Çözülme'yi politik bir kavram olarak kullandığımızda, bununla kastettiğimiz, her şeyden önce "amacını, hedefini ve bunlara bağlı olarak da bütünlüğünü yitirmişlik hali"dir. Genelde bireysel bir tavır farklılaşması, bireysel bir savrulma hali olarak politikleştirilen çözülme olgusu, gerçekte toplumsal bir vakıadır. Çözülmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan bireyselleşme hali; toplumsal dokudan, organik ilişkiler ağından ayrışan "birey tip"ler ürettiği için, çözülmüşlük, bireysel bir olgu olarak öne çıkmıştır.
Bir ruh kırılması olarak, önce zihinlerde yer edinen çözülme hali, çoğu kez fiziksel şartların ortaya çıkardığı ve bu şartların baskısının ağırlaştığı oranda da mesafe kat eden bir süreçtir. Gardım düşüren bir boksörün ringde dönüp durarak zaman kazanması gibi, çözülen birey de zihinsel kopuşun sarsıntısını hafifletmek için zamana ihtiyaç duymaktadır. Sosyal vakıadan, toplumsal ilişkilerin yakıcı sıcağından uzaklaşmak, kendi kendisiyle girişeceği bir hesaplaşmadan kaçmak için zamana ihtiyacı vardır. Ancak bu zaman, hep aleyhine işlemektedir ve gardı düşen boksörün sığındığı köşede aldığı yumruklarla nakavt olması gibi, çözülen bireyin sığındığı "kûşe-i uzlet" de, onun için bir tür sonun başlangıcı olmaktan öteye gidemeyecektir.
Çözülme, her şeyden önce bir amaç ve hedef bulanıklığını beraberinde getirmektedir. Politik tercihlerden estetik beğeniye, kültürel sahiplenmeden kişisel yaşantıya kadar her yönelimde kendini hissettiren olgu, son tahlilde hedefsizlik ve gaye yoksunluğudur. Gerçi, insanların bir hedef ve amaca matuf olmayan yaşantılar geliştirmesi fıtrî olarak da, sosyolojik anlamda da mümkün görülemeyeceğinden, çözülen insanın da kendine göre bir hedef tayininde bulunduğu söylenebilir. Ancak bu hedef de 'çözülmüş bir hedefi veya 'çözülmenin hedefi'dir. Çözülmüş hedef, sonradan üretilmiş, gerçekliği görecelik arzeden türedi bir hedeftir.
Çözülen bireyin kurguladığı kûşe-i uzlet yaşamını "zenginleştirme"ye yönelik türedi hedeflerden biri de, 'sanatsal faaliyet alanı' olarak belirmektedir. Ancak bu, sanatsal faaliyet alanının bizatihi kendi özünden kaynaklanan bir durum olarak değil de; çözülen bireylerin ruh hallerini besleyecek gıdalara bu faaliyet alanında kolayca ulaşmalarından kaynaklanan bir durum olarak değerlendirilmelidir. Çünkü, bizatihi sanat olgusunun çözülmeye kaynaklık ettiğini ileri sürmek mümkün değildir.
Çözülmüş bir zihinsel işleyiş, indirgemeci mekanizmalar geliştirerek toplumsal damarların akışkanlığından uzak durmaya özen gösterir. Bu yüzden de sanat anlayışındaki yönelimi, salt sanat içindir. Sanatı sanata indirgemiştir. Müziği müzik için, edebiyatı edebiyat için var kılmaya çalışır. Tez sahibi olmak, mesaj ulaştırmak, bilinç yüklemek gibi hedefler, son tahlilde "bayağı" işler kabilindendir. Bunun yerine kendi ruh hallerini, bireysel gözlemlerini, kûşe-i uzletinde çoğullaştırdığı yalnızlıkları anlatmayı tercih eder ve tatmin olur. Çözülmenin dinamiği, bireysel varoluşu her türlü toplumsallığın üzerine çıkartır. Bireysel varoluşun "yaratıcı" soluğuyla ortaya konan "eserler gerçek sanat eserleridir ve tez aktarma kaygısı, sanatçının "doğal üretimi" önünde bir engeldir!
