Düzen Gerçeği ve Müslümanlar

Rıdvan Kaya

Haziran ayında İzmir'de İslami Hareket örgütüne üye olduğu iddiasıyla tutuklanan Sevgi Engin'in cezaevinden gönderdiği mektup İslami kamuoyunda geniş yankılar uyandıran bir tartışmaya yol açtı. Konuya İslami bir sorumlulukla yaklaşan Vakit gazetesinin ve özellikle de Yılmaz Yalçıner'in ısrarlı yayınları ile geniş bir etki uyandıran bu tartışma, aslında çok yeni, çok şaşırtıcı hususlar içeriyor sayılmazdı. Mamafih bilinen, en azından bilindiği varsayılan bazı gerçeklerin altının bir kez daha ve bu kez gayet kalınca çizilmesi açısından bu mektup ve beraberinde gelen tartışma son derece açıklayıcı olmuştur.

İşkencecilik Bu Düzenin Temel Karakteridir!

Her şeyden önce "Sevgi Engin olayı" şu hususu bir kez daha ortaya koymuştur ki, bu düzen işkencecidir! İşkencecilik düzenin temel vasıflarından biri haline gelmiştir. Türkiye'de işkence üç beş polis memurunun sadistliği ile ilgili bir olay veya yetkili zevatın çok mecbur kaldıkları zaman alışkanlık haline getirdikleri açıklamalarında ifade edildiği gibi "münferit bazı hadiseler"den ibaret bir konu değildir. Türkiye'de işkence bir olgu, sistematik bir mekanizmadır. Ve yasal düzenlemelerle korunmakta ve kollanmaktadır.

Türkiye'de işkence adeta yasal bir çerçeveye oturtulmuştur. Bir kere, siyasi suçlar -düzen siyasi suç kavramını terör suçu yaftasıyla örtmek, gizlemek arzusundadır- ile ilgili olarak uygulanan on beş günlük gözaltı süresi pratikte "on beş gün işkence yapabilme" fırsatı olarak işlemektedir ki, bu durum savcısından hakimine, politikacısından sokaktaki vatandaşa kadar herkesin malumudur. Bu on beş günlük süre "zanlı"nın -devletin gözünde suçlunun- gerek vücuduna, gerekse de onuruna, kimliğine, şahsiyetine yönelik her türlü saldırıya karşı hiç bir güvenceye sahip bulunmadığı, bir anlamda "insan"ın devlet karşısında "çırılçıplak" -sadece mecazi anlamıyla değil- kaldığı bir süredir. Söz konusu bu süre o kadar uzundur ki, çoğu zaman bu sürenin bir kısmı doktor önüne çıkartılmasından önce "suçlu"nun tedavisine bile ayrılabilmektedir. Buna rağmen yine de on beş günün yetmediği durumlar da basit bir formalite ile süre bir o kadar daha uzatılabilmektedir. Bu arada bazı "beceriksiz" elemanların hırslarını alamamak veya sarhoşluk gibi kimi nedenlerle bir kazaya yol açmaları durumunda ise, -Cengiz Sarıkaya örneğinde olduğu gibi- uygun bir senaryo ile vaziyetin kitabına uydurulması pek zor olmaz.

Türkiye'de işkence yapmak serbest, işkenceyi şikayet ise suçtur. Devletin resmi kurumlan olan adli tıptan alınan raporlarla kanıtlanan işkence iddiaları karşısında hiç bir işlem yapılmadığı gibi, siyasi suçluların yargılanması aşamasında işkence uygulamasının adeta sorgu prosedürünün bir parçası olarak kabul edildiği de görülmektedir.

Türkiye'de işkencenin ve işkencecilerin yasal düzenlemelerle korunmakta olduğu iddiası abartılı bir iddia olarak algılanmamalıdır. Bu konuda çarpıcı bir örnek Hak Söz dergisine verilen ceza olayında görülebilmektedir. Nisan 1993 tarihinde dergide Av. Hüsnü Yazgan'la yapılan bir röportajda, Hüsnü Yazgan'ın siyasi şubede asılsız suçlamalarla günlerce işkence gördüğünü ve bu işkence faslına kamuoyunun yakında tanıdığı bir takım şahısların da fiilen iştirak etiklerini açıklaması üzerine "terörle mücadelede yer alan görevlileri teşhir ettiği" suçlamasıyla dergi aleyhine dava açılmış ve yargılama sonucunda dergiye ceza verilmiştir.

