Ebu Hanife İslam tarihi içinde birçok farklı düşünce sisteminden pek çok araştırmacının ilgisini çekmiş önemli bir şahsiyettir. Bu araştırmaların konusu olarak Ebu Hanife çoğu kez geleneğe yanlış bakış açısından kaynaklanan bir yüceltme ile kendisine kudsiyet atfedilen bir İmam-ı Azam, kimi zaman ise geleneğin muhafazakar mozayiğinde uyumu bozan aykırı bir taş olarak anlatılagelmiştir. Özellikle geleneğe Kur'an'ın ve Nebevi sünnetin Müslümanlara sunduğu sahih İlkelere sahip tenkitçi bir tutum İle bakılması gerekliliğini kavramış, ıslahı ve ihyayı benimsemiş Müslüman araştırmacılar için ise Ebu Hanife bizzat yaşamı, düşünce sistemi ve ölümü karşılama tarzı ile önderlik eden istisnai bir kişilik ve ıslahçı bir imamdır. Bu kadar geniş bir araştırıcı kitlesinin ilgisine mazhar olmasına rağmen Ebu Hanife'nin fikirlerine ve ilmine, yaşamına, İslamı bir bütün olarak algılayarak hayatının her alanına yaydığı mücadelesine dair bilgilere tam olarak vakıf olunduğunu söylemek zordur. Bugün aramızdaki on iki asırlık zaman maalesef Ebu Hanife'nin ilmi, usulü, yaşam tarzı özellikle İslam ümmetinin birliğinin bozulmaya başladığı, ümmetin saltanatçı bir iktidar altında yaşamaya mahkum olduğu devirlere ait bir kişilik olarak siyasi tavrı ve dönemindeki diğer görüş sahipleri ile irtibatı hakkındaki malumatın büyük bölümünün bize sağlıklı bir biçimde ulaşmasını engellemiştir. Bunun en önemli sebebi şüphesiz Muhammed Ebu Zehra'nın da işaret ettiği gibi Ebu Hanife'yi bize aktaran öğrencilerinin onun vefatından sonra siyasi erk ile yakın ilişkilere girmesi ve Ebu Hanife'ye dair bazı bilgilerin -özellikle siyasi tavrına dair-egemen saltanatı rahatsız edeceği endişesiyle zikredilmemesidir. Bunun yanı sıra Ebu Hanife'nin öncü isim olarak temsil ettiği Kur'an'ı ve Sünneti anlamada rivayetlerden ziyade akla önem veren Rey ekolünün tarih içinde zayıflaması ve mevcut geleneğin büyük ölçüde rivayetçi ekolün etkisi ile şekillenişi şüphesiz ona dair bilgilerimizin azlığına ve ulaştığımız bilgilerin de sıhhatinden şüphe duymamıza yol açan en önemli etkendir.
Ebu Hanife'nin anlaşılmasına katkı sağlamak amacıyla İslami Araştırmalar Dergisi'nin 15. yılında çıkarttığı ilk sayısını Ebu Hanife'ye ayırması gelenek içinde Ebu Hanife'ye dikkat çekmesi açısından takdire şayandır. Tamamı 338 sayfaya ulaşan dergide Ebu Hanife'nin yaşamını ve fikirlerini analiz eden 25 makale yer almakta. Bunun yanında derginin sonunda Ebu Hanife'nin kendisine nispet edilen ve Ebu Hanife'yi konu alan eserlerin bir bibliyografyası sunulmuş.