Edebi Eserin İşlevi
Burada daha çok çözülmenin edebiyatla ilişkisini irdeleyeceğimiz için, sanatsal bir faaliyet zemini olarak edebi eserin işlevi üzerinde yoğunlaşacağız. Sanatın ve daha özelde edebiyatın işlevini belirleyebilmek; üzerinde tek bir görüşe varabilmenin, nesnel ölçütler çerçevesinde hareket edebilmenin neredeyse imkansız olduğu bir uğraştır. Çağlar boyunca edebi akımların, edebiyat kuramlarının ortaya çıkışı, bunca çeşitlilik arz etmesi de bir bakıma sanatın işlevi ve "ne için"liği konusunda genel geçer kabullerin oluşamamasıyla bağlantılıdır. Bir edebî metnin değerlendirilişinde kullanacağımız ölçütler, değer yargılarımızı ve beğeni kıstaslarımızı oluşturan düşünsel serüvenimizden ne kadar bağımsız olacaktır? Zihinsel birikimlerimizi, duygusal salınımlarımızdan soyutlamamız imkan dahilinde midir'? Veya -alabildiğine görece olan- "güzellik" yargısını kavrayış sürecimize etki eden faktörler arasında, toplumsal taleplerimizi nereye oturtmamız gerekecektir? Bu sorular çoğaltılabilir, ancak sonuçta bunlar da nesnellik kaygısından uzak bir bakışla sorulmuş sorulardır. Özneldirler ve verilecek yanıtlar da öznel olacaktır
Ancak buradaki öznellik, bir olumsuzluk olarak ele alınamaz. Çünkü bizim bakış açımızdan, bir müslümanın sahip olduğu kimlik, onun yapıp-etmelerini olduğu gibi, hissedip-düşündüklerini de tayin edici bir rol oynamak durumundadır. Dolayısıyla, müslümanca bir bakışın aydınlattığı alanda, edebî eserin işlevi de "tez aktarıcı" olmak durumundadır. Edebiyat kuramları içerisinde bir kategori olarak yer aldığı iddia edilebilecek olan bu yaklaşım biçimi, gerçekte herhangi bir kategoriye sokulamayacak bir yaklaşım biçimidir. Çünkü buradaki yaklaşım, bir edebiyat kuramının metodik çerçevesi dahilinde hareket eden bir yaklaşım değildir. Kuramsal bağlamının ve metodolojisinin beslendiği referanslar, tüm edebi eser kategorilerinden farklıdır ve bu anlamda araçsal olmaktan da çok uzaktır. Biraz daha açacak olursak; tez aktarıcı olmak, mesaj ulaştırmak, bilinç yüklemek, bir müslüman için sadece edebî üretimde gözetilecek kaygılar değildir. Son tahlilde bir müslümanın tüm hayat alanı, bu kaygılar çerçevesinde yaşantılar geliştirmenin alanıdır. İşte "estetik yaşantı" alanı da bu kaygılarla var kılınan bir zemine oturtulmak durumundadır. Buradan, müslüman bir edebiyatçının eserinde estetik yaşantıya katkı sağlamasının ikinci planda kalması gerektiği yargısına varılmamalıdır. Çünkü estetik yaşantıya katkı sağlamayan bir eserin edebilik iddiası, kof bir iddiadır. O eser, bilimsel bir eser olabilir, felsefi veya sosyolojik bir eser olabilir, ama edebî eser olamaz. Edebiyatın kendine özgü dinamikleri yok sayılarak üretilen edebî eserler, salt aktardığı tez ve yüklediği bilincin yoğunluğu göz önünde tutularak değerlendirildiğinde, bambaşka kategoriler ortaya çıkar. Ancak bu değerlendirme, edebiyatın dinamikleri çerçevesinde estetik yaşantı geliştirme çabasıyla, sanatı sanat için var kılma çabasını uzlaştıran bir değerlendirme değildir. Kimliğini müslümanca tanımlayarak estetik yaşantıya ulaşmakla, kimliğini -sözgelimi- şairce tanımlayarak estetik yaşantıya ulaşmak arasında telif edilemeyecek ayrışma noktaları mevcuttur. Sonuçta her iki yaklaşımın ortaya koyduğu ürün şiir olarak kabul edilse de; kaynağı, üretim süreci ve etkinlik alanı alabildiğince farklılık arzeden yaklaşımlardır bunlar.
