19. yy, dünya genelinde toplumsal çatışmalarla dolu bir dönem olmuştur. Bu, üretimin geçimlik/yaşamak için değil pazar/piyasa için yapılmasının yaygınlaştığı ve buna bağlı olarak hayatın her alanında iş bölümü, seyyaliyet, rekabet neticesinde ortaya çıkan bir toplumsal gerilimler tarihidir. Batı merkezli yeni bir "hayat tarzı" oluşmakta ve bunun merkezinde ise yeni bir insan tipi belirmektedir. "Kentsoylu" ya da daha yaygın kullanımıyla "burjuva"... Bu yeni sınıfın doğuşu ve gelişimiyle ilgili izahatı uzatmadan söylersek, burjuvanın güçlenmesi, beraberinde taleplerini iktidara iletecek, dünya görüşlerini ideolojiye çevirecek yeni bir aktörü doğurur; "entelektüel-aydın"ı...
'Aydın'ın sınıfsal temeli ya da her sınıfın kendi aydın modelini oluşturması özellikle Marksist literatürde çokça, ancak tamamen Batının tarihsel tecrübesi üzerinden yapılmış bir tartışmadır. Aydın sorununu Doğu, özelde Osmanlı tecrübesi açısından incelediğimizde, ortak bir dünya görüşüne sahip ve bu görüşün iktidara yönelik taleplerini, üretim araçları mülkiyetinin şekillendirdiği sınıflardan bahsetmek çok izah edici olmaz. Zira öncelikle pazara yönelik bir üretim tarzı ve iktidardan veya toplumdan bu üretim tarzı dolayısıyla ayrışan sınıflardan bahsedemeyiz. Bu tabii ki sınıfsız ve türdeş bir toplum yapısını değil toplumsal katmanların kapitalist üretim ilişkileri tarafından oluşturulmadıklarını gösterir. Böyle bir analizde Batılı-kapitalist evrenin bir ürünü olarak entelektüel/aydının doğu toplumlarında mübadilini bulmak teorik bir müşkül yaratır. Kapitalist ilişkilerin ve bir burjuva sınıfının hakim olmadığı Osmanlı düzeninde bir aydın tipinden söz edebilir miyiz? Ya da eğer varsa kimlerin ya da hangi sınıfların sözcüsüdür?**
Doğu ya da Osmanlı toplumu açısından şekilsel olarak aydının işlevini gören bir kesim olduğu yadsınamaz. O; Batı tecrübesinin şekillendirdiği entelektüelin formasyonunu (pozitif bir eğitim, laik bir kafa yapısı, bilim ve ilerlemeye iman vb.) bir şekilde edinmiş ancak oynadığı rolün toplumsal temeline ulaşamamış, her zaman bir temsil yetersizliği çekmiştir.
Yukarıdaki çerçeveyi esas aldığımızda Osmanlı'da aydının kendisini bir burjuva sınıfının iktidar karşısındaki ideologu ve sözcüsü olarak değil, züppe bir "yarı aydın"ın, bir "öteki"nin zıddı ya da ikamesi; Felatun Bey karşısında Rakım Efendi olarak kurguladığını görüyoruz, özellikle Tanzimat'ın yukarıdan aşağıya modernleşme projesinin havada katan idealleri ve "uluslaşamamış" bir toplumsal dokuyla olan uyumsuzluğunun yol açtığı sancılar dönemin aydınının taşıyıcı işlevini anlamsız kılıyor ve bir temsil alanı olarak, halka ya da bir sınıfa değil "memurlar" başlığı altında toplanabilecek bir gruba dayanmasına yol açıyordu.
Ömer Seyfettin'in (1884-1920) Efruz Bey'i işte tam da böyle bir ortamda doğar. "Abdülhamit'in istibdat yönetiminin" sona erdiği 23 Temmuz 1908 günü...
Ömer Seyfettin'in "Hürriyete Layık Bir Kahraman" isimli hikayesiyle doğan Efruz'u (inkar etmeden önceki ismiyle Ahmet) "Herkes bizzat kendisi kadar tanır, hiç kimse ona yabana değildir; çünkü Efruz "hepsi" değilse de "hepsinden bir parça"dır. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının süt kardeşine mensupluk sayesinde" bir devlet dairesinden maaş alan, işe öğle paydosundan on dakika evvel gelip paydos bitmeden ayrılan bir "memur"dur. Ancak bu himaye onu kalemdeki; "Allah'tan çok Abdülhamit'ten korkan, iki cami arasında bey namaz kalmış zavallı" diğer memurlardan ayırır.
