Egemen Sistem, Küresel Dayatma

Nihat Bulut

Uluslararası sistem denildiğinde devletlerin ve bunların çeşitli amaçlarla bir araya gelerek oluşturdukları örgütlerin, son zamanlarda globalizm rüzgarlarının estiği bir ortamda tüzel kişiliklerin sınır ötesi ilişkilerinin de bir anlam ifade etmesiyle Örgütlü bireylerin aktif olarak rol oynadığı yapıyı, bu aktörlerin iç ve dış çevreyle ilişki tarzını, pratikler bütününü anlıyoruz. Sistem, iki aktör arasındaki basit bir ilişkiden farklı bir şeydir. Yine sistem kendisini oluşturan ünitelerin tek tek toplamından da farklıdır. Sistemin kendine ait -ünitelerinden bağımsız-bir mantığı vardır. Üniteler sistem içerisindeki değerleriyle, sistem içinde oynadıkları, onlara biçilen rolleriyle vardır. Uluslararası sistem A, B ve C devletlerinin matematik toplamı değildir.

Bir sistem gevşek örgütlü de olabilir, katı örgütlü de. Yine sistem istikrarlı da işliyor olabilir, istikrarsız da. Her sistemi çevresinden veya dışındakilerden ayıran sınırları vardır.

Uluslararası ilişkilerde sistem teorisyenlerinin farklı sistem sınıflandırmaları vardır. Örneğin George Modelski, tarıma dayalı (agraria) ve endüstriyel (industrial) şeklinde ikili bir ayrım önerirken, Richard N. Rosecrance istikrar temelli ikili bir ayrım (istikrarlı, istikrarsız uluslararası sistem) öngörür. Morton Kaplan gibi başka teorisyenler ise çift kutuplu, çok kutuplu gibi ayrımlar katmışlardır. Sınıflandırma ayrılıklarına rağmen hepsi uluslararası sistemde istikrar konusuyla ilgilenirler. Yine bir sistemin ne zaman dengede olduğu da ortak ilgi konusudur. Sistemin tehditlerle baş etme kapasitesi, yeteneği, sistem dengeleyicileri olarak ulusal ve ulusüstü aktörlerin, elitin rolleri de yine genel ilgi konusudur1.

Sistem teorileri açıklamalarında daha erken dönemlere yer vermekle birlikte 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan soğuk savaş dönemi uluslararası sistemini tanımlama ve analizine ağırlık vermişlerdir.

Sistem teorilerinden sıyrılarak 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası ortama geçtiğimizde çift kutupluluğun genelde hakim olduğunu görmekteyiz. ABD ve SSCB'nin başı çektiği, ideolojik ayrımların önem ifade ettiği iki kutuplu bu yapıda gerilimler, çatışmalar yaşanmıştır.

2. Dünya Savaşı'nın son yıllarında Sovyetler Birliği, Almanya ile çıkarları çatıştıktan sonra İngiltere ve ABD'nin başı çektiği blokla bir ittifaka girmişti. Ancak bu ittifakın şartların zorlamasıyla oluştuğu savaş sonrası dünyada hemen ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği'nin faşizmle savaşta elde ettiği kazanımlarını Yalta'da itan edilen 'Kurtarılmış Avrupa Hakkında Demeç'e rağmen kaybetmek istememesi ve kapitalist Batıya karşı hem kendi ana ülkesine bir tampon oluşturma, hem de sosyalist ideolojiyi yayma gayretleri içine girmesiyle savaş içinde oluşturulan ittifakın savaş sonrasına teşmilini engellemiştir. Artık bu dönemde kapitalist Batı ile sosyalist doğu arasında bilhassa Stalin döneminde bir soğuk savaş yaşanmıştır. Savaşın son yıllarında ve dolayısıyla ittifakın da son yıllarındaki iyimser hava içinde Sovyetler Birliği'ni de içine alan bir BM'nin kurulması ve veto hakkına sahip beş ülke içine Sovyetler Birliği'nin de girmiş olması sistemin kuruluş amacı olan 'kollektif güvenlik'i işlersiz kılmıştır. Buna rağmen ABD hegemonyasındaki Batı bloku, yine de Sovyetler Birliği'nin yokluğundan faydalanarak da olsa Kore'ye müdahale etmişli.

