20 Eylül Cumartesi günü İDKAM'da 'Eğitimde Yeni Dönem ve Başörtüsü Mücadelesi" konulu bir panel düzenlendi. Yöneticiliğini Fatma Candan'ın yaptığı panele konuşmacı olarak Enes Kabakçı, Hülya Alper ve Madde Göç katıldı.
Fatma Candan, İmam Hatiplerin kapanmasıyla başlayan süreçte egemenlerin İslami bilinçlenmeyi hedef aldıklarını, bu senaryonun Cumhuriyet tarihinin çeşitli dönemlerinde uygulandığını ve tarihi bir arka planı olduğunu belirterek, bu tarihi arka planı, Türkiye'de eğitim politikalarının geçirdiği evreleri aktarması için sözü Enes Kabakçı'ya verdi.
Enes Kabakçı, Aydınlanma Felsefesi ve Sanayi Devrimi'nin etkisiyle ortaya çıkan ulus-devletlerde, eğitimle insanlara sadece bilgi, beceri değil; aynı zamanda ideoloji, değer ve kültür de aktarıldığını ve bu niteliğiyle eğitimin, var olan toplumsal düzendeki ideallerin, ideolojilerin yeniden üretilmesi, yaygınlaştırılması ve pekiştirilmesinde önemli rol oynadığını belirterek konuşmasına başladı.
"Ulus-devlet temelinde örgütlenen TC'de de eğitim kimlik oluşturan bir role sahiptir. İlk dönemlerden itibaren bütçeden en büyük pay Milli Savunmadan sonra Milli Eğitime ayrılıyordu" diyen Kabakçı, "TC'de eğitimin 1930lardan itibaren tek ideolojisi şüphesiz Kemalizm olmuştur. Bu dönemden itibaren Atatürk ve Atatürkçülük ders kitaplarına yansımıştır" diye konuşmasına devam etti. 1924 yılında, Türk Milli Eğitiminin temellerinin yer aldığı Tevhid-i Tedrisat Kanunun çıkarıldığını, bu kanunun inkılap kanunlarından biri olduğunu, 1982 Anayasasının 174. maddesinde de, bu kanunların dokunulmazlığından şu şekilde söz edildiğini belirtti: 'inkılap kanunlarındaki hükümler Anayasa ile çelişse bile veya birbirine zıt düşünseler bile kimse bu kanunları 'Anayasa'ya aykırıdır' şeklinde anlayıp yorumlayamaz".
Kabakçı, devamla şöyle dedi: "Tevhid-i Tedrisat kanunun 4. maddesi bizi çok daha fazla ilgilendirir. Buna göre Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) ilahiyat mütehassısları yetiştirmek üzere İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir ilahiyat fakültesiyle, imamet ve hitabet işleriyle uğraşacak insanları yetiştirilmesi için imam Hatip mekteplerinin açılması kararlaştırmıştır.
1923-24 yılları arasında 29 yerde 4 yıllık "İmam Hatip Mektepleri" açılmıştır. Bir süre sonra büyük bir teveccühe sebep olan bu okulların öğrenci kaynakları kurutularak öğrencisiz kalma zemini hazırlanmış ve açılan bu mektepler kapatılmıştır. Bugüne baktığımızda aynı senaryo pervasızca tekrarlanmaktadır."
Fakat 1947'deki CHP Kurultayı'nda yeniden dine/din eğitimine dönme zamanın geldiği kararının çıktığını, bunun nedeni olarak aile düzenin geçirdiği sarsıntı, komünizm tehlikesi, ölülerin yıkanamaması, halkın tepkisi, Batı bloğuna katılabilmek için demokratik düzenlemelerin yapılması olarak gösterildiğini ve bunlara binaen birtakım önlemler alındığını ve bu önlemlerden birinin de İmam-hatip yetiştirme okullarının tekrar açılması olduğunu belirtti.
Son olarak ise bizlerin ister kesintili olsun ister kesintisiz olsun, sistemin/resmi ideolojinin değerlerinin empoze edildiği zorunlu eğitimi aşmanın yollarını aramamız gerektiğini, değişik alternatifler düşünmek zorunda olduğumuzu, şu anda kendi müfredatımızın okutulacağı okulların açılmasının fiziki şartlarının oluşmadığını fakat her şeye rağmen zorunlu eğitimin kader olmadığını da aklımızdan çıkarmamız gerektiğini söyleyerek. 8 yıl kesintisize karşı 5+3 savunulurken bunun gözardı edildiğini ifade ederek konuşmasını noktaladı.
İkinci olarak Hülya Alper İmam Hatip Liseleri, İlahiyat fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüleri bağlamında Türk Eğitim Politikalarının aldığı şekli açıklamak üzere söz aldı.