Ö. Seyfettin'in kahramanını "memurlar" arasından seçmesi kendi konumu açısından son derece tutarlıdır. Osmanlı devletinin modernleşme hamlelerine öncülük edecek aydınlar; -saray mensuplarını saymazsak- memurlardır. Onlar bir yandan ait oldukları yönetsel mekanizmayı batılı burjuva değerlere yaklaştırmaya, dönüştürmeye çalışırlarken sınıfsal bir destekten tamamen mahrumdurlar. Hayatlarını saraydan-devletten aldıkları maaşlarla sürdürebilen memur-aydınların mevcut iktidar yapısına radikal değişiklikleri dayatabilecekleri; ne bir ekonomik bağımsızlıkları ne de bir toplumsal temsilleri vardır. Jön-türkler Avrupa'daki muhalefetlerini ya hoşnutsuz bir saraylıdan ya da bizzat muhalefet yapma şantajıyla(!) Abdülhamit'ten sızdırdıkları paralarla sürdürürler. Köhnemiş kabul ettikleri eski düzene olan bu yaşamsal bağlılıkları bir muhalefetin meşru sınırlarının ne olabileceği konusunda onları zamanla uzlaşmacılığa çekmiştir. Bu yüzden kurulu düzene toptan bir ret tavrı "kökü dışardalık"la yaftalanagelmiştir (özellikle İslamcı/ümmetçi ve sosyalist hareketlere yönelik bu karalama çoğu zaman "Garpzedelik" ya da "Felatun Bey"lik olarak da algılanabilmiştir ki ideolojik bir bütünlüğe sahip siyasetlerin yürütücüsü olan aydını bu türlü eğretilemelerden mutlaka ayrıştırmak gerekir).
Efruz Bey; Abdülhamit'in Kanun-ı Esasiyi tekrar yürürlüğe koyacağını, bir akşam önce "hamisi olan paşaya "ubudiyetlerini " sunmak için yaptığı ziyarette öğrenir ve bir anda o kadar hürriyetçi kesilir ki "Namık Kemal'le Midhat Paşa yanında istibdat taraftarı kalır". Sabaha kadar bu müjdeli haberi herkesten önce ilan etmek isteğiyle tutuşarak planlar kurar. Ertesi gün önce çalıştığı kaleme daha sonra ise asıl büyük etkiyi yapabileceğini düşündüğü hariciye kısmına geçer. Artık Efruz Bey hayat bulmuştur; "Birden kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Adeta karardı kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçasına koydu. Göğsünü şişirdi. Gözünün dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:
Yaşasın hürriyet!"
Önce bunu bir tuzak/provokasyon (!) zanneden ve ortadan kaybolan kalabalık, sonra yavaş yavaş Efruz'un etrafını sarmaya başlar. Sorarlar; "Ey kahraman-ı hürriyet istibdadı nasıl devirdin? Bize anlat diye haykırışırlar". "Ama Ahmet Bey (henüz Efruz olmamıştır) yalnız hürriyetin lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebitin nasıl Kanun-ı Esasi'yi verdiğinden falan hiç malumatı yoktu. Avrupa'da Jöntürkler bulunduğunu biliyordu. Lakin bunlar kimdi? Haberi yoktu, hatta bir jöntürk ismini bile bilmiyordu. Fakat işte herkes, bu binlerce hükümet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar, katipler ondan Jöntürklerin kimler olduğunu sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı. Hissi, idraki bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeye, hükmetmeye başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar... Ağır ağır ortadaki masanın üstüne çıktı... Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmaya başladı: Vatandaşlar! Bize jöntürk derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim kimse ismimizi bilmez, işte bu Jöntürkler'den birisi benim! Ben onların reisiyim! Beni kimse bilmez! Beni kimse tanımaz!... Bugüne kadar kalemdeki bu beyler de, mümeyyizler de, müdür de hatta nazır da, hatta İstanbul ahalisi de... Hatta be hatta evimdeki ailemde beni "Ahmet Bey" tanıyorlardı. Halbuki... Yanılıyorlardı...
