüklediğini dile getirdi. Aynı zamanda misyonerlerin bu tür iç meselelerden yararlanarak, ümmet arasındaki ihtilafların canlı tutulması yönünde çaba harcadıklarını söyledi.
Günümüz Müslümanları arasındaki husumetleri, Peygamberin bıraktığı iki emanete, Kur'an ve Ehl-i Beyt Yolu'na sımsıkı sarılmamaya bağlarken; öncelikle ferdî kurtuluşumuz için Ehl-i Beyt sevgisine ve bilincine ermenin önemine vurgu yaptı.
Müslümanlar karşısında yer alan, Ehl-i Beyt sınırının çizilmesindeki farklılıklardan kaynaklanan problemlere ve düşmanca tavırlara karşı, "Kurtlara meydanın bırakılmaması gerektiğini" dile getirmesine rağmen Hatemi'nin diğer konuşmacıların aksine Ehl-i Beyt konusunda "hamse-i âlâ"da ısrar etmesi dikkat çekiciydi. İmamet ve masumiyet konularında da Şii müfessirlerin görüşlerinden yararlanan Hatemi'nin, Hz. Peygamberin, imamet konusunda Müslümanların bugünkü duruma gelmemeleri için Hz. Ali'yi seçtiğini söyleyerek, sempozyumda sürekli altı çizilen kardeşlik düşüncesini zedelediğini ve düşünsel tahakküm vesilesi oluşturduğunu söylemek mümkündür.
Tüketim kültürüne Aşure Günü'nün de yenik düştüğünü, Kurban Bayramı'nı "kavurma şöleni" şeklinde algılayan zihinlerin, "Aşure Festivali" düzenleyerek meselenin dinî yönünü zayıflattıklarını söyledi. Ehl-i Beyt sevgisini Ehl-i Beyt Yolu'na tâbi olmak şeklinde anlamak gerektiğini söyleyerek sözlerini tamamladı.
Annelerimizin Kafaları Karışır mı?
Hatemi'nin ısrarla dile getirdiği ve ikinci oturumda Hayrettin Karaman'ın da Hatemi'nin hassasiyetine (?) yaptığı gönderme, tartışma konusu oldu. Hatemi, bu tür ihtilaflı meselelerin halka açık yapılmaması gerektiğini, kapalı masa toplantılarında akademisyenler arasında olması gerektiğini, aksi takdirde "annelerimizin kafalarının karışacağını" söyledi.
Başkan Ahmet Önkal'ın seçkin bir izleyici topluluğu önünde bulunulduğu yönündeki uyarısı belirleyici oldu denilebilir. Sempozyum adı altında düzenlenen bir toplantının akademik yönünün güçlü olmasının beklenen bir sonuç olduğu ve toplumsal kaygılarla ortalama (vasat) izleyicilerin zihinsel berraklığı için Kur'an'ın meseleye bakışının ortaya konmaması tabii ki düşünülemezdi.
Bahaüddin Varol tarihî bir bakış açısıyla meseleye yaklaşarak Peygamberin ölümüyle yaşanan otorite boşluğunun siyasî yapılanmayı ne şekilde etkilediğini açıklarken, tezini, ihtilafların doğuşunu Ehl-i Beyt tamlamasının kavram olarak literatüre yerleşmesine bağlayarak temellendirmeye çalıştı.
Cahiliye döneminde Kabe'nin "beyt" olarak adlandırılmasından dolayı Kabe'nin işleriyle ilgilenen Kureyş kabilesi "ehl-i beyt" olarak nitelendirilmiştir. Bunun dışında Hz. Peygamberin ev halkı, akrabaları, çocukları için de bu tamlamalar kullanılmıştır. Konuyla ilgili hadisler ışığında açıklamasını yapan Varol, Peygamber döneminde sınırları çizilmiş bir "ehl-i beyt" tanımı olmadığını söylerken, Hulefâ-i Raşidîn döneminde de Ehl-i Beyt sevgisinin korunduğunu, siyasallaşma sürecine Hz. Hüseyin'in ölümüyle girildiğini söyledi.
Tartışmanın Odağı: Ahzab-33
Mustafa Öztürk, Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirleri arasındaki tartışma konusunun Ahzab Suresi'nin 33. ayetinin yorumuyla alakalı olduğunu söylerken, Kur'an'da "ehl-i beyt" kavramının bu ayetin dışında Hud-73 ve Kasas-12'de geçtiğini ve her üç ayette de peygamberlerin hanımlarına hitap olduğunu dile getirdi ve bir diğer farklılığın da "sekaleyn" hadisi olarak bilinen hadisin te'vilinden kaynaklandığını söyledi.
Öztürk, Ahzab-33'deki hitapların müennes sigasıyla olmasını da ayette Peygamberin hanımlarının kastedilmiş olduğuna delil getirerek, filolog müfessir Zeccac'ın, dilin mantığının, Peygamberin hanımları olarak anlaşılmaya müsait olduğu görüşünü aktardı. Şia'nın ayette geçen "innema" edatını Ehl-i Beyt'in günahsızlığına bağladığını, fakat böyle bir yorumun kabul edilemez olduğunu, Kur'anî yöntemle çeliştiğini dile getiren Öztürk, tasavvuf geleneğinde de Şia'nın görüşünün hakim olduğunu söyledi.
Öztürk'ün tebliğini değerlendiren Yusuf Işıcık, tebliğe yerli yorumların hâkim olduğunu, yabancı düşüncelerden uzak, Kur'an'ın iç dinamikleriyle aklî bir değerlendirme ortaya konulduğunu, "Lügati'l Kur'an" yoluyla düşüncelerin geliştirilerek tutarlı bir yorum ortaya konulduğunu söylerdi.