Sovyetler Birliği (SB)'nin sosyalizmi yayma eğilimini durdurmak için ABD'li stratejistler bir hayli çalışmışlar ve SB'nin çevrelenmesine, bunun için de sosyalist etkinin ekonominin bozuk olduğu ülkelerde daha fazla yayılma imkanı bulacağı düşünülerek 'sosyalist blok'un burnunun dibinde ekonomik olarak kalkındırılmış ülkelerin yaratılmasına çalışılmıştır. George Kennan'ın çevreleme (containment) politikası ABD'ye 2. Dünya Savaşı sonrasında hakim olan stratejiyi oluşturmuştur. Sosyalist bloğa sınır olan veya yakın ülkeler ABD yardımlarıyla kalkındırırken, diğer taraftan bölgesel savunma paktları oluşturulmuştur. Atlantik'in savunulması için NATO, Güneydoğu Asya için SEATO, Ortadoğu için önceleri İngiltere'nin başkanlığında Bağdat Paktı, 1958 Irak darbesinden sonra liderliğine ABD'nin geçtiği CENTO kurulmuştur.

Bu tür yerel savunma örgütlerine BM'nin SB vetosuyla ABD hegemonyasına izin vermemesi nedeniyle gerek duyulmuştur. Savaş sonrasında kapitalist dünyanın ayakta kalan tek lideri olarak ABD tüm gücüyle sosyalist etkiyi bloke etmeye çalışmış, bunun için Almanya ve Japonya başta olmak üzere SB yakınındaki ülkeleri, -demokratik değerler adına, demokrasiyi kısarak, işçi örgütlenmelerini, sendikaları yasaklayarak- kullandırmıştır. Diğer taraftan oluşturulan savunma örgütlerinden de faydalanılmıştır. Bunlar arasında en etkin olan ve varlığını hâlâ devam ettiren bir örgüt olarak NATO önemlidir.

Kuzey Atlantik Anlaşması çerçevesinde oluşturulan bu savunma örgütü temelde iki amaçla kurulmuştur: Üyelerinin toprak bütünlüğünü garanti etmek ve savunmak, ortak değerlerini (demokrasi, liberalizm vs.) korumak ve geliştirmek. Kuzey Atlantik Anlaşması'nın ikinci maddesi işbirliğinin alanını savunma konularından, istikrar ve ekonomi alanlarına da teşmil eder. Yine anlaşmanın beşinci maddesine göre üyelerden birisine yapılacak saldırı, hepsine yapılmış sayılacaktır.

Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev gerginliği azaltmaya çalışmış. Komünist Parti'nin 20. kongresinde kapitalist ülkelerle 'barış içinde bir arada yaşama' ilkesi benimsenmiş, adeta Batı'ya ateşkes teklif edilmiştir. Bununla yetinmeyerek Varşova Paktı, Avrupa'da barış ve güvenliği güçlendirmek için karşılıklı paktların feshedilmesi, üslerin kaldırılmasını, Avrupa'da mevcut kuvvetlerin kendi ülkelerine çekilmesini teklif etmiş, Almanya sorununun da konuşulabileceğini belirtmiştir. Ancak Sosyalist Blok'un bu teklifleri hep reddedilmiş, soğuk savaş Batı tarafından körüklenmiştir. Kremlin'in teklifleri kabul edilmiş olsaydı, Sovyet Bloku'ndan kaynaklanan tehditler kesilmiş olacaktı, ne var ki ABD'nin çevirdiği dolaplara , baskıcı politikalara, savaş makinalarına akan milyonlarca dolara, askeri güce dayanarak kurulmuş ABD hege­monyasının varlık nedenine giydirilmeye hazır kılıflar bulunamayacaktı 2.

NATO stratejisinin 'topyekün savaştan' 60'lara doğru 'esnek karşılığa' dönmesi ve bunun sonucu olarak Sovyetlerle bir silahlı çatışmada savaşın Avrupa üzerinde cereyan edecek olması iki kutuplu yapının kendilerine zarar vereceğini düşünen De Gaulle'ün NATO'nun askeri kanadından ayrılmasını getirmiştir. 50'li yılların sonlarına doğru Bağlantısızlar Grubu sisteme girmiştir. Böylece uluslararası sistem yavaş yavaş iki kutupluluktan çok kutupluluğa doğru kaymaya başlamıştır. 3.Dünya Ülkeleri sayıca BM'de ağırlıklı olarak artınca. Genel Kurul'da gelişmiş Kuzeyin Güney'i desteklemesini istemişler. Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen'i (NIEO) kabul ettirmişlerdir.