Mücadelenin Edebiyatı & Çözülmenin Edebiyatı
Kimliğini müslümanca tanımlayarak edebiyatın dinamiklerini kullanmak, akademik mahfillerce ve çözülmenin edebiyatını üretenlerce "kavga edebiyatı", "politik edebiyat" olarak küçümsenen bir çerçeveye hapsedilmektedir Ne kadar estetik olursanız olun; mücadeleden, direnişten, örgütlülükten, devrimcilikten dolaylı ya da dolaysız olarak söz ediyorsanız veya eseriniz bunları çağrıştıran imgelerle yüklü ise, siz edebî eser üretmemiş, bildiri kaleme almış olarak değerlendirilirsiniz. Bu noktada ilmilikten de, edebîlikten de dışlanır, "sokak edebiyatçısı" kabul edilirsiniz. Aslında "sokak edebiyatçıları"nın bu duruma bir itirazları olacağını zannetmiyoruz. Çözülme edebiyatının mekânı salonlarsa, mücadele edebiyatının mekânı da doğal olarak sokaklar olmalıdır. Çünkü kûşe-i uzletler sokaklarda değil, dar ve insansız mekanlarda ürer ya da üretilir.
Gelgelelim, çözülmüş bireyin kurguladığı edebilik ve ilmilik çatısı da hiçbir zaman sağlam olamamıştır. O çatının altından sizi kovarken bile, kendi ilkelerine ters düşmektedir. "Bu edebi bir eser değildir" yargısında bulunurken, kendi hoşnutluğu ve beğeni ölçüleri her zaman için ön plandadır. Kuramsal anlamda edebiyat eleştirisinde; edebî değer yargısıyla, kişisel hoşnutluk arasında dağlar kadar fark bulunduğu onun için önemli değildir. "Bu edebî bir eser değildir, çünkü ideoloji dayatan eserler edebi eser addedilemez" yargısı, edebiyat eleştirisi tarihinde, dolayısıyla "ilmî" platformda, ilim dışı bir yargı olmaktan öteye gidemeyecektir. Edebî eseri edebî eser olmaktan çıkartan, onu kötü kılan şey, eleştirmenin beğeni çerçevesine hitap etmemek olamaz Zor olsa da, "şahsî âmil" azaltılabildiği, ortadan kaldırılabildiği ölçüde eleştiri bilimsel bir mahiyet kazanır ve şahsî âmile tesir eden unsurların en zararlısı da kişisel beğeni unsurudur. Bir eleştirmen, kişisel beğeni dairesinde ideolojiden veya trajediden hoşlanmıyor olabilir. Ancak, eleştirmen için eseri kötü kılan unsur, onun ideolojikliği veya trajikliği ise, bu eleştirinin ilmîliği oldukça su götürür ideolojik eseri kötü kılan şey; kurgudaki zayıflık, anlatımdaki bozukluk, dili kullanmadaki aksaklık, estetik yaşantı geliştirmedeki yetersizlik olabilir; ancak ideolojik olmak, eser için başlı başına bir kötülük teşkil etmez, etmemelidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, edebî değer yargısı ayrı, kişisel beğeni dairesi ayrı şeylerdir. Gerçi, edebî değer yargısının neye göre belirlendiği, bu anlamda nesnellik iddiasının ne kadar yerinde olduğu ve değer yargılarını tek-tipleştirmenin zorluğu da tartışılacak hususlardandır. Bununla beraber kişisel beğeniler, değer yargılarıyla kıyaslanamayacak ölçüde ve her bir insan için farklılık arzeden bir öznelliğe sahiptirler sonuçta; çözülmenin edebiyatını üretenlerin, mücadeleyi öngören edebî metinlere atfettikleri "ilim dişilik" iddiası, hiçbir zaman ilmî çerçeve kazanamamış, çözülmüşlüğün gereklerinden olarak, hissilik sarmalına dolanmıştır.
