Hayatı
Ebû’l-Abbas Muhammed b. Sabîh İbnu’s-Semmâk el-Kûfî (ö. 183/799) Kûfe’de doğdu. İlk dönem vaiz ve zâhidlerinden sayılan İbnu’s-Semmâk, İcl kabilesinin azatlılarındandır. Kaynaklarda İbnu’s-Semmâk olarak tanınan birkaç şahsın bulunması ve bazı sûfîlerin, sözlerini rivayet etmesi bir isim karışıklığına yol açmıştır. Onun İbnu’s-Semmâk diye şöhret bulması, dedesinin veya kendisinin balıkçılıkla uğraşmış olması sebebiyledir. İbnu’l-Murtazâ (ö. 840/1437) gibi Mu'tezilî müelliflerin yazdığı tabakât eserleri onu 5. Mu’tezili tabakadan Amr b. Ubeyd’in (ö. 144/761) arkadaşları arasında saymaktadır. Bilindiği gibi Amr b. Ubeyd, Mu‘tezile’nin ilk temsilcilerinden ve hadis rivayet eden ilk kelamcılardan biridir.
İbnu’s-Semmâk gençlik döneminden sonra ilme yöneldi ve hadis tahsili ile meşgul oldu. Tahsilini Bağdat’ta tamamlayan İbnu’s-Semmâk bu sahada tâbiînden Hişâm b. Urve, Dâvûd et-Tâî, Süleyman b. A‘meş, Yezîd b. Ebû Ziyâd ve Süfyân es-Sevrî’den istifade etti. İbnu’s-Semmâk’in güçlü bir hâfızaya, düzgün bir hitabete ve etkili bir konuşma tarzına sahip olması şöhretinin kısa zamanda yayılmasına sebep oldu. Abbâsî halifesi Hârûnurreşîd (ö. 193/809) ile yakın dostluk kuran İbnu’s-Semmâk’in yönetimle ilgili tavsiyelerinin yanında zühd ve takvâ konularında da halifeye nasihatlerde bulunduğu ve meclisinde halifenin ağladığı belirtilmektedir. Onun, kendisini ilim hizmeti ile ibadete adadığı ve bu nedenle dinî hayatını olumsuz yönde etkileyeceği endişesiyle evlenmeyen zâhidlerden olduğu belrtilmiştir. “Vâizlerin efendisi” olarak nitelenen İbnu’s-Semmâk, uzun müddet Bağdat’ta yaşadıktan sonra hayatının son döneminde tekrar Kûfe’ye dönmüş ve 183/799 yılında burada vefat etmiştir.
Düşünceleri
İlk devir sûfîlerinden Abdülvâhid b. Zeyd (ö. 177/793) ile çağdaş olan İbnu’s-Semmâk’in vaaz ve sohbetlerinin temel konusunu zühd ve ahlâk teşkil ediyordu. Dünya nimetlerine düşkünlüğü; insanın boynuna geçirilmiş bir tasma, ayağına takılmış bir bukağı olarak değerlendirip “Allah’tan, O’na hiç ibadet etmemiş gibi kork ve hiç günah işlememiş gibi de O’ndan umutlu ol.” sözüyle havf ve recâ görüşünü ortaya koymuştur. Buna göre onun düşüncesinin temel kavramlarından biri zühd diğeri ise havf’tır. Zühd, kulun hayatta yanlış ve abartı olan her şeyden uzaklaşıp hakikat için Hakk’ın rızasını gözetmek anlamında bir terimidir. Havf ise insanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği heyecan ve kaygıları ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
Ona göre Allah korkusunun delili hüzün; şevkin delili talep; recânın delili ise ameldir. Onun vaaz meclislerinin en belirgin özelliği dinleyenlerin engin bir huzur duymaları ve gözyaşı dökmeleriydi. Diğer vâizleri dinlerken ağlayamadıklarını söyleyenlere, “Parayla tutulan ağıtçı kadının ağlaması ile öz yavrusunu kaybeden annenin ağlaması bir olur mu?” şeklinde karşılık vermiştir.
