Türkiye'de ekonomik ve sosyal koşulların her geçen gün daha da kötüleşmesi, toplumsal ve tabii dengenin yok olmaya doğru bir seyir takip etmesi, ahlaki sorunların katlanarak artması, adli vakıaların da artışını beraberinde getirmektedir. Bu itibarla, hukuki yardım amacıyla zaten avukatlık mesleğine aşırı bir ihtiyaç vardır. Ancak yükselen İslami uyanışın düşüncede ve pratikte önemli mesafeler alması, totaliter rejimin hışmını üzerine çekerken müslümanlar üzerine yapılan baskı ve zulümler katlanarak artmaktadır.
Emperyalizmin, Sovyet boyutu çökünce, ABD eksenli kapitalist emperyalizm kendisine düşman olarak yeni hedef belirledi. Ortadoğu'da emperyalizme karşı çetin mücadele veren ve başarılar kazanan İslami hareketler, uluslararası emperyalizmin yeni hedefi oldu. NATO tatbikatlarında komünist-Sovyet blokunu temsil eden kırmızı kuvvetlerin yerini, artık İslam'ı temsil eden yeşil düşman kuvvetleri aldı.
Türkiye açısından da İslam, 28 Şubat sürecinden önce de birinci tehdit olarak görülmekteydi. Türkiye'nin de katıldığı NATO tatbikatlarında, temsili yeşil düşman kuvvetlerine karşı savaşılmaktaydı. Ancak Türkiye'nin yaşadığı bölgesel problemler ve PKK ile yaptığı sıcak savaş, birinci tehdidin İslam olduğu kabulünün deklare edilmesini geciktirdi. Yani TC devleti tüm hazırlıklarını, henüz ilan etmediği bu birinci tehdide göre yaptı. Bunun en çarpıcı delili 1994 yılı Nisan ayında Antalya'da yapılan ve 94 Cumhuriyet Başsavcısı'nın katıldığı toplantıda alınan kararlardır.
Antalya'da yapılan bu toplantı sonrası gazeteler, olayı; "Laiklik düşmanları uyarıldı, halkın Cumhuriyet Savcıları'na güvenmesi istendi" şeklinde kamuoyuna duyurdular.
"Laiklik düşmanları" deyimi ile kimlerin kastedildiği izaha muhtaç değildir. Bu toplantıda alınan kararlar doğrultusunda, TC'nin koruyuculuğunu yargı adına kullanan Cumhuriyet Savcıları, laiklik düşmanı olarak niteledikleri müslümanları açıkça yargı kıskacına alacaklarım ilan etmişlerdir. Ve halkın C. Savcıları'na güvenmeleri gerektiğini söylemişlerdir.
O tarihte kamuoyunun yeterince dikkatini çekmeyen Antalya toplantısında alınan kararlar, bugün içinde bulunduğumuz darbe sürecinin ve sürece uygun yargı kararlarının başlangıcını teşkil etmektedir.
Avukatlık Mesleğini Niçin Önemsemeliyiz?
TC devleti kendi koyduğu kurallara riayet etmemekte, aykırı davranmaktadır. Bırakın "hukuk devleti" olduğu yolundaki ütopik iddiaları, TC devleti henüz bir kanun devleti dahi değildir. Zira devletin gerçek sahipleri konumundaki oligarşik bir azınlığın her türlü hakaret ve suç teşkil eden sair eylemleri hakkında C. Savcılarınca hiçbir tahkikat yapılmaz iken, şiir okuyan bir belediye başkanı apar-topar yargı önüne sevk edilmekte, alışık olmadığımız şekilde haklarında yıldırım hızıyla mahkumiyet kararları verilebilmektedir.
- Anayasa'nın 24. maddesinde "Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir" düzenlemesine rağmen, dini inanç ve kanaatlerini açıklayan müslümanlar TCK 312. maddesi çerçevesince cezalandırılmaktadır.
- "Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz" hükmüne rağmen (A.Y. 8. md) müslüman olmanın bir gereği olarak başörtüsü takan ve bu şekilde fakültelerine devam etmek isteyen bayan öğrenciler derslere ve sınavlara alınmamakta, hakkını gasbedenlere karşı hak arayışına girdiğinde fakültelerden atılmaktadır.
- Yine Anayasa'da "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir" (A.Y. 25. md) ve ayrıca "Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetine sahiptir" (AY. 26. md) denilmesine rağmen, bu hürriyetlerin önü TCK 312. md., TCK 159. md. ve Terörle Mücadele Kanunu ile kesilmeye çalışılmaktadır.
- "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir" (A.Y. 34. md) şeklindeki düzenlemeye rağmen haksızlığa, zulme ve emperyalizme karşı gösterilen toplumsal tepkiler, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na aykırı addedilerek ceza tehdidiyle sindirilmeye çalışılmaktadır.
İşte tüm bu gerçekler karşısında, düşünce ve eylemin önündeki engelleri aşmada ve bu engelleri etkisizleştirmede -kendisine İslami kimliği seçmiş- avukatlar bu kimliklerinden soyutlanamazlar ve inançlarını hayatlarının merkezine almadan hareket edemezler. Devletin çirkin yüzünü sergilediği her yerde mutlaka bulunulmalıdır. Bu yolla önemli kazanımlar elde edildiği bir gerçektir. İçinde yaşadığımız bu dönemde İÜ'de yaşanan zulmün kamuoyuna ifşa edilmesinde ve yargıya taşınmasında avukatlar önemli görevler yapmışlardır. Halen de yapmaya devam etmektedirler. Ancak bu alanda önemli sıkıntılar vardır.