Burada, ilmilik payesini önemsediğimizden değil, çözülmüşlüğün ilmilik anlayışını ortaya koymak için bu izahlara giriştik. Yoksa, mücadelenin edebiyatını üretenler için "ilmî olma" kaygısı, kimlik sahibi olma ve bu kimliğin gereklerini mesajlaştırma kaygısından çok sonra gelmelidir.
Edebiyata Yüklenen Misyon
Üzerinde durulması gereken bir nokta da, edebiyatın çözülmeye kaynaklık edip etmediği meselesidir. Aslında bu nokta, yukarıda ifade edilenlerden bağımsız bir şey değildir ve edebiyata yüklenen misyonun ne olduğuyla bağlantılı bir konudur. Günümüzde sayıları her geçen gün artmakta olan edebiyat (ve kültür/sanat) dergilerinin hangi boşluğu doldurmak için birbirleriyle yarış ettiklerine dair anlamlı bir cevap bulabilirsek, edebiyata yüklenen misyonun ne olduğunu daha rahat kavrayabiliriz.
Türkiye'de yaşanan darbe dönemlerinin ardından, depolitizasyon sürecine koşut olarak kültürel, sanatsal faaliyetlerin, edebiyat etkinliklerinin sayısal anlamda gelişmiş olduğu bir gerçektir. Çözülmenin çoğu kez, fiziksel şartların ortaya çıkardığı ve bu şartların baskısının arttığı oranda mesafe kat eden bir süreç olduğunu göz önünde bulundurursak, darbe dönemi depolitizasyon kıskacının çözülmeyi beslediğini tespit ederiz. Bu ortamda, sakin ve güvenli bir liman işlevi gören edebiyatın kıyılarına demir atmak, ilk etapta bir zorunluluktan kaynaklansa da, demir alma vaktinin bir türlü gelmediği ve bu kıyılarda hayatı sürdürmenin meşruiyetine teorik zemin hazırlandığı bir vakıadır. Bu teorik zemin; depolitizasyona, baskı politikalarına, egemen güç odaklarıyla hesaplaşmaya doğru evrilemediği için, edebiyata yüklenen misyon depolitik, bireyselci, bunalıma ve çözülmüş bir misyon olarak içselleştirilmiştir.
Bugün yaşadığımız süreçte gözlemlenen olgu da bundan pek farklı değildir. Düzenin tankları üzerimize sürülürken, brifinglerde savaş bildirileri okunup ölüm fermanlarımıza imza konulurken, edebiyatı bir mücadele mevzii olarak, örgütlülüğün, direniş ruhunu canlı tutmanın, cesaretin, bilinçlenmenin ve gündemden kopmamanın bir aracı haline getiremiyor; bunalımlarımızı, egolarımızı, kör bireyciliğimizi tatmin vasıtası olarak kullanıyorsak, bir ihanet romanına konu oluyoruz demektir. Böyle bir vasatı oluşturmada, bizatihi edebiyatın bir rolü yoktur. Edebiyatı korkaklığın kalkanı kılarak, onun arkasında, kırılan ruhunun parçalarından dökülen kırıntılarla yaşamayı seçenlerin acıklı hikayesidir bu vasatı oluşturan. Hayatında şiirler yazıp, hayatını şiir gibi yaşayamayan, kimliğini şiirleştiremeyenler; yüreklerini kavganın sıcağına adayamayıp bunalım üfürenler, vadilerde şaşkın şaşkın gezinip çözülmeye devam edeceklerdir.