Hikmetli sözlerle insanları irşada çalışan İbnu’s-Semmâk’in, Iraklı zâhid ve sûfî Ma‘rûf-i Kerhî’yi (ö. 200/815) ve Bağdatlı ilk sûfîlerden Serî es-Sakatî’yi (ö. 251/865) etkilediği belirtilmiştir. Kaynakların verdiği bilgiye göre ilk Sünnî-Şiî kesişme noktalarından Ma‘rûf-i Kerhî, Hristiyan bir genç iken Kûfe’de onun vaazını dinledikten sonra zühd hayatına yönelmiştir. Ma‘rûf’un Kûfe’de vaazını dinlediği İbnu’s-Semmâk’in Allah’tan yüz çeviren kimseden Allah’ın da yüz çevireceğini, Allah’a bütün kalbiyle yönelen kimseye O’nun rahmetiyle yöneleceğini ve bütün mahlûkatı ona yönelteceğini ifade eden sözlerinden çok etkilenmiştir. Bu etki ile Ma‘rûf-i Kerhî, İsnâaşeriyye’ye göre sekizinci imam sayılan Ali er-Rızâ’nın (ö. 203/818) hizmeti dışında bütün meşguliyetini ve malını terk etmiştir.
Vaaz esnasında zaman zaman kendi nefsini tenkit etmesi, daha sonraki yıllarda ortaya çıkan melâmetî tavrın ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmiştir. Zühd ve ahlâk konularına ağırlık vermesi sebebiyle bazı tasavvuf tabakât kitaplarında İbnu’s-Semmâk’in görüşleri önemle zikredilmiştir.
Öte yandan İbnu’s-Semmâk’in bilinen herhangi bir eserine rastlamamaktayız. Alâ b. Amr el-Hanefî (ö. 227/841), Horasanlı hadis hâfızı Yahyâ b. Yahyâ (ö. 226/840), muhaddis ve kadı Muhammed b. Abdullah (ö. 215/830) ve Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) kendisinden hadis rivayet edenlerin başında yer aldığı bilinmektedir.
Nasihatleri
Her hâlinde takva üzere ol, Allah Teâlâ’nın nimetlerine şükret ve O’ndan kork. Nimete şükretmek; günah işlememekle olur. Muhakkak her nimette bir hüccet ve mesuliyet vardır. Hüccet, o nimetin Allah tarafından verilmiş olmasıdır. Mesuliyetine gelince; o nimet olduğu halde günah işlememektir. Allah Teâlâ sana afiyet versin, işlediğin günahları ve yaptığın kusurları affetsin.
Öyle gayret et ki Allah Teâlâ seni yasak ettiği yerde görmesin, emrettiği yerden de ayrılmış bulmasın. Allah Teâlâ’dan hayâ et ki senin O’na yakın olduğunu ve senin üzerindeki kudretini göz önüne getiresin.
İçinizde Allah Teâlâ’dan bahseden nice kimseler var ki kendileri Allah Teâlâ’yı unutmuşlardır. Öyleleri de var ki Allah Teâlâ’ya karşı cüretkâr oldukları halde başkalarını Allah’a yaklaştırma iddiasındadırlar. Yine sizden öyleleri var ki kendileri Allah Zülcelâl’den kaçtıkları halde, insanları Allah’a çağırdıklarını iddia ederler.
Birçok şey var ki fayda vermediğinde zarar da vermez. Ancak ilim fayda vermediğinde zararlı hale gelir.
Allah Teâlâ dünyayı şehvetlerle ve afetlerle doldurdu. Helâlleri güçlüklerle, haramları da azap ile birleştirdi. Helâller için hesaba çekeceğini, haramlar için ise azap edeceğini bildirdi.
Gizli hâlinde sırdaşın, açık hâllerinde koruyucun, gece ve gündüz her hâlinde seni gören ve bilen Allah Teâlâ’yı bir ân bile unutma, her an kalbinde bulundur ve O’nu çok sev. Mülk ve saltanat O’nundur. O’nun mülkünden çıkamazsın. O halde O’ndan, korkun ve sakınman çok olsun.
Biliniz ki akıllı kimsenin günah işlemesi, ahmak kimsenin işlemesinden; âlimin günah işlemesi fasıkın işlemesinden, zenginin günah işlemesi fakirin işlemesinden çok daha fenadır.