Şimdi burada durup düşünmek gerekir: Bir dergide yayınlanan röportajda bir insan işkence gördüğünü ve kendisine işkence yapanlar arasında bazı resmi şahısların da bulunduğunu ileri sürüyor. Normal bir hukuk devletinde bu iddiaların doğruluğunun araştırılması gerekir. Peki, bu iddialar karşısında TC adalet mekanizması ne yapıyor? İddiaları gündeme getiren yayın organını cezalandırıyor. Bu tavır açıkça "işkence serbest, eleştirmek suçtur" anlamına gelmektedir. Üstelik devlet bu tavrı o kadar pişkin bir tarzda sergilemektedir ki, örneğin Hak Söz'ün cezalandırılma gerekçesinde, devlet görevlilerine asılsız ithamlarda bulunmak, iftira atmak vb. bir gerekçe ileri sürülmüyor. Devlet "sen nasıl olur da benim memurlarımı yapmadıkları/yapamayacakları bir fiille itham edersin, söz konusu iddialar asılsızdır, iftiradır" demiyor. "Nasıl olur da, sen işkence yapanları teşhir edersin?" diye suçluyor. Sadece bu yaklaşım bile açıkça işkenceyi onaylamak, işkencecileri korumak demektir.

Türkiye'de işkence olgusu o kadar sıradanlaşmıştır ki, ne yazık ki toplum da artık işkence olaylarını kanıksamış görünmektedir. İlginçtir, müslümanlar arasında bile bu kanıksamanın izlerini görmek mümkündür. Buna en yakın örneği yine Sevgi Engin olayından verebiliriz. Şöyle ki, Sevgi Engin'in mektubu müslümanlar arasında derin bir infiale yol açmakla beraber, konunun özellikle Sevgi Engin'in bir bayan oluşu ile sınırlanarak değerlendirildiği gözden kaçmamaktadır. Sevgi Engin'in bir bayan olarak uğradığı zulmün müslümanlar arasında artı bir tepkiye, artı bir infiale neden olması gayet tabii ve anlaşılabilir bir durum olmakla beraber, olayı sadece "bir bacıya nasıl işkence yaparlar, bir bacının iffetine nasıl saldırırlar" boyutu ile sınırlamak gayrı tabii ve eksik bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım sanki zımnen erkeklerin işkence görmelerinin normal olduğu gibi bir izlenime kapı açmaktadır. Hatırlanacak olursa, Sevgi Engin mektubunda işkence gören müslümanların feryat ve tekbir seslerinin işkencehaneyi çınlattığını ifade etmektedir. Maalesef, mektupta ifade edilen bu husus pek dikkat çekmemiş, üzerinde durulmayı hak edecek önemde görülmemiştir.

Türkiye'de on yıllardır işkenceyi gündeme getirmek, işkenceden söz etmek solculukla özdeş kabul edilmiş, bu konu genelde sol propaganda çerçevesinde algılanmıştır. Müslümanlar arasında bu konuya duyarlılık yeni yeni gelişmektedir. Bu duyarlılığın gelişiminde, gerek son yıllarda çeşitli suçlamalarla göz altına alınan müslümanların maruz kaldıkları işkence olaylarının belirgin biçimde artması, gerekse de -kısmen bu duyarlılığın bir sonucu olarak ortaya çıkan- Mazlum-Der'in bu konuya yönelik olarak yürüttüğü çabalar etkili olmuştur. Bununla beraber, konuyu temelde sol söylemle ilişkili görme geleneğinin etkisinden tümüyle kurtulunmuş olduğunu söylemek pek kolay değildir. Geniş İslami kamuoyu Türkiye'de işkence gerçeği karşısında epeyce ilgisiz ve düzeni tanıma açısından da oldukça yetersiz bir konumdadır.

