Günbegün ifsada daha çok boğulan ve her gün yeni bir ifsad çeşidi ile uğraşmaya mahkûm bulunan bir dünyada ve toplumda yaşamaktayız. Emek ve alın teriyle hayatiyet bulan insanlardan entellektüel kesime; muvahhid insanlardan müşriklere değin her kesim bu durumun farkında. İfsad herkesin ve her kesimin başını ağrıtacak boyutlara vardığı için uyarıcı olma özelliği böylesine geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Öyle ki, ifsadı bir yaşam tarzı olarak benimseyen egemenler bile var olan durumdan ürkmeye başlamış olmalılar ki, panzehir olması için geleneksel/mistik tutumların yaygınlaşmasına adeta çanak tutmaktadırlar. Durum tam da, "Kötülük yönündeki öyle bir ayartı (fitne) ya karşı uyanık ve duyarlı olun ki o, ötekileri dışta tutarak yalnızca hakkı inkâra kalkışanlara musallat olmaz ve bilin ki Allah, azabı çok şiddetli olandır" (Enfal, 8/25) ilahi buyruğuna tekabül etmektedir.
Şüphesiz bu vakıa da, başka durumlarda olduğu gibi birçok sebebe bağlı olarak gerçeklik kazandı. Bu sebepler dizisinin her toplumda az çok farklı bir tarihsel seyir izlemiş olması doğaldır. Bir başka doğal durum da, her kesimin olayı farklı sebeplere dayandırarak açıklamalarıdır. Bütün bu farklılıklara karşılık hem tek tek insanların büyük çoğunluğu, hem de farklı kimlikleri ifade eden kesimlerin belki tamamı bu durumdan en çok etkilenen kurumlardan birisinin aile kurumu olduğunun altını çizmektedirler. Toplumun küçük bir timsali olan aileye yansıyan sorunlar yumağından bizim de payımıza elbet bir şeyler düşmüş olacaktır. Nitekim çoğumuz bu türden sorunları belirli boyutlarda yaşamış olduğumuzu çeşitli vesilelerle ifadelendirmekteyiz.
Aile içi ilişkileri büyük ölçüde
i- Eşler arası etkileşim
ii- Eşler ile çocuklar arası etkileşim
iii- Çocuklar arası etkileşim
ana başlıkları etrafında değerlendirebiliriz.
Bütün bu etkileşim yumağının toplumun kurumsal kimliği ile bağıntısını da dikkate aldığımızda oldukça karmaşık/çok boyutlu bir ilişki örgüsü ile yüzyüze gelmiş oluruz. Olayın psikolojik boyutu ise ayrı bir alan oluşturmaktadır. Biz bu yazımızda, bireysel bir kimlik edinme ve bunu toplu bir şahitliğe dönüştürme azmi gösteren insanlar olarak, ebeveynlerimiz (ana-babalarımız) ile olan ilişkilerimizi değerlendireceğiz.
Belirtmek gerekir ki, aile kurumu bütün toplumlarda var olan en önemli sosyal kurumdur. Bütün yapısal farklılıklarına karşın her toplumda mutlaka aile kurumu vardır. Ancak, her kavramı ve kurumu kendine göre dönüştüren modernizm aile kurumunun tanımını da, fonksiyonlarını da kendine göre dönüştürmüştür. Mesela, aile denildiği zaman hepimizin aklına, genellikle aynı evde oturan anne, baba ve evlenmemiş çocuklar gelir. Bu 'çekirdek aile' modeli adeta başka türlüsü mümkün olmayan "evrensel" ve "olması gereken" bir aile modeli olarak zihinlere inşa edilmiştir. Oysa her sosyal kurum, toplumun kimliğine referans/kaynak olan dinî anlayışa ve sosyal realiteye göre şekillenmektedir. Bu sosyal gerçekliği yok sayan veya bu gerçekliğe aykırı olarak varlık bulan her türlü aile modelini 'geri bir toplumsal örgütlenme'nin ürünü kabul eden zihinsel sapma, modernist yaklaşımlardan beslenmektedir.