De Gaulle Fransası'nın tutumu, Batı Almanya başbakanı Willi Brandt'ın Ostpolitiki (Doğu ile ilişkilere girilerek gerilimin giderilmesi) ve Bağlantısızlık hareketi ister istemez belirli bir yumuşamayı getirmiş, AGİK sürecini başlatan Avrupa'da güvenlik ve işbirliği konularında Doğu ile Batı blokları arasında karşılıklı ve dengeli kuvvet indirimi görüşmelerine başlanmıştır. AGİK çerçevesinde 1990 Paris zirvesinde kabul edilen Paris Şartı ile taraflar insan hakları, hukukun üstünlüğü ve en önemlisi serbest piyasa ekonomisini temel kabul etmişlerdir. Paris Şartı açıkça Sosyalist Blok'un kapitalizm karşısında yenilgiyi kabullenmesinin resmidir. Taraflar ayrıca yayınladıkları "Ortak Deklarasyonla artık birbirlerinin düşmanı olmadıklarını da resmen ilan etmişlerdir. Yine bu çerçevede Avrupa'da Konvansiyonel Kuvvet İndirimi Anlaşması (AKKA) da imzalanmıştır.

Sovyet Bloku'nun Çökmesi ve Yeni Dünya Düzeni

Sovyetler Birliği'nin ekonomik gelişmişlik ve teknoloji yarışlarında ABD'nin çok gerisinde kalması ve artık Batı ile rekabet edemeyecek duruma düşmesi ve bunun en tepedeki ağızlarca onaylanması sonucunda Sovyet Bloku yenildiğini ilan etmişti. Sputnik'in uzaya fırlatılması ve böylece Sovyetlerin kıtalararası vurucu güce ulaşması sonucunda Nikita Kruşçev 1970 başlarında SSCB'nin ekonomik alanda dünyada birinci olacağını ye böylece dünyanın en müreffeh toplumu olacağını her fırsatta söylüyordu3 Ancak durum hiç de o yönde gelişmedi. Hayat standartları ve ekonomik gelişmişlik her geçen gün Batı karşısında düştü. Sovyet ekonomisi 1970'e kadar Amerikan ekonomisinin kat ettiği yolun yarısını alabilmişti. Buna rağmen SB dünya ekonomisi sıralamasında hâlâ ikinciydi. Fakat 1980 sonlarında bunu da kaybetti. Artık Japonya tarafından geçilmek üzereydi. Üstelik teknoloji yarışında da hayli gerilerde kalmıştı4.

Askeri teknolojide de Sovyetler 195O-6O'lı yıllardaki göreceli üstünlüklerini yitirmişlerdi. Amerikalılar onların kıtalararası vurucu gücünü ortadan kaldıracak çalışmalara girmişlerdi. (Stratefic Defence Initiative) Stratejik Savunma Girişimi, halk arasındaki ismiyle Yıldız Savaşları projesinin dengelenmesi SB'nin kaldıramayacağı kadar ekonomik harcamalar ve teknoloji birikimi gerektiriyordu. Afganistan'daki savaş da Sovyet ekonomisini ve toplumunu olumsuz yönde etkiliyordu.

Toplumda tam bir sosyal çöküntü hakimdi. Alkolizm yaygınlaşmaya devam ediyordu. Sağlık hizmetleri giderek bozulmuştu.

Tüm bu etkenler 1980'li yılların ortalarından itibaren Gorbaçov'un Glastnost ve Perestroika olarak bilinen reform çabalarını başlatmasına sebep oldu. Gorbaçov, reformları halkta bir taban yaratarak yürütmeye çalışınca hareket kendisinin ve Komünist Parti'nin denetiminden çıktı. Zaten baskıyla, militarizmle bir arada tutulan cumhuriyetler birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Bu süreç Sovyetler Birliği'nin dağılmasına yol açtı. Dağılma yoğun istikrarsızlığı ve yeni bağımsız cumhuriyetler arasında çatışmaları ve kendi iç çatışmalarını yarattı.

Batı bu dağılma karşısında rakipsiz kalmanın tadını çıkarırken, fazla istikrarsızlığın da kendi güvenliği için sorun çıkarabileceğini düşünerek Rusya Federasyonu'nun 'yakın çevre politikası'nı ve İstikrar unsuru olarak Yeltsin'i desteklemeye başladı. Rusya yakın çevre politikası ile daha fazla dağılmayı önleyecek tedbirler almaya, bu arada kenar ülkeleri kendi 'etki alanı' olarak niteleyip askeri birlikler konuşlandırmaya -sık sık da ülkeler arası ve ülke içi huzursuzlukları bahane ederek- girişti. Rusya bu bağlamda AKKA'dan doğan yükümlülüklerini -Orta Avrupa dışında- yerine getiremeyeceğini ilan etti. Batı buna çoktan razıydı. Komünizmden uzak yeni Rusya ile uluslararası sistemde işbirliğinin yarattığı kapitalist hegemonyanın tadını çıkarmaya çalışıyordu.