Alper. "Tevhid-i Tedrisat kanunuyla medrese ve mektepler Maarif Vekaleti'ne devrediliyordu. Bu kanunun bir maddesine göre 29 yerde İlkokula dayalı İmam Hatip okulları kuruldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir İlahiyat fakültesi kuruldu. Bir süre sonra açılan İmam Hatipler çeşitli sebeplerden dolayı kapatıldı. Darül Fünun ilahiyat Fakültesi o zaman dahi İmam Hatipler'den öğrenci kabul etmiyordu. Çünkü İmam Hatipler ortaokul seviyesinde kabul ediliyordu. 33 yıllında ise ilahiyat fakültesi kapatıldı. O zaman ki İlahiyat'a baktığımız zaman sisteme destek veren bir özellik arzediyor. O yıllarda çıkarılan ilahiyat fakültesi mecmuasında yayınlanan yazılar buna en büyük delildir. O dönemde bu okulların kapanmasının yanında birçok icraat gerçekleşti: Ders kitaplarından Allah ismi çıkartılıyor, din dersleri kaldırılıyor, Arapça okuyan "cürm-ü meşhud" halinde yakalanıyordu" diyerek konuşmasına başladı.
Alper, Ahmet Hamdi Akseki'nin o dönemde Hz. Muhammed isimli bir kitap yayınladığını bu kitabın yayınlandıktan hemen sonra İçişleri Bakanlığı tarafından toplatıldığını, gerekçe olarak da, "memlekette dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz" denildiğini belirtti.
Alper, bu okulların bugünde irticanın kaynağı olarak gösterildiğini fakat bu okullarda İslami mücadelede aktif rol üstlenecek müslüman gençler yetiştirmek bir tarafa sahih bir mümin tip bile yetiştirilemediğini fakat laiklerin anladığı manada çağdaş tiplerin de bu okullardan çıkmadığı belirtti ve "fakat her şeye rağmen bu okulları halk yaptırmıştır, zihni ne kadar bulanık olursa olsun bu halkın İslami bir talebi olduğunun bir göstergesidir. Bizim yapmamız gerekenin de bu potansiyeli iyi bir şekilde işlemektir" dedi.
Alper konuşmasını şöyle bitirdi: 'Yeni sistemle birlikte İmam Hatiplerin orta kısmı kapatılarak lise kısmına bir yıl hazırlık kondu. Böylece İlahiyatlardan hazırlık kısmının kapatılması planlanıyor. İmam Hatiplerle birlikte İlahiyatlarda kısıtlanıyor yanı İlahiyatlara normal lise mezunları giremeyecek çünkü hazırlık okumuyorlar. Aynı zamanda İlahiyat Fakültesini bitirenler eğer öğretmen olmak istiyorsa Ankara Üniversitesinde bir buçuk yıl tezsiz yüksek lisans programı okuyacak daha sonra yapılan yeterlilik sınavından sonra öğretmen olabilecek. Bu şekilde bazı hassasiyetlerin önü kesilmek isteniyor"
Üçüncü olarak tırmanan başörtüsü sorunuyla ilgili olarak Macide Göç söz aldı. Göç, Türkiye'de laikleşme ve batılılaşmayla birlikte önce özendirme daha sonra dayatmanın sonucu olarak müslüman kadının başörtüsüne el uzatıldığını, 1980'lere kadar resmi kurumlarda başörtüsünün olmadığını, olsa dahi geleneksel bir şekil arzettiğini, liselerde de başörtüsünün yasak olduğunu, İmam Hatiplerde bazı mücadeleler sonucu başörtüsünün takılabildiğini belirtti.
Göç, üniversitelerin özerk bir yapıya sahip olmasına rağmen buralarda başörtüsünün sorun olduğunu, fakat 80'lere gelene kadar çok fazla problem çıkmadığını ve İslami gençlik arasında başörtüsü yaygınlaşmaya ve kısmen bilinçlenmeye başlanıldığı 12 Eylülün hemen ardından çeşitli fakültelerde başörtülü öğrencilerin içeri alınmadıklarını ve ilk olarak da Edebiyat fakültesinde yasağın başladığını ve yasağın lokal olmasına binaen direnişin lokal kaldığını ve direnişin fazla yaygınlaştırılamadığını belirtti.