Hatta düzene ilişkin daha net bir tavrı benimsemiş müslümanlar arasında bile bu konuya ilişkin olarak birtakım yanlış ve eksik değerlendirmeler mevcuttur. Örneğin solcu kızlara her türlü işkencenin yapılmakta olduğu, hatta bir çok bayana alçakça tecavüz edildiğinin bilinmesine rağmen -rahmetli Abdulhamit Turgut'un savunması sırasında, gözaltında şahit olduğu solcu bir bayana tecavüz olayını gündeme getirdiği hatırlanacaktır- müslümanlar arasında mevcut bulunan Müslüman bacıya işkence yapılamayacağı, iffetlerine, namuslarına saldırılarda bulunulamayacağı ön kabulü temelde düzeni yeterince tanıyamamış olmaktan kaynaklanan bir zandır. Sevgi Engin olayı ile bu zannın temelsizliği açıkça ortaya çıkmıştır. Düzenin kendisine yönelik bir tehlike hissettiği anda "kendisine yakışır biçimde" elinden geleni ardına koymayacağı ve alabildiğine vahşileşebileceği gözler önüne serilmiştir. Sevgi Engin olayı, geniş bir kitle açısından düzeni ve düzenin bağlılarını daha iyi, daha etraflıca tanıma noktasında oldukça öğretici ve aydınlatıcı olmuştur.

Sağcılık İflah Olmaz Bir İllettir!

Müslüman bir hanımın maruz kaldığı haksızlık ve zulüm son derece üzücü ve yaralayıcı olmakla birlikte, bu olay vesilesiyle kimi gerçeklerin daha net anlaşılması sebebiyle, insan "şüphesiz bunda da bir hayır varmış" demekten kendini alamıyor. Bu olay vesilesiyle bir kere daha görülmüştür ki, "sağcılık" illetinin musallat olduğu, bu illetin tümüyle koparılıp atılmadığı bünyeler müslümanlara karşı laik düzeni bile gölgede bırakacak şekilde en acımasız, en zalim tutumlar içine girebilmektedir. Sevgi Engin olayı ile ilgili olarak müslümanlar açısından en çok dikkat çekici ve tabii ki en fazla zarar veren husus Zaman gazetesinin yaklaşımı olmuştur. Konuya polis bültenini bile aratacak şekilde bir önyargı ve adaletsizlikle yaklaşan Zaman'ın, başta Sevgi Engin olmak üzere tutuklu müslümanlarla ilgili yayınları tek kelimeyle iğrençtir. Kendini savunamayacak durumda olan müslümanlara karşı ne İslami, ne insani hiç bir ilke gözetilmemiş, niteliği itibariyle düzenin saldırılarından çok daha şiddetli ve çok daha ağır saldırılarda bulunulmuştur. Üstelik davranışlarının gayr-i İslamiliği açık bir şekilde ortaya konuldukları sonra da, Zaman gazetesi ve yazarları yanlıştan dönme olgunluğunu göstermeyerek, tevbe etme ve müslümanlardan özür dileme yerine ya anlamsız bir suskunlukla ya da birtakım tevillerle konuyu geçiştirmeye çalışmışlardır. Halbuki bilinen bir kuraldır: Zırva tevil götürmez. Üstelik bu "Zaman çevresi"nden sadır olan ilk zırva da değildir.

"Zaman çevresi"nde yaygın olarak görülen ve kökü çok derinlere uzanan "provokasyon mantığı" paranoya sınırlarını zorlar bir hale gelmiştir. Bu çevrenin adeta iliklerine kadar işlemiş olan bu mantık bundan önce de birçok olayda Müslümanlara suçlama, hakaret, iftira şeklinde tebarüz etmiştir. Başörtüsü zulmüne tepki gösteren müslümanları "çarşafın altından bıyıklılar çıktı" yalanı ile şüpheli konuma düşürmeye çalışmanın; Bosna'da yapılan katliamı protesto için Taksim'de yürüyen müslümanlara "ayyaş suratlılar" diye hakaret etmenin; Mısır'da İslami Cihad'ın eylemlerini "Mossad fundamentalist ajanlar besliyor" iftirası ile karalamaya çalışmanın ardında hep aynı provokasyon mantığı yatmaktadır. Örnek çok, mantık tektir. Zaman'ın kurumlaşmış provokasyon edebiyatı ne akıl, ne izan tanımamakta ve müslümanlara yönelik her türlü bayalığa, hakarete, iftiraya kapı açabilmektedir.

Ne tesadüftür ki, "Zaman çevresi"nin en çok tepki çeken çıkışlarının, müslümanlar açısından en kritik, en gergin dönemlerde gerçekleştiği görülüyor. Örneğin, başörtüsü mücadelesinin en hızlı bir biçimde yükseldiği bir sırada "çarşafın altından bıyıklılar çıktı" maskaralığı ile ortalık bulandırılıyor. Yine, ABD'nin Körfez'e saldırısının en vahşi biçimde sürdüğü ve Irak halkının imhasına yöneldiği bir dönemde müslümanların kin ve nefreti emperyalistler ve işbirlikçileri üzerinde yoğunlaşmışken, aniden birileri çıkıp Irak bombası yüzünden Tel Aviv'de ölen çocuklara ağıtlar yakıyor.