Hem sayısal açıdan ve hem de karşılaşılan problemleri çözecek hukuki formasyon açısından yeterli olunamamıştır. Bu yetersizliğin pek çok sebebi vardır.
Birincisi ve belki de en önemlisi zihinsel ve ekonomik sebeplerdir. Her yıl onlarca insanımız hukuk fakültelerinden mezun olmasına rağmen, mesleği icra etmeye başladıklarında peşinen kaybedilmektedir. Öncelikle devletin oligarşik yapısını meşrulaştıran hukuk anlayışıyla ve pozitif hukukun doğal hukuktan uzaklaşan boyutuyla mücadele etmek yanında; sistemin kendi hukukuna uyması ve tebasına karşı hukukunu ihlal etmemesi açısından sistem içi mücadelenin bir aracı olarak hukuk mücadelesini ilkeli bir kimlikle yürütmek görevi kavranmalı, yaşatılmalı ve hak ihlallerine karşı yürütülen mücadelenin bir imkanı haline getirilmelidir. İnsan fıtratına zulmeden uygulamalarla mücadelenin bir aracı olarak görülen avukatlık mesleğini seçenler, sistemli zulüm karşısında ne hukuki, ne bilgi edinimi ve ne de ekonomik olarak bireysel bir karşı koyuş içinde olamayacaklarını, aynı anlayıştaki insanlarla ilke ve hareket birliği içinde bulunma gerekliliğini işin başında kavrayabilmelidirler.
Hak mücadelesini ilkeli ve tutarlı bir tarzda yürüten avukatlar ancak bu suretle ideallerini gerçekleştirebilecekleri zeminler ve imkanlar bulabilecekler, düzenin karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmeyeceklerdir. Bu nedenle devletin kuşatmasına karşı avukatlar sahih bir bilinç ve tutarlı bir dayanışmanın imkanlarına yönelmeli ve ayrıca desteklenmeliler, imkanlar hazırlanmalı, mesleği icra ederken tüm bilgi ve enerjileri, kendi inançları doğrultusunda mücadele ederken yargı kuşatmasına uğrayan veya zulme maruz kalan insanlara hukuki yardıma yöneltilmelidir.
İslami düşünceye sahip avukatlar, gerektiğinde her türlü zorluğa katlanarak inancına sahip çıkacağı gerçeğini Sivas Olayları Davasındaki örnekliği ile göstermiştir. Yüzelli civarında avukat, günlerce Ankara DGM'de sanık müdafii olarak duruşmalara katılmıştır. Duruşmalardaki hukuki performansları da gerçekten övgüye layıktır (Dava neticesindeki karar, savunmaların eksikliğinden kaynaklanan bir karar değildir).
İkinci olarak üniversiteye girecek gençler kabiliyetleri oranında uyarılıp hukukçu olmanın imkanları ve zulme karşı mücadelede getireceği avantajlar konusunda bilgilendirilmeli ve hukuk fakültelerine girmelerine ön ayak olunmalıdır.
TC sistemi açıkça İslami gelişmeyi öncelikli tehdit olarak kabul edip İslami değerlere karşı savaş açtığını ilan etmiştir. Her ne kadar bu düşmanlığın açık adresi "irtica" ithamıyla perdelense de, artık irtica ile neyi hedef aldıklarını da gizleme gereği duymamaktadırlar. Onlar açısından İslam İslam'dır; laiklik ve Atatürkçülük için bir tehdittir. İslam'ın ılımlısı, aşırısı veya radikali olmaz. Hepsi aynı nehir yatağına akıp aynı noktada birleşmektedirler.
Milyonlarca insanın inançlarının tehdit olarak kabul edildiği gerçeği karşısında, inancının gereğini yerine getiren herkesin zulme maruz kalacağını söylemek abartı olmasa gerektir. Bu itibarla sayısal olarak mutlaka kısa vadede önemli mesafeler katedilmesi gerekir.
Üçüncü olarak hukuki kaynakların çokluğu ve karmaşıklığı nedeniyle problemlere müdahale zorlaşmaktadır. Bunun için ekip çalışması gerekmektedir. Bu düzey yakalandığında belli alanlarda yeteri sayıda avukat nazari ve pratik bilgilerini geliştirip derinleşecekleri bir uzmanlaşmaya gitmelidir. İç hukukta netice alınamayan vakıalarla ilgili, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler incelenmeli ve bu yolda netice almaya gidilmelidir. Türkiye'nin taraf olduğu ve altına imza koyduğu sözleşmelere aykırı hareket ettiğinden dolayı sayısız mahkumiyet kararları vardır.
İçinde bulunduğumuz, 28 Şubat sonrasındaki bu darbe sürecinde zulmün daha da yaygınlaştırılacağı ve şiddetini artıracağı bir gerçekliktir. Bu itibarla gerek sayısal olarak ve gerekse teorik bilgi ve pratik açıdan hazırlıklı bulunulmalıdır. Yaşananlar karşısında duyarsız kalınmamalı, mutlaka bir biçimde hukuki yardıma koşulmalıdır. Ancak bu şekilde sorumluluklarımızı kısmen de olsa yerine getirmiş oluruz.