Göç, mücadelenin gelişimiyle ilgili özetle şöyle dedi: "1987'de Kenan Evren Adana'da bir konuşma yaptı ve konuşmadan sonra yasak başladı. Önce Hukuk fakültesinde yasak uygulanmaya konuldu. Hukuk Fakültesinde başörtülü öğrenciler içeri alınmıyordu. Vizelerin başladığı dönemde bir gün kapı zorlandı açıldı ve vizelere girildi. Bu defada usulsüzlük yapıldı iddiasıyla sınavlar geçersiz sayıldı. Bu esnada Ankara'da da bazı öğrenciler açlık grevine başlamışlardı. İstanbul'da da oturma eylemleri yapılması kararlaştırıldı fakat konuşulan yapılardan destek gelmedi ama her şeye rağmen oturma eylemi başlatıldı. Daha önce eylem tecrübesi olmayan müslümanlar, üniversitelerde, bayanların öncülük ettiği bir öğrenci hareketi başlatmış oldu. Müslüman kadının yeri tartışmaları bu dönemde daha da hızlandı. Müslüman öğrencilerin bilinçlenmesinde bu eylemler büyük katkılar sağladı. YÖK'le birlikte kılık kıyafet yönetmeliği çıkarıldı. Fakat bu kılık kıyafet yönetmeliği diğer öğrencileri de kapsarken sadece müslümanlar için kullanılıyordu, bu da rejimin müslümanlar karşı tavrını açıkça gösteren bir tavırdır"
İkinci defa söz alan Enes Kabakçı, konuşmasına şöyle başladı: "12 Eylül sonrasında en fazla ses getiren öğrenci hareketi bu başörtüsü mücadelesidir ve bu mücadelenin başlatıcıları bayanlardır. Bu eylemler okul önlerinde başlamasına rağmen halka da yansıdı. Başörtüsü bir kıyafetten ziyade İslami bir kimliğin ifadesiydi. 10 yıldır süren bu savaşın önümüze çıkan iki sonucu vardır: 1-Bu sorunun halka yayılması ve düzenin İslam düşmanı kimliğinin ifşa edilmesi 2-Müslümanların acziyeti, 10 yıldır sürdürülen bir mücadelede hala bir sonuç alınamamıştır. Bu mesele de sadece müslüman bayanları ilgilendiren bir konu değildir. "İnanan erkekler ve inanan bayanların birbirlerinin velileridir". Birbirimize destek olmamız gerekiyor. Kendilerinden daha fazla bilinçli bir tavır beklediğimiz erkek arkadaşlarda bile gerekli tavrın almaması hayal kırıklığına sebep olmuştur. Bayanlarda da bu tür bir bilincin yeteri kadar oluşmadığına tanıklık ediyoruz. Biz bu zulme karşı çıkarken başörtüsü İslami bir kimlik olarak değerlendirmeliyiz. Bazı kesimlerce dillendirildiği şekliyle komplekslerden dolayı sadece insan hakları boyutuyla ele almamalıyız" diyerek sözlerini bitirdi.
Başörtüsü problemiyle karşılaşan bayanların hukuki olarak ve genelde neler yapmasını gerektiğini belirtmek için söz olan Macide Göç, "Bir olayı hukuksal bir düzlemde değerlendirebilmek için karşınızda hukuksal bir olay olmalı. Oysa bizim karşımızda YÖK'ün kuruluşuyla birlikte ortaya çıkarı siyasi bir vakıa söz konusu. 1981 de YÖK kanunu uygulamaya konuluyor. Burada bir yasak söz konusu değil, 1985te Öğrenci Disiplin Yönetmeliği çıkartılıyor burada da bir yasak yok. Buna 1987'de çağdaş kıyafet eki getiriliyor ve başörtüsü çağdaş kıyafet kabul edilmiyor. Çağdaş kıyafetin ne olduğu tanımlanmıyor ve çağdaşlık (!) rektörlerin keyfine göre belirleniyor" diyerek devamla öğrencinin bu tür bir muameleyle karşılaştığında bunun yasal dayanağının sorulması gerektiğini, engellendiğinde sınava girmek için veya okula girmek için zorlanılmasını ya da başörtülü olunduğundan dolayı okula alınmadığını belirten bir belge alınması lazım geldiğini ifade ettikten sonra. "Mücadele bilincini kuşanmalıyız ve Allah'ın rızasını gözetmeliyiz. Bu sorunu başörtüsü mücadelesi olarak değil de İslami mücadelenin içinde bir alan olarak görmeliyiz bu bilinçle hareket etmeliyiz" diyerek konuşmasını bitirdi.
Panelde son olarak söz olan Hülya Alper, ise mücadele bilincimiz nasıl olmalı ve hedefe ulaşma ya da ulaşamama mücadele bilincimizde belirleyici olmalı mı? sorusuna cevap aradı.
Alper. "Hak ve batıl mücadelesi çağlar boyu devam etmektedir. Her mümin bu mücadelenin içindedir. Bu mücadeleyi ne kadar kazandık kazanmadık şeklinde değil, bir mümin olarak hakkın temsilcisi olma bilinciyle ne kadar hareket ettik diye düşünmeliyiz. Gerek eğitimle ilgili problemler gerek başörtüsüyle ilgili olarak bize karşı uygulanan bu zulme karşı her türlü tepkiyi ortaya koymalıyız. Bunlardan bir sonuç alınıp alınamayacağı sonuca yüklenen anlama göre tartışılabilir. Sonuç eylemin kendisidir. Çünkü kendi kimliğimizi ne derece berrak bir şekilde ortaya koyarsak o kadar başarılı oluruz. Bugün Türkiye'de yaşayan müslümanlara baktığımızda rahat bir hayat sürüyoruz. Mücadelenin sıcaklığını yüzümüzde hissediyoruz. Önce kendi beynimizde kendi ruhumuzda alışkanlıklarımızda, ne derece vahyi ilkeleri hakim kılmak için gerekli çabayı gösterdik.
Bu gibi sorulara alnımız açık net bir cevap verebildiğimiz ve ayakta kalabildiğimiz zaman, gelecekten emin olabiliriz. Eğer biz kapıları zorlarsak Allah-u Teala bize yeni kapılar açacaktır" diyerek konuşmasını bitirdi.