Dergide Ebu Hanife ile ilgili ele alınan konulara ve üzerinde tartışma yürütülen hususlara geçmeden önce Ebu Hanife'nin anlaşılmasının neden önemli görüldüğüne dair derginin başyazarının ve editörünün zikrettiği sebebe dikkat etmek gerekmektedir. Gerek başyazıda gerekse editör Mehmet Bayraktar'ın kaleme aldığı giriş yazısında dile getirilen "Hanefi olmak Türk olmak gibi bir şey" ya da "Türk olanların Ebu Hanife'yi daha iyi tanımaları gerekir."1 gibi ifadeler derginin taşıma iddiasında olduğu ilmilik sıfatına hiç de yakışmayan, Ebu Hanife'nin temsil etmediği ve belki de hayatı boyunca mücadele ettiği mezhepçi ve kavmiyetçi/statükocu din anlayışının izlerini yansıtan iddialar olarak okuyucunun dikkatini çekmekte. Bu tablo "Ebu Hanife'yi, Maturudi ve Ahmet Yesevi gibi bazı şahsiyetler üzerinden yürütülen ve bugünkü mevcut egemen sistemin istediği ölçüler içerisinde üretilmeye çalışılan ulusal din / Türk İslamı tezine hizmet etmek için mi anlamaya çalışmak önemli?" sorusunu okuyucunun aklına getiriyor. Oysa Ebu Hanife kişilerin söz ve davranışlarının tabulaştırılması yerine vahyin ve aklın değişmez ölçülerini merkeze alan bir anlayışın öncüsü olmuş ve İsmail Hakkı Ünal'ın da belirttiği gibi "Kendi etnik kökenini gizleyecek kadar İslam'la hemhal olmuş ve kendi benliğini asla İslami kimliğinin önüne geçirmemiştir."2 Ebu Hanife'yi Türk İslamı'nın tezlerine malzeme olarak ön plana çıkartıp ona mezhebi, etnik veya geleneksel tabular yüklemek Ebu Hanife'yi anlamak için değil istenilen modelde bir Ebu Hanife yaratmak için harcanan bir çabaya işaret eder ve bu durum akademisyen kimliği ile bağdaşmaz. Bu tür bir samimiyetsizlik Ebu Hanife'yi asla temsil etmediği ve kaygısını duymadığı bazı değerlerle örtüştürerek onun asıl kimliğini görmezden gelmektir ve bu derginin Ebu Hanife'yi gündeme taşıma gayretine gölge düşürmektedir.
Ebu Hanife deyince ilk akla gelen husus onun dini anlamada rivayetleri ölçü kabul eden hadisçi akım karşısında Kur'ani ilkeleri ön plana çıkartarak akla önem veren rey ekolünün temsilcisi olmasıdır. Bu açıdan en çok tartışılan konulardan biri Ebu Hanife'nin usulünde hadislere verilen yerdir. Bugüne kadar Ebu Hanife'nin hadis anlayışına dair sunulan yaklaşımlarda daha çok hadisçi bakış açısının da etkisiyle Ebu Hanife'nin hadis bilgisinin ve hadislere verdiği önemin ne kadar büyük olduğundan dem vurulmuş, hadislere önem vermediği iddiasına karşın onun en az bir hadisçi kadar buna önem verdiği, sadece Küfe gibi karışık ve uydurma hadislerin yaygın olduğu bir bölgede yaşamış olmasından ötürü hadisleri kabul etmede fazla temkinli davrandığı, şeklinde savunmacı yaklaşımlar ön plana çıkarılmıştır. Ebu Hanife'nin kendisine ulaşan rivayetler karşısında tenkitçi tutumunun onun hadis kriterlerini sıkı tutmasından kaynaklandığına3 ve bunun başka alimler için de geçerli olduğuna dikkat çekilerek Ebu Hanife'nin hadislere bakış açısındaki farklılık görmezden gelinmeye çalışılmıştır. Bu muhafazakar bakış açısı maalesef dergideki pek çok yazıya da hakim olmuş. Ancak bu