Bu örneklerden yola çıkarak "Zaman çevresi"nin kimi malum odaklarca organize edildiği ya da yönlendirildiği iddialarını ileri sürecek değiliz. Böyle bir yaklaşım "Zaman çevresi" ile aynı mantığı paylaşmak ve aynı provokasyon batağına düşmek olur. Fakat, "Zaman çevresi"nin sahip olduğu anlayış ve tutumun pratiğe nasıl yansıdığının, kime ve neye hizmet ettiğinin üzerinde iyi düşünülmesi açısından bu örnekler dikkat çekicidir.

Zaman ve benzerlerinin içine düştükleri olumsuz durum en temelde sahip oldukları ölçüsüzlüklerden kaynaklanmaktadır. İslam anlayışındaki ölçüsüzlüklerinin bir yansıması olarak bu çevrelerin düzenle, devletle ilişkilerinin çarpık bir zemine oturması, her alanda bir dizi yanlışı beraberinde getirmektedir. Sağcı-muhafazakar tutum düzenle, düzenin uzantılarıyla İslami temelde sağlıklı bir ilişkiye imkan tanımamıştır, tanımaz da. Ve sonuçta ortaya çıkacak olan da, Sevgi Engin konusunda olduğu gibi İslam'ı savunmak adına müslümanlara zulümdür.

Bu arada, Zaman'da yazan bazı kalemlerin bu konuda takındıkları suskun tavır da merak uyandırıcıdır.

Bir diğer dikkat çeken gelişme de Ali Bulaç'ın tavrı olmuştur. Ali Bulaç Sevgi Engin tartışmasının en hararetli olduğu bir sırada Zaman gazetesine transfer edilmiştir. Doğrusu Sayın Ali Bulaç'ın zamanlaması müthiştir! Muhtemelen Zaman'da yazmaya başlaması bu tartışmadan çok önce alınmış bir karardır. Ama Zaman'ın bu son densizliği karşısında sessiz kalmayıp, ilkeli bir tutumla Zaman'ın teklifini reddetmesi imkansız mıydı? En azından bir müddet geçmesini bekleyemez miydi? Kaldı ki, "Türkiye kamuoyu" Sayın Ali Bulaç'ı siyasi-sosyal olaylar karşısında tepki veren bir kişi olarak tanır! Örneğin Sivas olayları vb. kimi konularda birtakım laik, demokrat ve solcu aydınlarla bir araya gelip bildiriler, protestolar gerçekleştirdiğini hatırlamaktayız. Sayın Ali Bulaç doğru zamanda doğru yerde olmayı bir türlü beceremiyor. Ne diyelim, Sayın Ali Bulaç'a yeni adresinde başarılar dileriz. Zaten çeşitli sivil toplumcu yayın organları ve cinsi sapık. Aktüel sayfaları arasında sergilediği çok değerli fikirlerini, devletçi Zaman'dan esirgemesi pek yakışık almazdı. Nasılsa, cümle cemaatle beraber "aynı gemi" paylaşılmakta değil mi, zaten?

Sevgi Engin olayı oldukça üzücü ama aynı oranda da düşündürücü ve öğretici olmuştur. Müslüman kamuoyunun bu olay karşısında duyduğu öfke ve infial hali olumlu ve sevindirici bir gelişmedir. En azından, İslami ölçülerin bulanıklaştırılmaya çalışıldığı, orta yolculuğun, etkili çevrelerle ters düşmeme, iyi geçinme anlayışının yaygınlaştırılmasına gayret edildiği günümüz ortamında İslami duyarlılık ve kardeşlik hukukunun hala diri ve dinamik tutulduğunun bir göstergesi olmuştur. Bununla birlikte bu olay karşısında duyulan tepkiler gelip geçici, anlık tepkiler olmaktan çıkıp düzen gerçeğini daha iyi, daha kuşatıcı tarzda tanımaya hizmet ederse, ancak o zaman anlam kazanır. Bizlere, düzen ve işbirlikçileri gerçeğini daha iyi tanıtma yolunda çok değerli bir ders veren Sevgi Bacı'ya ne kadar teşekkür etsek azdır.