Delinen bir kapta balın durmadığı gibi, delik olan (Allah’tan başkasına bağlanan) kalpte de hikmet durmaz.
İbnu’s-Semmâk insanları üç kısma ayırmaktadır:
1) Dünyaya ehemmiyet vermeyenler (zâhidler)
2) Dünyaya rağbet edenler
3) Sabredenler.
Zâhidler dünyadan kendilerine bir şey verildiği zaman sevinmezler, kaybettikleri bir şey için de üzülmezler. Dünyaya rağbet edenler, oyun, eğlence ve ne yaptıklarının farkında olmadan yaşayıp giderler. Sabredenler ise iki kısımdırlar: Zâhirde (görünüşte) zâhid olanlar ve hakiki sabredici olanlar.
Onun ifadesiyle a) Herkesin muhtaç olduğu kıyamet günü için hazırlanan, b) Ölüm gelmeden hazırlanıp önceden bir şeyler gönderen, c) Gençliği ve kuvveti kendisini aldatmayıp Allah Teâlâ’nın emrine sarılan gençlere müjdeler olsun.
Değerlendirme
Mu'tezile; çoğu kez akılcı, özgürlükçü ve genel kabul görmüş anlayışa aykırı düşünürler topluluğu olarak tanımlanmış olsa da zühd ve takva bu mezhep mensuplarında daha görünür bir yere sahiptir. Mu'tezilî gelenekte Vasıl b. Ata (ö. 131/748) ve Amr b. Ubeyd tanınmış zâhidlerin başında gelir. Bunlar ve diğer Mu'tezilî diye bilinen şahıslar hakkında nakledilen anekdotların çoğu onların zühde dair uygulama ve yaklaşım tarzını yansıtır. İşte İbnu’s-Semmâk da bu dünyaya mensup bir zat olarak bilinegelmiş ve kendisinden sonraki çeşitli gelenekler, onun bu imrendirici hayat modeline ve bireysel aktif örnekliğine sahip olmak adına onu kendi öncü listelerinde göstermişlerdir. Dolayısıyla bu eserlerde onun Mu'tezilî tarafı görünmez ve bilinmez olmuştur.
Esasen ilk dönem Müslüman geleneğinde, “zâhidane eğilim” hemen tüm düşünce ekollerinde temsil edilmiştir. Ne var ki bu zâhidane eğilim, ilerleyen süreçte daha sonra tasavvuf denilecek olan bir ekole mahsus görülmeye başlandı. Tasavvufun kurumlaşma, ayrı bir ekol halinde vücut bulma ve zamanla bâtınîliğe dönüşme evresinden önce bireysel dindarlığın ve pratik yaşam tercihinin egemen olduğu bu ilk döneminde, dinî ritüellerle zâhirî hükümlere içten bağlılık hemen bütün ulemanın hayatında söz konusu idi. Bu anlamda Mu'tezile mensupları da genel tavır halinde ahlaklı davranmayı öngören anlayışları ile daima bireysel dindarlığa ısrarla vurguda bulunan bir yapı oluşturmuştur. Onların zühde dair söylemlerinin yalın oluşu ve sûfîlerin geliştirdiği bâtınî niteliğe sahip olmaması, zühde ve takvaya ilişkin görüşlerinin felsefî mahiyette olmamasıyla dikkat çekmektedir.
Binaenaleyh bütün görüntülerin aksine Mu’tezile ile tasavvuf, zâhidane eğilim yönüyle ortak köklere sahiptirler. Tasavvufun kurucularından kabul edilen Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) ilk Mu’tezilîlerden Vâsıl b. Ata’nın hocası olarak bilinir. Bununla birlikte Mu’tezile ve ehl-i sünnetin farklı mezhepler halinde gelişmeleri ve sûfilerin ise genelde Sünnî blokta yer almaları nedeniyle, sözü edilen ortak miras zamanla gözden kaybolmuştur. İlerleyen dönemde, bu iki grup birbirlerini acımasız biçimde eleştirmeye başlamış olsalar da İbnu’s-Semmâk gibi şahsiyetler ilk dönemlerdeki beraberliklerinin simgesel ismi olarak kalmaya devam etmiştir.