yazılarda yer verilen bazı bilgiler ve örnekler Ebu Hanife'nin hadis konusundaki tutumunun hiç de hadis kabulünde rivayet şartlarını sıkı tutan diğer Ehl-i Sünnet alimlerinin rivayetçi tutumu ile aynı olmadığını ortaya koymaktadır. Örneğin "Ebu Hanife mütevatir ve meşhur hadislerle amel etmekte tereddüt etmez. Zayıf hadislerle amel etmeme konusunda da tereddüt göstermez." Ebu Hanife'ye göre Kur'an'ın mutlak hükmü ahad haberlerle tahsis edilemez. Kur'an hükmü ancak tevatür derecesindeki sünnetle tahsis edilebilir.4 Müslüman tecrübede geleneksel hadis metodolojisi bütünüyle isnad zincirindeki bireylerin kişisel güvenilirliği üzerine temellendirilmiştir. Her nedense hadis metninin akli, mantıki ve tarihsel olgular açısından eleştirisinden kaçınılmıştır. İşte Ebu Hanife ihmal edilen bu sorun üzerinde oldukça açıklayıcı bir yöntem önerir, "hadislerin metninin Kur'an'a arz edilmesi gerektiğini daha doğru bir yöntem olarak önerir ve kendisi bizzat uygular."5 Bu anlamda Ebu Hanife'nin çoğu ahad haber olan hadisleri kabul etmede ortaya koyduğu kriterler klasik hadis usulündeki isnad merkezli kriterlerden farklılık arz eder. O hadislerin kabulü için Kur'an'a uygunluk, akla uygunluk, insani değerlere verilen öncelik, amaca uygunluk ve kolaylığı tercih gibi temel ilkelere önem verirken özelde de ahad haberin kabulü için çok sıkı şartlar koyar. Ebu Hanife'ye göre ahad haber, adalet, zabt ve hıfz yanında fıkıh, rey ve içtihad ile tanınmış bir raviden rivayet edilmeli, vukuu çok olan olaylarla ilgili olmamalı, sağlam kıyasa ve dinde sabit olan ilke ve kurallara aykırı olmamalıdır. Ahad haberin ravisi rivayet ettiği hadisin hükmünün tersi ile amel etmemeli, hadis sahih de olsa Kur'an nassları ile çelişmemeli ve zayıf olamamalıdır. Hadis tek başına Ebu Hureyre'den gelmemelidir. Zira Ebu Hanife tek başına Ebu Hureyre'nin naklettiği hadis ile amel etmez.6 Özellikle bu sonuncu madde Ebu Hanife'nin hadis ravisinin fakih olması ile ilgili koşulunun bir sonucudur. Klasik hadis usulünde belki de en fazla önem atfedilen ve sahih kabul edilen temel kaynaklarda en fazla hadis rivayeti bulunan Ebu Hureyre, Ebu Hanife'ye göre fakih olmadığından tek başına rivayet ettiği haberin amel için dahi bir değeri yoktur. Sadece bu husus bile Ebu Hanife'nin hadise bakış açısının klasik temayülden farklı olduğunun ve Sünni dünyanın temel dayanaklarını oluşturan pek çok taşı yerinden oynatmaya yeteceğinin bir göstergesidir.
Şüphesiz Ebu Hanife'nin hadise yaklaşımı ile bağlantılı en temel özelliği onun rey ehli oluşudur. Ebu Hanife çoğu kez sünneti bırakıp kendi rey'ine göre hüküm vermekle suçlanmıştır. Dolayısıyla onun rey'i kullanması ile hadise bakış açısı arasında önemli ve ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Bu noktada da çoğu kez savunmacı yaklaşım Ebu Hanife gibi başta Malik olmak üzere pek çok alimin de fıkıhta rey'i kullandığına işaret etmiş ve Ebu Hanife'nin kullandığı kıyasın aslında ilk nesillerden bu yana her zaman rey'i beyan etme aracı olarak kullanılageldiğinden bahsetmişlerdir.