Adnan Demircan, genel olarak Mustafa Öztürk'ün Kur'an'daki üç ayetin birbiriyle örtüştüğünü dile getiren yorumuna katıldığını ve konunun siyasî boyutu üzerinde durmanın gerekliliğini yineledi. Müslümanların Hz. Peygamberin hayatından alınan bir parçayı (Tebük Seferi sırasında Peygamberimizin Hz. Musa ve Harun örneğini göstermesi gibi) tüm hayata uygulamak gibi bir hataya düştüklerini söyleyen Demircan, Kurtubî'nin imametle ilgili zorlama yorumlarının da siyasal endişeler taşıdığını dile getirdi. Demircan, Bahaüddin Varol'un Hz. Hüseyin'in ölümüyle başlattığı siyasallaşma sürecini, Peygamberimizin hastalığı sırasındaki imamet tartışmalarına kadar götürdü. Hz. Ali'nin siyasal isteklerinin hep varolduğunu fakat bu isteklerin hanedanlık düşüncesiyle ilgisi olmadığını da sözlerine ekledi.
Manevî Önderlik
Hayrettin Karaman'ın, konuşmasına başlarken dile getirdiği Türkiye'nin İslâm dünyasında manevî önder olarak algılandığı konusu ise geçmiş dönemlerde milliyetçi söylemin bayraklaştırdığı bilindik bir mesele olarak kafalarda soru işaretleri bıraktı. Günümüzde devletler arası statüde, Türkiye-Ortadoğu ilişkilerinde ve diğer İslâm devletleriyle münasebetlerde Türkiye'nin ne derece etkin olduğu bu konuda bizleri aydınlatabilir.
Bu meselenin ümmeti kavga haline sürüklememesi gerektiğini dile getiren Karaman, Çorum Olayları'nın tekrar yaşanmaması için Ehl-i Beyt Yolu ile Ehl-i Beyt Sevgisi'ni birbirinden ayırmak gerektiğini söyledi. Konuya usul-i din ve usul-i mezhep yönünden bakmak gerektiğini, İslâm dünyasındaki etnik ve mezhebî ayrılıkların Batı kaynaklı olduğunu, Alevî-Sünnî ayrımının ümmeti Batı-İslâm mücadelesine sürüklediğini sözlerine ekledi.
Kardeşlik, birlik, diyalog mesajlarıyla sözlerine başlayan Fermani Altun, Ehl-i Beyt'in İslâm dünyasının yapılanmasında etkin rol oynayabileceği şeklinde dikkate değer sözler sarfederken, Ehl-i Beyt konusunda tüm dünyada kısmî bir birlikteliğin sağlandığını dile getirdi. Bu konuda mezhep taassubuna kapılmanın ortak buluşma noktasına zarar vereceğini söylerken, bugüne kadar İslam'ın üzerine oynanan oyunları bu şekilde bozabileceğimizi söyledi. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasını, devletin dine koyduğu bir ambargo olarak nitelemesi de önemli satır arası notlarındandı.
Papazları kucaklamak (!) yerine önce dostlardan işe başlamak gerektiğini söyleyen Altun, zıtlıkların ber-taraf edilmesini önerdi ve bu konunun Müslümanlar arasındaki pek çok ihtilaf konusu gibi algılanması gerektiğini söyledi.
Adil Yavuz, Peygamberin, daveti ilk olarak Ehl-i Beyt'te başlatmasına dikkat çekerek, konuşmasını, meseleyi İslâmi ve kabileci mantığıyla ele alanlara yönelik eleştirileriyle sürdürdü. Önemli bir ayrıntı olan masumiyet meselesini tartışan Yavuz, Ehl-i Beyt ile Ehl-i Beyt zürriyetini aynı konumda algılamamak gerektiğini, "Kimin ameli onu geri bırakırsa, nesebi onu ileri geçirmez" hadisinin bizim için belirleyici olduğunu söyledi. Yavuz, bu coğrafyadaki akbabaları defedebilmek için akrabalık bağlarımızı hatırlamamız gerektiğini, Afganistan ve Irak acılarının unutulmamasını dile getirerek önemli bir konunun altını çizdi.
Ahmet Yaman ve Zekeriya Güler'in H. Karaman'a söz haklarını devrederek yaptıkları centilmenlik gösterisi programın ciddiyetini zedeledi diyebiliriz.
Sonuç:
Ehl-i Beyt düşüncesini Kur'an ve sünnet çerçevesine oturtmak gerektiğinin altı çizilirken, meselenin dinde, ciddi bir ayrılık noktası olmamasına rağmen yüzyıllar boyunca İslâm toplumunun arasında kalın duvarlar ördüğü ve bugün Müslümanların birlik ve beraberliğe daha çok ihtiyacı olduğu için bu konuda esnek davranılması gerektiği yönündeki çıkarımlar, olumlu katkılar olarak kaydedilebilir.
Irak'ta yeni bir döneme girildiği şu sıralarda Şii-Sünni ayrımını, ihtilaflı olan bu tür meselelerin ne şekilde etkileyeceği hesaba katılmaksızın konunun ulusal çıkarlar çerçevesinde ele alınması üzücü bir noktaydı. Alevî-Sünnî karşıtlıklarının giderilmesi konusuna (halihazırda Türkiye'de bu mesele ciddi bir sorun olarak görünmüyor) meselenin sıkıştırılması yerine tüm ümmeti kapsayacak bir kardeşlik ve sevgi mesajının verilmesi beklenirdi.
Son aylarda İran-Amerika arasında yaşanan gerginlik dikkate alınarak önemli değinilerde bulunulabilecekken, konunun akademik ve popülist çerçevede sınırlı kalması katılımcılar adına üzücüydü.