Çin de yaşadığı iç politik gelişmelerle sosyalizmden uzaklaşmaya başlamıştı. 1970'lerde ilan edilen 'dörtlü modernizasyon' programı Batı'ya açılmayı ve ideolojiden sapmaları barındırıyordu. Çin 1973'de ABD ile ilişkilerini canlandırmaya başladı. Deng Xiaoping reformları yaparken, her şeyin Parti kontrolünde gerçekleşmesine azami önem verdi. Topraklar ortak tarımdan vazgeçilerek köylülere kiralandı. Özel girişimler ortaya çıktı. Deng, uluslararası ticareti teşvik etmek için Çin'i ekonomik bakımdan cazip hale getirmeye çalıştı. Sahil bölgelerde hızlı bir ekonomik gelişme yaşandı. Onbinlerce öğrenci ABD'ye gönderildi. Kıyı kesiminde yabancı yatırımlar teşvik edildi. Tüm bu reformlara ideolojik bir kılıf olarak da 'sosyalizmin birinci aşaması' tabiri kullanıldı. 80'li yılların sonunda Genel Sekreter Zhao Ziyang bu birinci aşamanın tahmin edilen süresini 1950'den sonraki 100 yıl olarak açıkladı5.

Gorbaçov yönetiminin aksine, Çinli yöneticiler demokratikleşme konusunda taban yaratmak için halk kampanyası başlatmadılar. Her şeyin kendi kontrollerinde yürümesini sağlamaya çalıştılar.

1989 İlkbaharında Tiananmen meydanında yapılan gösteriler sonrasında reform süreci duraklamaya uğradı. Ancak 1992 Mart'ında Milli Halk Kogresi toplantısında Politbüro, reform ve açılma politikasının 100 yıl sürdürmekten yana olduğunu açıkladı. 14. Parti Kongresi de bunu onayladı. Bunun sonucunda 1993'de büyüme hızı %13'e yükseldi. Tiananmen sonrasında hakim temel yaklaşım şu oldu: Uluslararası saygınlığı tekrar kazanmak, Çin'in 2. dünya gücü olmak için yapacağı sıçramanın temellerini güvence altına almak6 Alman Dışişleri Bakanlığı'ndan bir sinologun da belirttiği gibi, "Çin gelecek on yılda büyük bir ihtimalle umut ve şüphenin, büyüme ve gerilemenin, güven ve korkunun karışımını sergileyecektir. Ne hızla yükselen bir ekonomik ve süper güç, ne iç savaşla parçalanmış bir ülke değil, olumlu ve olumsuz gelişmeler yaşayan, artan sefalet ve refahın beraber hakim olduğu bir üçüncü dünya ülkesi olacaktır"7.

Çin bugün bölgesel konularla ilgili olarak (Tayvan, Hong Kong...) ABD ile sorunlar yaşamaktadır. Bu soğukluk ve zıtlaşmaların daha geniş çaplı bir sürtüşmeye konu olması pek muhtemel gözükmüyor. Fukuyama'nın tabiriyle Yeni Çin, Birinci Dünya Savaşı öncesinden ziyade Gaulle'cü Fransa'yı andırmaktadır8.

Sosyalist dünyadaki bu gelişmeler neticesinde soğuk savaş ve soğuk savaş dünyasının iki kutupluluğu nihayet bulmuş oluyordu. Ortaya çıkan bu yeni durum Körfez Savaşı'nı mümkün kıldı. Bu, George Bush'un sıkça tekrarladığı 'Yeni Dünya Düzeni' idi. Irak'a müdahale sırasında Birleşik Devletler bir koalisyon oluşturabilmiş ve BM'nin önceden olduğu gibi SB ve/veya Çin'in vetosu olmaksızın, 'iznini' almıştı. Bir 'saldırgan'a karşı uluslararası sistem veya sistemin aktörleri artık tek vücut olabiliyordu. Yeni düzenin patronu Birleşik Devletler'di ve Birleşik Devletler Batı liberalizmini temsil ediyordu. Bu yeni koşullarda F. Fukuyama, doğrusal ilerlemeci tarih felsefesi içinde bir yaklaşım getirerek, Hegelyen dialektik çerçevesinde liberalizmin tüm çelişkilerini ortadan kaldırdığını ve dolayısıyla tarihin sonunun geldiğini ilan etti.