Ebu Hanife'yi rey konusunda kendinde mazur ve masum göstermeye çalışan bu yaklaşımların temel amacı Ebu Hanife'nin rey'i kullanışının Ehl-i Sünnet'te kıyasın kullanılışıyla aynı görme temayülüdür. Oysa Ebu Hanife akla dini anlamada verdiği önem ve usulüyle her zaman akıl rivayet çekişmesinde bir kutbu temsil etmiş, hatta hadisi sünnetle eş anlamlı hale getirerek dini anlamanın merkezine rivayetleri oturtan İmam Şafii'nin hadisçi fıkhının karşısında kabul edilmiştir. Öyleyse Ebu Hanife'yi kıyası kullanan diğer fakihlerden ayıran ve rey ehli yapan, cerh olunmasına neden olan metodunun ne olduğuna dikkat çekmek gerekir. Dergide bu noktaya dikkat çeken en önemli makale Sahip Baroje'nin "İslam hukukunda Ehl-i Rey ve Rey Merkezli Fıkıh Anlayışı" adlı makalesidir. Ebu Hanife'nin tenkit edilmesinin en önemli sebebi hadis tenkit metodu olmakla beraber ona bu tenkit anlayışını kazandıran husus esasen sahip olduğu hukuki zihniyettir. Çünkü rey ehlini rey'i kullanan diğer fakihlerden ayıran en önemli özellik şer'i hukuku geliştirme hususunda metot ve kaynak açısından daha bağımsız bir hukuk yapma zihniyetine sahip olmalarıdır. Hadisçilere göre hadis ve geçmiş sünnet bir insanın kendi şahsi görüşüne başvurmasına ihtiyaç bırakmayacak kadar zengindir. Bu nedenle kıyas, istihsan ve maslahat gibi yöntemleri kullanarak şahsi rey'e başvurmaya gerek yoktur. Halbuki Ebu Hanife ve arkadaşları sünneti fıkhın ikinci öncelikli kaynağı olarak görmekle beraber onlara göre hukukun başka kaynakları da vardır. İşte bu kaynaklarda içkin halde bulunan evrensel hukuk normları, hukuki bir zihniyetle araştırılıp ortaya çıkartılmalıdır.7 Onlar bu şekilde elde ettikleri usule güvendikleri için fazla hadis rivayet etmezlerdi. Bundan dolayı kendilerine rivayet edilen bir hadis veya sünnet, bu esaslara uymuyorsa, bazen bununla amel etmek yerine imamlarının ortaya koyduğu usule göre hareket etmeyi daha uygun görürlerdi.8 Dolayısıyla rey ehlinin öne çıkan en temel özelliği ve bu usulünün bir sonucu onların ahad haberin kullanımına getirdikleri farklı yaklaşımdır. Bu çerçeveden bakıldığında neden rey ehli dendiğini bir iki sebebe bağlamak Baroje'ye göre isabetli bir yaklaşım değildir. "Buna göre bu kesime Ehl-i Rey denmesinin sebebine sadece hadis seçiminde reye başvurmak, ne hadislerin anlaşılmasında kendilerine has bir yorumlama tarzı geliştirmek ne de hadis ve eserin bulunmadığı konuda reye başvurmaktan ibarettir. Bu nakıs bakış açısı meseleye sadece hadis penceresinden bakmaktan kaynaklanmaktadır. (...) Genelde rey ehlinin, özelde Hanefilerin esas gayretleri hadislerin sahihini sakiminden ayırmak üzerine kurulu değildir. Aksine onların bütün himmeti birçok cüz'i meseleye esas teşkil edecek evrensel hukuki ilkeler bulup ortaya çıkarma yönündedir."9 Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus Ebu Hanife'nin kıyasın bir çeşidi olarak istihsanı kullanması ve bunu sisteminin temeline oturtmasıdır. Ebu Hanife'nin usulünde istihsan, içtihad ile eş anlamlı bir faaliyettir. Ve bu anlamı ile kıyastan farklıdır. Sünni metodolojinin omurgasını oluşturan kıyas, dogmatik olarak kabul edilen nasstaki illeti bütün olaylara ta'mim etmeye çalışırken; istihsan, Kur'an'ın genel maksatlarını kavramış bir Müslüman entelektüelin olayları kendi