Bütün kurumsal modeller, üyelerinin sosyal statülerini ve sosyal rollerini kendisi belirlemektedir. Binaenaleyh, çekirdek aile üyesi olan bireyin statü ve rolleri ile diğer aile türlerinin üyelerinin statü ve rolleri doğaldır ki, biribirinden farklı olacaktır. Bu rol farklılaşmaları aile üyelerinin kendi aralarındaki ilişkilerini de, aile dışında yer aldıkları kurumlarla olan ilişkilerini de önemli ölçüde yönlendirir. Konuyu basit bir karşılaştırma yaparak daha belirginleştirebiliriz: Bilindiği gibi modern olma süreci öncesinde yaşadığımız toplumda, geniş bir akrabalık ilişkisi içerisinde şekillenen çok üyeli aile tipi yaygındı. Yaşları otuzun üzerinde olan insanların bir kısmı bu aile tipinin son dönemlerini az çok görmüşlerdir, Bu ailede birden fazla evli kuşak aynı evi paylaşarak yaşıyorlardı. Her aile geniş bir akraba grubu ile çevrili olarak tarihsel bir kültürü yeni kuşaklara aktarma rolünü de üstlenirdi. Yani, akrabalarla çevrili geniş aile meşruiyetini geleneksel yaşam tarzından alırdı. Geleneksel yaşam tarzını ise, aile içi ilişkileri en uzun süre yaşamış olan ailenin yaşlı üyeleri, en iyi örneklendirdikleri için yaşlılar ailede merkezi bir statüye sahiptiler. Bu nedene bağlı olarak aile ilişkilerinde inisiyatif kullanma önceliği ailenin yaşlı üyelerinde olurdu. Yetki kullanma işi bazen de akrabalara riyaset eden kişiye göre şekillenirdi. Modern ailede ise durum oldukça farklı, hatla bu durumla büyük ölçüde çelişik bir nitelik gösterir.
Geleneksel ailenin aksine çekirdek ailede meşruiyetin kaynağı geleneksel yaşam tarzı değil, modern yaşama uyumlu olmaktır. Modern yaşamın atomist karakterine uygun olarak geniş aile yerine eşler ve/veya evlenmemiş az çocuktan oluşan bir aile ortaya çıkmaktadır. Evlenen herkes yeni bir çekirdek aile oluşturacağından yaşlı üyelerden oluşan önceki kuşak başka bir çekirdek aile olarak kendi haline terk edilmektedir. İnisiyatif kullanmanın ve güçlü olmanın ekonomik olarak üretmek ve tüketmekle orantılı olduğu modem hayatta genç kuşak ve orta yaş kuşağı ailede merkezi bir statü elde etmektedir. Genç kuşağın bu merkezi rolü edinmesinin temelinde ne geleneksel-kültürü en iyi eylemleştirmesi, ne de akrabalık ilişki örgüsünden devraldığı bir hak yoktur. Onun gücü, aile ilişkilerini de büyük ölçüde çepere alan 'iş hayatındaki üretkenliğimden ve' üretkenliğine orantılı 'tüketim düzeyi'nden kaynaklanır. Çocuklar ve özellikle de yaşlıların statüleri ise edilgen bir mahiyet arzetmektedir.
Bu sınırlı karşılaştırma bile yaşanılan toplumsal sürecin aile yapısını nasıl dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır. Dönüşen aile yapısı ile birlikte aile üyelerinin rolleri de önceki aile modeline göre farklılaşmak zorundadır. Bugün hemen herkesin aile üyesi olarak yaşadığı sorunlarda bu değişimin rolü vardır. Müslüman insanın durumu ise iki kere zordur. Bir kere, muvahhid insan ya geleneksel kültürün taşıyıcısı olan ailenin sınırlayıcılığı ile mücadele etmek zorundadır; ya da modern tüketim kültürünün zemini olan çekirdek ailenin ifsad edici/dünyevileştirici kimliği ile mücadele edecektir. Bizim yaşadığımız toplumda her iki aile modeli tam ayrışmadığı için biraz daha çetrefilli bir durumla yüzyüze olduğumuz söylenebilir. Hem geleneğin, hem de modernizmin kıyasıya çatıştığı, üstelik hem tarafın, hem de karşı tarafın aynı insanlardan oluştuğu bir ortamda, var olandan farklı bir kimliği üreterek yeni bir kimlik edinmek sorumluluğu hepimizi beklemektedir.