Fukayama'ya göre geçen yüzyılda liberalizme karşı başlıca iki büyük alternatif çıkmıştı: Faşizm ve Komünizm.

Faşizm II. Dünya Savaşı'yla yok edildi. Komünizm gelince; Marx liberal toplumun temel çelişkisinin sermaye ile emek arasında olacağını ve bu çelişkinin liberalizmin İçinde çözülemeyeceğini ileri sürmüştü. Fakat liberalizm gelişmiş ülkelerde sınıf sorununu çözdü. Rusya'da Komünizm yenildi. Çin de dahil olmak üzere kapalı toplumlara ekonomik liberalizm girmeye başladı. Ekonomik liberalizm girdikten sonra siyasal liberalizmin girmesi de kaçınılmaz olmaktadır.

Peki liberalizm de sınıf sorunu veya emek-sermaye dışında başka çelişkiler var mıdır? İki olasılık gözüküyor; Din ve milliyetçilik.

Milliyetçilik, liberalizmin kalbine bıçak saplayacak bir çelişme olamaz.

Dinler içinde de sadece İslam siyasi alanda bir alternatif gibi görünüyor. Fakat onun önerdiği teokratik devlet modelinin müslüman olmayanlar için bir cazibesi yoktur.

Bundan sonra çatışmaların ekonomik temelli olacağını söylemek pek gerçekçi değildir. Dünya ekonomik temelli ayrışmalar yerine ekonomik temelli bütünleşmelere gitmektedir. 'Ortak pazarlaşmak' yaygınlaşmaktadır. İdeolojilerin ölümü, uluslararası ilişkilerin artan şekilde ortak pazarlaşması, devletler arasındaki büyük çaplı sürtüşmelerin yeniden patlak vermesi ihtimalinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir.9

S. Huntington ise tarihin sonunun geldiğine inanmıyor gözüküyor. Ona göre asıl dünya tarihi şimdi başlıyor. Şimdiye kadarki tarih -soğuk savaş dönemi de dahil- Batı tarihiydi.

Bu yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı ideolojik ve ekonomik olmayacak. Mücadele kaynağı kültürel olacak. Global politikanın asıl mücadeleleri farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında olacak.

Dünya belli başlı yedi-sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenmekte. Batı, Konfüçyen, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri.

Bunların her birinin değer yargıları, kavramlara yükledikleri anlam farklı farklı olduğu için çatışmalar çıkacak. Bunu ispatlamak için NATO'nun yeni planlamalarında İslam karşıtlığı yapmasını, Hint-Müslüman çatışmasını eski Yugoslavya'daki savaşı vb.lerini örnek gösteriyor.

Bir medeniyete mensup grup veya devletler farklı medeniyetten bir milletle savaşa girdiklerinde kendi medeniyetlerinden olan gruba yardım etmeye çalışıyorlar. Mesela İran, BM ambargosuna rağmen Bosna'ya askeri yardım yaptı...

Hungtinton, Batı'nın böyle bir ortamda nasıl davranması gerektiği üzerine; Avrupa - K. Amerika arasındaki dayanışmanın kuvvetliliği gibi bazı şeyler söylüyor ve meşhur makalesini bitiriyor.10

Bu tezlerin değerlendirmesini sonraya bırakarak uluslararası sisteme tekrar dönecek olursak, ABD hegemonyasının aşikar olduğunu yinelemeliyiz. ABD'ye karşı bir Japonya'dan bir Avrupa Birliği'nden (AB) bahsetmek günübirlik gelişmeleri abartmak olur. Bu üç odağı birbirinden bağımsız ve birbirleriyle çatışma potansiyeli barındıran rakipler olarak değerlendirmek yanlıştır. Biz bununla aralarında hiçbir sorunun olmadığını söylemiyoruz. Aksine bu sorunların büyütülmesinin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bugünkü Japonya'yı yaratan ABD'dir ve hâlâ Japonya 2.Dünya Savaşı sonunda ABD'nin dikte ettiği kısıtlamalara sahiptir. Japonya ve Almanya'nın nükleer silahlar olmadan büyük devlet olamayacağı, ekonomik konumlan ile askeri durumları arasındaki dengesizliğin sonsuza dek devam edemeyecek bir çelişki olduğu ve onların bu eşitsizliği ortadan kaldırmak amacıyla eninde sonunda harekete geçecekleri söylenebilir. Ancak bugünkü koşul ve ortamlarda böyle bir adım atmalarına yönelik niyetleri pek güçlü değildir11. Çin'deki gelişmeler göz önünde tutulduğunda Japonya'nın ABD'den bağımsızlık arayışı içerisine girmesi pek makul gözükmemektedir ve Japonya bunun farkındadır.