aklına göre çözmesidir. Ebu Hanife kıyasın sonucu Kur'an'ın genel maksatları ile çeliştiğinde kıyası terk edip istihsan yapardı.10 Bu anlamda İlhami Güler'in de dikkat çektiği üzere, Ebu Hanife'den önce fakih sahabeden Hz. Ömer'in yaptığı kıyas değil istihsandır. Güler'e göre Hz. Ömer'in bu yaklaşımı daha sonra hadis konusunda Mu'tezile ve Ebu Hanife'de devam etmiş ancak Safi' gerçek içtihadı reddederek ortaya çıkacak yeni sorunları kıyasa bağlamıştır.11 İslam düşünce tarihinde ve günümüzde Ebu Hanife'nin değil de İmam Şafi'nin yaklaşımı hakim olduğu düşünülürse Ebu Hanife'nin anlaşılmasının ve usulünün ihya edilmesinin önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Ebu Hanife bugün Ehl-i Sünnet'e mensup İslam coğrafyası içinde en yaygın biçimde kabul gören Hanefi mezhebinin kurucusu ve imamı sayılmaktadır. Ayrıca tarih İçinde kendisini onun usulüne nispet eden ve "Hanefi" vasfını taşıyan birçok fakih yaşamıştır. Ancak burada şöyle bir soru işarete belirmektedir; bu kadar kabul görmesine ve yaygınlığına rağmen Ebu Hanife'nin gerek hukuki zihniyeti gerekse nakle nasslar ışığında bakan tenkitçi metodu niçin yaşatılamamış ve gelenek içinde hakim duruma gelememiştir de Şafii'nin düşünce tarzı sünni dünyaya hakim olmuştur? Maalesef Ebu Hanife'ye hasredilmiş bu kadar geniş bir çalışmada böyle bir sorunun hiç gündeme getirilmemesi esefle karşılanması gereken bir durumdur. Oysa bugün Ebu Hanife'yi anlamayı amaçlayan her çalışmanın, yazılan her makalenin bizi bu sorunun cevabına doğru bir adım ileri taşıması ve bu kaygı ile ortaya konulması öncelikli hedef olmalıdır. Ebu Hanife'den sonra vücuda gelmiş olan Hanefiliğin Ebu Hanife'nin usulünü ve çizgisini takip edemediği ve büyük ölçüde Şafii teorinin etkisi altına girdiği iddiası bugün incelenmesi gerekli önemli iddiaların başında gelmektedir.
Bugün Ebu Hanife'nin usulüne ve metodunun temelini oluşturan istihsanın mahiyetine dair ondan ve öğrencilerinden herhangi bir şey gelmemiştir. Ancak Şafii'nin istihsana yönelik eleştirilerinin güçlenip yaygınlık kazanmasının ardından, sonra gelen Hanefi alimleri eleştirilere cevap vermek üzere istihsanı tanımlamaya girişmişler, fakat bu çalışmaların Ebu Hanife'nin istihsan anlayışını ne derece yansıtabildikleri her zaman tartışma konusu olmuştur. Hanefi alimleri istihsanı tanımlamaya çalışırken çoğu kez imamlarının serbest içtihad anlayışını sınırlamışlardır.12 Bunun yanında hadisçi kanadın çoğu kez ümmete hakim olan saltanatçı yönetimlerle işbirliği yaparak güçlenmesiyle Şafii'nin yorumlama tarzı Hanefileri de etkilemiş ve pek çok konuda bu etki gözlemlenmiştir. Örneğin Ebu Hanife'nin sünnet anlayışının aksine zaman geçtikçe Şafii'nin sünneti hadisle eş anlamlı hale getiren yaklaşımı Hanefi ekolü etkiledi. Bu etkileşim daha sonraki yüz yıllarda daha da ileri boyutlara taşındı. 5./11. yy. Hanefi hukukçularından Serahsi ve Pezdevi sünneti doğrudan doğruya vahy-i gayri metluv olarak niteleyerek onu vahy-i metluv olarak tanımladıkları Kur'an'dan yalnızca tilavet yoluyla ayırma yoluna giderler. Yani sünnetin vahiy kökenli olmasından öteye, artık sünnetin Kur'an ile paylaştığı bir terminolojik tanımlama söz konusu olmuştur.13 Bu da Şafii'nin Hanefi ekol üzerindeki etkisini göstermesi açısından önemli bir husustur.