...Bizim cemiyetin merkezi Patagonya'daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul'un tenha bir köşesinde, Sulukule'de bir çingene evinin altındaki eşek ahırında yapardık. Düşündük. Taşındık. Bizim istediğimiz kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule'den ta Yıldız Sarayına kadar bir tünel kazmak... Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebiti sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak... Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilan ettirmek... Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu..." Tüm bu anlatılanların saçmalığını gören "Köse mümeyyiz" birkaç soruyla sıkıştırmak ister, ancak liderliğini, iktidarını eline geçirmiş Efruz'un tavrı kesindir! "Hayır siz asla hürriyete allamayacaksınız. İtirazı suali bırakınız. Yoksa sizi deminki münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha...
İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular;
Kapıdan değilse nereden attıracaksınız?
Pencereden. Evet... Pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-i Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek "istibdat" cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdadın cezası bütün hür milletlerde birdir.
Nedir? Nedir?
Diye bağrıştılar.
İdam!.."
Efruz Bey tiplemesinin bu tekvin bölümü, aydının içinden çıktığı toplumsal gerçekliği de başarılı bir şekilde vermektedir. Efruz'u bir anda zirveye çıkaran "Cumhur... Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın, asla Köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, zaman mekan umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi... "
Meşrutiyet döneminde başlayan, "Efruz Bey tipi aydın"la toplumun ilişkisi işte böyle bir vasatta şekilleniyordu.
Gerçekte de kitlelere öncülük edecek, istibdada karşı hürriyeti kazanacak bir önderlikle toplum arasında korkunç bir uçurum vardır. Halk istibdada karşı mücadele eden Jöntürklerden isimlerini dahi bilemeyecek kadar habersizdir. Yapılan mücadeleyi hiçbir merhalesinde olmadıkları için tamamen kendi dışlarında gelişip sonuçlanmış, olağanüstü, esatiri bir menkıbe düzeyinde algılamaktadırlar ve doğal olarak böyle bir mucizeyi gerçekleştiren bir mücadele hattı değil olağanüstü kişi veya kişiler, kahramanlardır. Meşrutiyetten cumhuriyete ve günümüze kadar intikal eden bu zihniyetin özünde; siyasal önderliklerde, hakim memur kafa yapısından beslenen teorik/itikadi belirsizlik ve toplumun gerçekliğini doğru okuyamamanın sebep olduğu açmazları görebiliriz.
Ö. Seyfettin İkinci Meşrutiyeti, geniş halk kitleleri ve Efruz Bey örneğinde açımladığı gibi, yeni bir Tanzimat coşkusu olarak betimler. Rum, Rus, Ermeni, Yahudi, Kürt, Arnavut, Çerkez tüm azınlıklar(!) büyük bir coşku içinde Efruz'u günlerce izlerler. "Hürriyete layık bir kahraman" isimli hikayenin bu nümayişleri tasvir eden bölümleri, Tanzimat'ın en fazla öne çıkarılan sloganlarıyla sona erer. Hikayeci sonraki sayfalarda bu anti-milliyetçi anlayışlarının temelinde "Tanzimat'ın kozmopolitliği"ni gören genel Jöntürk tezi ile onu bir adım daha ileri götüren İttihat ve Terakkinin milliyetçi anlayışını ayrıştırır. Ö. Seyfettin'in kendisi de ittihat ve Terakkinin Tanzimat eleştirisi üzerinde yükselen, Balkan savaşları ve bağımsızlık hareketlerinin bir ihanete uğramışlık duygusuna yol açtığı ve zamanla milliyetçiliğe, Türkçülük'e dönüşen bir ekolün temsilcilerindendir. Biraz da bu yüzden Efruz'u; Tanzimat artığı bu yarı-aydını aşağılar, karikatürize eder: "Vatandaşlar! İçinizde bazı cahiller bana Çerkez diyorlarmış! Hayır. Ben Çerkez değilim. Ben hiçbir milletten değilim. Ben Efruz Bey'im! Ben hürüm! Ben herkesle müsaviyim! Siz daha hürriyeti anlamamışsınız! Hürriyet demek Kanun-ı Esasi demektir! Kanun-ı Esasi "bila tefrik-i cins-ü mezhep" demektir!... Bu nutuk biraz fazlaca uzadı. Efruz Bey izdivaç, aile, mülkiyet, hukuk... falan gibi ne kadar içtimai müessese varsa hepsinin birtakım cahilane münasebetsizlikler olduğunu bir çok delillerle anlattı. Halkı ikna etti. Hiçbir milleti benimsemeyen yerli İstanbullular, Rumların, Arapların, Arnavutların, Yahudilerin, Kürtlerin Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına atıldılar. Hepsini öpmeye başladılar. Yüz binlerce öpücüğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı havayı sarıyordu... "
Bu satırlar kendini zapteden bir öfkenin, nasıl tiksintiyle karışık bir aşağılamaya dönüştüğünü gösteriyor.