Avrupa ise kendi arka bahçesini bile düzenleyememektedir. Holbrooke'un geçtiğimiz aylarda yaptığı açıklama her ne kadar İngiltere'de tepki görmüşse de gerçekleri barındırmaktadır. 1930'lardan bu yana Avrupa kurumlan işleyemez haldedir. 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan işleyişe alışmış Avrupa, kendi sorunlarına çözümü ancak ABD'nin müdahaleleriyle elde ediyor. Bosna, İrlanda, Korsika ve Bask sorunları bunun örnekleridir (Yeni Şafak, 17 Şubat 1996). Kaldı ki, Avrupa'yı ABD'den ayırmak ne kadar doğrudur? Her ikisi de aynı siyasi kültüre, aynı işleyiş tarzına sahiptir. 'Batı'yı oluşturan zaten ABD ve Avrupa'dır. Birine yapılan saldırıyı diğeri kendisine yapılmış soymaktadır. Yani mevcut uluslararası sistem, sistem teorisyenlerinin diliyle konuşacak olursak, huzursuzluklarla baş etme kapasitesine sahiptir. Buna gerek ortak kurumlarıyla gerekse sistem dengeleyicileri olarak bu ülkelerin siyasi elitleriyle sahiptir.

NATO'nun Yeni Rolü

Yukarıda da değindiğimiz gibi NATO, 2.Dünya Savaşı'ndan hemen sonra dünyanın iki bloka ayrılması ve Sovyet tehdidinin ortaya çıkması sonucu kurulmuştu. Başlıca görevi, kollektif bir savunma sistemi olarak bu tehdide karşı koymak, caydırıcı bir rol oynamak, saldırı durumunda birlikte karşılık vermekti. Bunu başarmak için de karşıt blokun askeri gücüyle baş edebilecek ve nükleer silahlarla da dehşet dengesini (balance of terror) sağlayacak bir savunma sistemi kuruyordu. Sovyetler Birliği dağılıp Varşova Paktı ölünce ve eski düşmanlar artık düşman olmadıklarını ilan edince NATO'nun yeni rolünün ne olacağı sorusu gündeme geldi. Artık ABD ve Rusya çeşitli örgütlerde elele veriyorlardı. 'Barış için ortaklık' programı çerçevesinde eski Sovyet Bloku ülkeleriyle NATO bir diyalog ve işbirliği çabası içine girdi.

Bu büyük değişim karşısında örgüt, 1991 Roma zirvesinde yeni stratejisini (strategic concept) açıkladı: 'NATO, AGİK, AT, BAB, Avrupa Konseyi gibi örgütler birbirini tamamlayıcıdır, hepsi sıkı bir işbirliği içinde, milliyetçilik ve ekonomik dengesizliklerin sebep olacağı istikrarsızlığı engellemeye çalışmalıdır. Avrupa güvenlik anlayışı değişmiştir. Kitlesel askeri çatışma tehlikesi ortadan kalkmıştır, istikrarsızlık ve gerilimden kaynaklanabilecek güvenliğe yönelik potansiyel riskler vardır. Dolayısıyla güvenliğin savunma kadar siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel veçheleri de vardır. NATO güçleri küçültülerek daha esnek ve daha fazla hareket kapasitesine sahip olacak şekilde yeniden organize edilmelidir. İttifakın güvenliği bölgesel değil, global çerçevede düşünülmelidir; kitle imha silahlarının yayılması, hayati kaynakların akışının kesilmesi, terör ve sabotaj hareketleri ittifakın güvenliğini etkileyecektir12. Geçen sene düzenlenen "Akdeniz Girişimi" de buraya oturmaktadır. Yeni stratejik konseptin bilhassa bu son kısmı, dünyanın herhangi bir bölgesinde çıkarlarına aykırı olduğu düşünülen, tanımını kendilerinini yaptığı terör ve sabotaj olaylarını ve petrol gibi hayati kaynakların kendilerine doğru olan akışının kesilmesine yönelik hareketleri ittifakın güvenliğine yönelik bir saldırı olarak değerlendirmelerini mümkün kılmaktadır. Potansiyel risk bölgesinin Ortadoğu ve müslüman halkların yaşadığı yerler olduğu Brüksel'de haritalandırılmıştır. Yeryüzünden istikbarı silmeye çalışan ve öncelikle kendi bölgelerinde aktif olan İslami oluşumlar ittifakın gözünde terör hareketleridir. Bu hareketlerin bulundukları toprakların yöneticileri haline gelmeleri durumunda, eski işbirlikçilerinin yaptığı gibi halkın doğal kaynaklarının onlara peşkeş çekilmesi de mümkün olmayacaktır. Petrolden elde edilen gelirlerin kendi bankalarına yatırılmıyor hale gelmesi bile onlar açısından bir güvenlik sorunudur. NATO'nun yine yayınlanan son raporlarından birinde üye ülkelerin radikal dini grupların düşmanca saldırılarından dolayı İslam'ı bir tehdit olarak gördükleri bildiriliyor. Bu radikal grupların Batı değerlerine olan karşıtlıklarından dolayı Batılı vatandaşlara karşı şiddet kullanacaklarından endişe edilmektedir. Raporda bu şiddet hareketlerinin, 'radikal İslam'ın Batı Avrupa'ya göçü hızlandıracağı, bildiriliyor13 Onların bu korkusu, halkın kaynaklarını sömüren insanların bir gün İslam'ın iktidarında yargılanma korkusudur. Suçsuz insanların kafir de olsa korkmaları için bir neden yoktur. İslam'ın iktidarının kendi ülkelerine kitlesel göçü tahrik edeceği ön kabulleri de onların İslam'a karşı bir kamuoyu oluşturma çabalarının parçasıdır.