Ebu Hanife ile ilgili değinilmesi önemli bir diğer konu ise bugün ona nispet edilen eserlerin Ebu Hanife'ye aidiyeti hususundaki belirsizliktir. Bugün Ebu Hanife'ye nispetle elimizde bulunan eserleri incelendiğimizde bazı çelişkilere rastlarız. Ebu Hanife'ye dair doğruluğundan emin olduğumuz bilgilerle tutarsız bilgilere, onun döneminde gündeme gelmemiş ancak daha sonraki dönemlerde Ehl-i Sünnet'in kendisini diğer gruplardan ayırt etmesinde önemli rol oynamış bazı tartışmaların bu eserlerde yer alması, zihinlerde bu kitapların ona nispeti hususunda bir şüphe hasıl etmektedir. Dergide bu tür çelişki ve şüpheleri bertaraf etmek ve eserlerin sıhhatini ispat için kaleme alınmış makaleler bulunmakla beraber, maalesef bunlar tüm şüpheleri izale edici mahiyette ve yeterlilikte gözükmemektedir. Örneğin; "Evliyanın kerameti, kafirlerden sadır olan harikulade haller, olağanüstü şeyler arasındaki farka dair bir söze o asırda cereyan eden münakaşalarda tesadüf edemiyoruz. Bunlar, İslam'da tasavvuf meydana çıktıktan sonra kelam uleması arasında bahis mevzuu yapılmaya başlanmıştır. Ulema, ermiş evliyaya Allah'ın neler bahşettiğinden söz açtılar, erenlerin olağanüstü hallerinden bahse daldılar. Bu cihet bizi esere sonradan ilave edildiği zannına götürmektedir. Yahut da eser Maturidi ve Eşari görüşlerine göre o asırda yeniden yazılmıştır.14
Ebu Hanife'nin ele alındığı bu geniş çalışmada ne Ebu Hanife ile Sünni anlayış içinde teşekkül etmiş Hanefilik arasındaki farklılaşmaya ne de Ebu Hanife'ye nispet edilen bazı şüpheli bilgi ve meselelere değinilmemesi ve bugün Ebu Hanife'nin metoduna dair yapılan güncel tartışmalara fazla değinilmemesinin nedeni bize göre yazıların Ebu Hanife'ye yüklenmeye çalışılan bir ön kabulle kaleme alınmış olmasıdır. Pek çok makalede Ebu Hanife Ehl-i Sünnet akidesi ve usulünü temsil eden muhafazakar bir reyci olarak sunulmuştur. Bu ön kabule göre "Ebu Hanife ile Eşari ve Maturidi arasında sadece küçük farklılıklar vardır. Ancak bu küçük düşünce farklılıklarına rağmen Ehl-i Sünnet akaidini muhafaza amacıyla Ebu Hanife onlarla ittifak halindedir."15
Ebu Hanife'yi Sünni çerçevede tanımlama gayretinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu anlayış, özellikle onun Mutezile, Hariciler ve Şia gibi Ehl-i Sünnetçe bidat ehli sayılan grublarla mücadele ederek bu gruplara karşı Sünni kanatta yer aldığını varsaymakta. Ancak bu varsayımda gözden kaçan en temel bilgi anlayışı Ebu Hanife döneminde ne Mutezili'nin nede Ehl-i Sünnet'in bir ekol olarak teşekkül etmemiş olmasıdır. Ayrıca Ebu Hanife'nin kelami anlayışının Ehl-i Sünnet ile arasında sadece küçük farklılıklar olduğunu ileri sürmek de çok su götürür bir iddiadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki; Ebu Hanife Mutezile'nin oluşumunun erken dönemlerinde yaşamış, özellikle Mutezile'nin 'Tevhid ve Adalet Ehli' olarak kendisini egemen saltanatçı yapının ve bu yapıya sessiz kalan stotükocu-rivayetçi-mürcii dini anlayışların karşısında tanımladığı bir mücadele içinde bu harekete destek vermiştir. Bu açıdan Ebu Hanife de "günahlar insana zarar vermez" diyen ve cemiyet hayatında denetimsiz ve sorumsuz bir ahlaki gevşekliğe vize veren mürcii mantıkla mücadelenin gerekliliğinin16 ve bu tavrın mevcut saltanat idaresinin ekmeğine yağ sürdüğünün de farkında idi. Onun özellikle Emeviler döneminde bir devlet politikası olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan cebri ve mürcii anlayışlara karşı gerek fikri, gerekse fiili olarak Mutezile ile aynı safta yer alarak, insanın özgürlüğüne vurgu yapması, ilahi takdirin anlamlı olabilmesi için insanın yapıp-etmelerinde hür olması gerektiğini savunması17 ve en önemlisi bunun şahitliğini sosyal olarak yaşamına yayması geçmişte ya da günümüzde Ehl-i Sünnet'in teorik anlamda dahi ulaşamadığı bir zindeliğe işaret etmesi açısından önemlidir.