Sonraki sayfalarda; 1919 gibi geç bir dönemde; Dünya Savaşının hezimetle sonuçlandığı, İttihatçı liderlerin yurt dışına kaçmak zorunda kaldığı bir devr-i sabık ortamında, ittihat ve Terakki Cemiyetinin istibdadı sona erdiren asıl irade olarak tasviri, Seyfettin'in kadirşinaslığının ötesinde, devam edegelen fikri veya örgütsel bir devamlılığı akla getirmekte.
Hikaye boyunca bir şarlatan olarak tecessüm eden Efruz tiplemesi kendisine gelen telgraf üzerine gittiği İttihat ve Terakki Cemiyeti kulübünün daha kapısında bir had bildirmeyle karşılaşır. "Arabadan tek gözlüğünü tutarak, kurula kurula indi. Fakat daha kapıdan girer girmez şaşırdı. Çünkü kendini karşılayacaklar sanıyordu. Kır bıyıklı bir adam ne istediğini sordu.
-Ben Efruz Bey'im!
-Kim olursan ol... Ne istiyorsun?
-Burası ittihat ve Terakki kulübü değil mi?
-Evet.
-Git kime lazımsa haber ver ben geldim.
-Kır bıyıklı adam, onu baştan aşağıya süzdü.
-Pekala, hele sen şuraya gir.
Diye onu eski kaba saba hasır döşeli, pis, küçük bir odaya soktu. Mukarripleri, alayı, bandoları dışarıda kalmıştı. "Yaşasın İttihat ve Terakki" avazı, içinde bulunduğu odanın kirli badanalı duvarlarını sarsıyordu..."
...İçerde kendilerinin "heyet-i merkeziye" olduğunu söyleyen bir takım ketum adamların "en genci" onu adeta İstintak eder(sorgular).
..."Bu mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülümseyerek soruyordu. Efruz Bey manyetizma olmuş gibi, iradesinin haricinde bir itaatle cevaplar veriyordu. Üç gün evvelki hayatının her tarafını ona söylettiler. Sonra onun "hiçbir şeyden haberi olmadığını", sırf gösteriş, sırf nümayiş, sırf satış için bu kadar gürültüye sebebiyet verdiğini anlayınca hepsi birden kahkahalarla gülüşmeye başladılar..."
Cemiyet tarafından hapse atılan Efruz çıktıktan sonra yaşadıklarını bir rüyaymışçasına unutur. Halkın arasına katılıp; atlara binmiş, elleri kırbaçlı İttihatçı iki katibin; Selim Sırrı ile Rıza Tevfik'in peşinde günlerce koşar; bağırmaktan sesi kısılır, alkıştan ellerinin içi kan toplar... Sonunda elinde o günlerden geriye sadece bir yadigar kalır; "Ziyalandırıcı, ruşen edici" yani münevver, "aydın" anlamına gelen Efruz ismi...
Efruz tiplemesinin işlendiği diğer hikayelerde de ortaya çıkan en bariz aydın özelliği "sahtecilik"tir. Ömer Seyfettin bu her dönemin adamı olan, naylon aydını maskara ederken, sadece açmazlarını göstermekle kalmaz onun alternatifini de gösterir. Ancak bu ideal tip okumuş-aydın denebilecek karakterler değildir.*** Bunun belki tek istisnası "Zamane Kahramanları" hikayesinde çizdiği entelektüel ve savaş kahramanı zabit(!) tiplemesidir.
Son söz olarak denilebilir ki dönemin aydınlarının yaşadıkları buhran ve buldukları çıkış yollarını anlayabilmenin en edebi yollarından biri Ömer Seyfettin'in hikayelerini tekrar okumak olsa gerek...
Dipnotlar:
* Yazımıza kaynak olarak Ömer Seyfettin'in eserlerinin Hülya Argunşah tarafından hazırlanan tahkikli külliyatını esas aldık.
Bkz. Bütün Eserleri, Hikayeler 4, Dergah Yay, Kasım 1999
** Bu soruların cevaplarını bulmak için Şehit Ali Şeriatı ve Abdülkerim Suruş'un eserlerinden faydalanılabilir.
*** Bu karakterleri ayrı bir yazının konusu olarak mahfuz tutuyoruz.