Özet olarak ifade edecek olursak, NATO, Sovyet Bloku'nun çökmesinden sonra kendisine yeni düşman olarak İslam'ı seçmiştir. Bundan önceki NATO Genel Sekreteri William Claes bunu kaç kez ifade etmiştir. Ancak İslam'ın bu kadar açık şekilde düşman olarak ifadesinin kendini müslüman olarak tanımlayan cahil halk kitlelerinde kimlik aşılayıcı bir etkiye sebep olması ve tepki toplaması dolayısıyla bundan vazgeçilmiş görünülerek 'radikal', 'fundamentalist' İslam'ın düşman olduğu vurgulanmaya başlanmıştır. Bu ön ekler halkta bir etki uyandırmayacak kadar yabancıdır.

Son Söz

Yukarıda da özet olarak belirttiğimiz gibi, F. Fukuyama yeni oluşan sistemle liberalizmin tüm çelişkilerini çözebilecek güce sahip olduğunu gösterdiğini ve artık karşısına hiçbir alternatif düşünce sisteminin çıkamayacağını belirtiyordu. Tek alternatif olabilecek gibi görünen İslam'ın ise müslümanlar dışında bir cazibesi olmadığı için o da, evrensel düzeyde bir tehdit oluşturmuyordu. Fukuyama İslam'ın sadece müslümanlara mesaj içerdiğini düşünmekle yanılıyor. Liberal ekonominin yarattığı eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik devam ettiği sürece insanlığın kurtarıcılar araması bitmeyecektir. Allah'ın vahyinin ilk inen bölümlerinin toplumdaki ekonomik dengesizliği kıyasıya eleştiriyor olması ve indiği toplumun servet ve gücü elinde bulunduran İleri gelenlerini hemen karşısına alması, onlarla bir çatışmaya girmesi, İslam'ın tüm dünyadaki mahrum ve mazlum insanlara önemli bir mesajlar taşımaktadır. Kur'an, mal, para 'toplayıp kasada yığan'ı (70/18), 'mal yığarak onu sayıp duranı' (104/2), 'yoksulun yiyeceği ile ilgilenmeyeni' (69/34) cehennemle korkutmaktadır. İnananlardan mallarının bir kısmını ihtiyacı olanlara ayırmalarını (70/24), ekonomik olarak üstün olanların kendilerinden daha alt seviyede olanlara mallarından vererek eşitliği sağlamalarını (16/71) İstemektedir. Sırf iktisadi boyutta yeryüzünün müstezatlarının yüzlerini İslam'a çevirmeleri için bunlar yeterlidir. Kaldı ki, liberalizmin yarattığı tek bozukluk iktisadi değildir. Ahlaki yozlaşma, insanlar arası ilişkilerin çıkar hesaplarına dayanması, birbirine karşı güvensizlik, yalnızlık gibi sosyal kirliliklerden çıkış arayanların da Allah'ın vahyinde bulacakları çok şey vardır.