Ebu Hanife ve ashabı Mutezile'ye eşit biçimde akidevi mevzularda akıl yürütme metodunu kullanmaya meyletmişler ve dönemlerindeki selefi tutumun, mevcut tartışmaları izahtan kaçınan belirsizlik halini terk etmişlerdir. Dolayısıyla Ebu Hanife özellikle Emeviler döneminde -ki yaşamının 52 yılı bu dönemde geçmiştir- suskun selefi metoda karşı Mutezile'nin tartışmacı yöntemini benimsemiştir. Bu durum Ebu Hanife'nin siyasi yaşamında da ortaya çıkmıştır. Ebu Hanife; Ehl-i Sünnet'teki zalim imama itaat anlayışına karşı çıkmış; imam, zalim ise Müslümanın adil zümre ile birlikte olması gerektiğini söylemiştir. Bu çerçevede Ebu Hanife "emr-i bi'l maruf nehy-i ani'l münker" ilkesini ön plana çıkartmış, başta bu ilkeyi yerine getirmek için toplum içinde kendisine itaat edilirken sonradan cemaate karşı çıkan kimse ile mücadele edilmesi gerektiği üzerinde durmuştur.18 Böylece Ebu Hanife iyiliği emredip kötülükten sakındırma sorumluluğunu müstakil bir ilke haline getirip kurumsal siyaseti bu ilkenin zorunlu ve dolaylı bir sonucu olarak gören Mutezile gibi davranmış, Sünnilikte olduğu gibi bu sorumluluğu bireysel-ahlaki bir sorumluluk olarak değil, Haricilik, Şia ve Mutezile gibi siyasi-ahlaki bir sorumluluk olarak görmüştür.19 Bu yaklaşımın pratik bir sonucu olarak Ebu Hanife döneminde Tevhid ve Adalet Ehli Mutezile'nin Zeyd bin Ali isyanına "Kendilerine imam ve halife adını veren zorba ve hırsızlara karşı ayaklanmanın vacip olduğuna" dair fetva vererek ve mali yardımda bulunarak destek vermiştir.20 Daha sonra Abbasiler devrindeki Nefsu'l-Zekiyye ve İbrahim bin Abdullah isyanına da aynı şekilde destekte bulunmuş ve bu desteği nedeniyle hapse atılıp kırbaçlanmıştır. Ebu Hanife güvenlik endişesiyle zalim imama itaati meşru ve vacip sayan Sünni teoriyi hiçbir zaman paylaşmamış, kendisi tehlikede olduğu durumlarda bile zalime itaati, hatta İşbirliği anlamına gelebilecek teklifleri kabul etmemiştir.