S. Huntington'dan hareketle İslam medeniyeti ve Batı medeniyetinin çatışmasından bahsetmek de (burada S. Hungtington'un çatışmayı sırf bu iki medeniyete hasretmediğini belirtelim.) pek anlamlı değildir. İslam medeniyeti bulanık bir kavramdır ve bununla eğer tarih içinde oluşan medeniyet kastediliyorsa -ki öyle olması medeniyet kelimesinin anlamı bakımından gereklidir- bunun hiç de İslami olmadığını belirtmemiz lüzumu vardır. Kur'an'a rağmen oluşmuş zalim de olsa sultanlara itaati vacip gören bir medeniyet, tasavvufla hareketsiz kılınmış bir kültür uzun soluklu bir çatışmayı, bir başkaldırıyı besleyemez. Çatışma olacaksa bu, yeryüzünü ifsad edenlerle, ıslah etmeye çalışanlar arasında olacaktır. Ki bu zaten Kur'an'ın tarih yorumudur. İslam medeniyeti denilen şeyin kendisi de ıslaha muhtaçtır.

Mevcut uluslararası sistemin egemenlerinin İslami köktendincilikle ilgili açıklamaları, geleneksel hale gelen İran'a yaklaşımları, BM'nin son günlerde Sudan'a yönelik kararları, NATO'nun son stratejileri ifsad merkezlerinin İslami söylemi dile getirmeye çabalayan ıslah güçlerine yönelik politikalarını sergilemektedir. Sistem, İslam dışı bağımsız aktörlere karşı da (mesela Küba ve Çin) bazı pürüzler çıkarmaktadır. Ancak onların sisteme köklü bir darbe vurma kapasiteleri kalmamıştır. Batı kamuoyu çeşitli sebeplerle (mesela Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması, İsrail'de istişhadi operasyonlar vs.) İslam'a karşı oluşturulmaktadır, kamuoyunda bir İslam paranoyası yaratılmaktadır.

Yeryüzüne liberal demokrasi varis olarak kalmayacaktır. Yeryüzünün varisleri Allah'ın salih kullarıdır:

"Andolsun Tevrat'dan sonra Zebur'da da: Arza mutlaka salih kullarım varis olacak diye yazmıştık" (21/105).

"Allah sizden inanıp salih amel işleyenlere vaadetti; onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Ama kim bundan sonra da nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır" (24/55).

Ancak, müslümanlar uluslararası sistemi ciddi olarak tehdit edebilme yetkinlik ve yeterliliğine henüz sahip olamamışlardır. Yaşadıkları topraklara hakim olan siyasi elit ve siyasi erk, istikbarın işbirlikçilerine aittir. Uluslararası sistemde dengeleyici olarak görev yapan siyasi elitin alaşağı edilmesi çabalarının farklı coğrafyalarda artması, sistemin dengesini sarsmak bakımından önemlidir. Ancak bu şekilde mevcut uluslararası istikbar sistemi ortadan kalkabilir. Bu çabalara karşılık ifsad güçlerinin hiçbir şey yapmadan kaderlerini beklemeleri düşünülemez. Onlar da çeşitli 'think tank'larda planlar, politikalar olgunlaştırıp yatırımlara girmekte, mevcut sistemin devamına çalışmaktadırlar.

"İnkar edenler, Allah yoluna engel olmak için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihayet yenilecekler ve inkar edenler cehenneme sürüleceklerdir" (8/36).

Dipnotlar:

1- J.E. Dougherty / R.L. Pfaltzgraff, Jr. Contending Theories of International Relations; J.B: Lippienott Company, Philaledphia, 1970, 114-119 sh.

2- Noam Chomsky, 'Demokrasi; Gerçek ve Hayal', Pınar Yay., 1995, İst., S.48

3- Zbigniew Brzezinski, 'Büyük Çöküş', T.İş Bankası K.Y., 1994, Ank., s. 39

4- Z. Brzezinski, a.g.e, s.40

5- Z. Brzezinski, a.g.e, s.201

6- Volker Stanzel, 'Sosyalizmin Dönüşümü', Avrasya Dosyası – Yaz 1995, s.9

7- V. Stanzel, a.g.m., s. 14

8- F. Fukuyama, Tarihin Sonu mu? Rey Y., Kayseri, s.48

9- F. Fukuyama, a.g.e, s.40

10- F. Fukuyama, a.g.e, s.46

11- R.W. Tucker, D.C.Hendrikson, 'İmparatorluk Özlemi', Pınar Yay., 1995, İst., s.252'de dipnot.

12- A New Chapter in The History of the North Atlantic Alliance, NATO Office of Information and Press, Brussels, 1991.

13- 'Medeniyetler Çatışması' Derleme, Vadi Yay., s.161