Özetle belirtecek olursak Ebu Hanife'nin usulünde Kur'an'ın ve sünnetin ilkelerini merkeze almış, kader konusunda Sünni anlayışın aksine cebri anlayışa hiç açık kapı bırakmayacak kadar net bir biçimde insan iradesine önem vermiş, İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı toplumsal bir sorumluluk olarak görmüş ve döneminde güçlü ve yaygın olan selefi tutuma rağmen dini anlama ve korumada Mutezile'nin akla değer veren metodunu benimsemiştir. Dönemindeki Tevhid ve Adalet Ehli'nin zalim saltanatlarla olan mücadelesine aktif olarak katkıda bulunmuştur. Bu tablo, "...gelenekçilik ve reycilik zıt kavramlar değildir. Hakikaten Ehl-i Sünnet mensupları diğer fırkalardan kendi zamanlarına kadar ki geleneği dikkate almakla tebarüz etmişlerdir. Geleneği ve mevcut durumu korumanın siyasi alandaki bir yansıması da, Ehli Sünnet düşüncesinde İmama karşı ayaklanma anlayışının bulunmayışıdır" şeklinde yapılmış bir değerlendirmenin tutarsızlığının ve Ebu Hanife'yi Sünni anlayışla uyumlu muhafazakar bir reycilik teorisyeni olarak sunmanın ilmi ve tarihi gerçeklikle bağdaşmadığının bir göstergesidir. Ebu Hanife'yi -ne kastedildiği zaten belirsiz ve muğlak bir tamlama olan- Ehli Sünnet çerçevesine hapsetmek ona temsil etmediği bir misyon yükleyerek, Sünni geleneğe meşruiyet kazandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Ebu Hanife üzerinden gelenekçilik yapmak akademisyen kimliğin temsil etmesi gereken objektiflik ve ilmilik vasıflarına yakışmayan bir tutumdur. Böyle bir çaba ancak cemaatçi ve mezhepçi taassuplarla kalem oynatan zümrelerin işi olabilir.
Ebu Hanife'nin gündeme taşınması açısından oldukça anlamlı bulduğumuz bu "özel Sayı" için İslami Araştırmalar Dergisi'ne teşekkür ederken işaret ettiğimiz zaafların Ebu Hanife'yi doğru okumanın önünde aşılmaz engeller oluşturduğunu belirtmeyi bir borç biliriz.
Dipnotlar:
1- Bkz. Bayraktar, Mehmet, "Yayıncı'dan" ve "Ebu Hanife Üzerine Bir Sohbet" İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 15, sayı 1-2, s. 309
2- Ünal, İsmail Hakkı, "Ebu Hanife Üzerine Bir Sohbet" s. 318
3- Ünal, İsmail Hakkı, "Ebu Hanife ve Hadis", s. 76
4- Yavuz, Yunus Vehbi, "Ebu Hanife'yi Tanımak", s. 11-17
5- Altıntaş, Ramazan , "Ebu Hanife'nin Kelam Metodu ve el-Fıkh'u-I Ekber Adlı Eserine Yöneltilen Bazı İtirazlar", s. 192
6- Yavuz, Yunus Vehbi, a.g.m., s. 17
7- Baroje, Sahip "İslam Hukukunda Ehl-i Rey ve Rey Merkezli Fıkıh Anlayışı", s. 153
8- Baroje, Sahip, a.g.m, s. 152
9- Baroje, Sahip, a.g.m, s. 163
10- Güler, İlhami, "Politik Teoloji Yazıları", Ankara 2002, s. 102-103
11- A.g.e. s.103
12- Baroje, Sahip, "İslam Hukukunda Ehl-i Rey ve Rey Merkezli Fıkıh Anlayışı" s. 161
13- Taştan, Osman, "Merkezileşme Sürecinde İslam Hukuku: Bölgeselliğe Veda veya Şafii Faktörü", İslamiyat, 1 (1998), s. 25-34
14- Çelebi, İlyas, "Risaleleri, İtikadi Görüşleri ile İmam-ı Azam Ebu Hanife", s. 66
15- Yeşilyurt, Temel, "Fıkh'u-l Ekber'e Metodolojik Bir Bakış", s. 182
16- Altıntaş, Ramazan, a.g.m, s. 205
17- Altıntaş, Ramazan, a.g.m. s. 193
18- Emiroğlu, İbrahim, "İmam-ı Azam'ın Beş Eseri Üzerine", s. 218
19- Güler, İlhami, a.g.e, s. 62
20- Hacı Şerif Ahmed Paşa, "Ebu Hanife'nin Siyaset Anlayışı", s. 271