Mü'min insan, var olandan farklı bir kimliği ancak Kur'ani bir temele göre şekillendirebilir. Bu temel değerleri amelleştirirken yaşanan tarihsel mirastan da yararlanmak bize açılım sağlama imkânı verebilir. Hayatın her alanını ifsada göre şekillendiren bir sistemin çeperine mahkûm edilmek istenen insanlar olarak bir de ailevî sorunların handikapını yaşamamalıyız. Bu nedenle ebeveyn ile evlatlar arasındaki ilişkilerin Kur'ani ölçülerini tesbit ederek sorunun bir boyutuna açıklık getirebiliriz.
Konuyu iki başlıkta incelemek mümkün.
i- Evladın ebeveyn (ana-baba) için anlamı ne olmalıdır ve ebeveynin evlada karşı sorumlulukları nelerdir?
ii- Ebeveyne karşı evladın sorumlulukları nelerdir ve tutumu nasıl olmalıdır?
Evladın ebeveyn için anlamı ve ebeveynin evlada karşı sorumluluklarına değinerek sonra da evladın sorumlulukları üzerinde duracağız.
Enfal Suresi'nin 28. ayeti çok temel bir vurguyu dile getiriyor; "Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınav ve bir ayartmadır (fitne) ve (yine bilin ki), Allah'tır katında en büyük ecir bulunan" (Enfal, 8/28).
Görüldüğü gibi ayette, dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil ile kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazen İnsanı haddi aşmaya ve dolayısıyla Allah'ın mesajında öngörülen ahlakî ve manevî değerlere ihanete sevk edebildiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor. Bu ayetle yapılan vurgu. (Enfal, 8/25. ayette belirtileni "kötülükten yana öyle bir ayartmaya karşı uyanık ve duyarlı olun ki, ... yalnızca hakkı inkâra kalkışanlara musallat olmaz" uyarması ise bağlantılı bir hatırlatmadır1. Şöyle de denilebilir; Evlatlar ebeveyn için dünyevileşmenin bir unsuru olarak görülmemelidir. Mal ve evlat vurgusu dünyevî güç edinerek mustağnileşmeye araç edildiği için çok kere Kur'an'da uyarı konusu edilmiştir2. Tevbe edip salih amel işleyen ebeveynden beklenen; "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soylarımızdan kendileriyle iftihar edebileceğimiz kimseler bağışla. Bizi muttakilere önder yap derler" (Furkan, 25/74) övgüsüne uygun tavırlar takınmaktır.
Elbet bu tutum yalnızca ana-babaya özgü değildir. Aynı şey evlatlar için de geçerlidir. Bu durumu Kur'an en açık bir dille şöyle ifade eder: "De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, size göre Allah'tan, rasülünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, Allah iradesini açığa vuruncaya kadar bekleyin. Allah fâsıkları doğru yola iletmez" (Tevbe, 9/24).
Muhammed Esed, bu ayette geçen "hatta ye'tiyellahu biemrihi" ifadesine iki şekilde meal vermektedir. Önce, "Allah iradesini açığa vuruncaya kadar" mealini verip, ardından şöyle demektedir: "Yahut 'buyruğunun yerine gelmesini sağlayıncaya kadar". Bu ifade, Hesap Günü'nü ya da -daha muhtemeldir ki- kısır çıkar kaygılarını ahlakî değerlerin üstünde tutan toplumların kaçınılmaz yozlaşmalarını, çöküşlerini işaret ediyor olabilir. Bir başka boyutuyla da bu ayet, soy ve kan bağına, ırk asabiyetine, ırk düşkünlüğüne toplumsal davranışları belirleyen temel öğe olarak bakan görüş ve eğilimleri reddetmekte ve bir mü'minin -bireysel ve toplumsal- hayatını üzerinde yükselteceği tek sağlam ve meşru temel olarak dünya görüşünü, hayat görüşünü (Allah ve rasulüne bağlılık ve Allah yolunda cihad/üstün çaba göstermek" olarak) öne çıkarmaktadır"3. İşte bu ölçü bütün sahalarda olduğu gibi ebeveyn-evlat ilişkilerini de belirleyen bir tercih olmalıdır.
"Siz ey iman edenler! Hakkın inkârı eğer gönüllerinde imandan daha çok yer tutuyorsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost ve yakın (velâ) bilmeyiniz. Çünkü içinizden kimler ki, onlarla dostluk kurarsa, işte onlardır kötülüğü seçen ve işleyen kimseler" (Tevbe, 9/231. Ayetteki "velayet" (bağlılık/dostluk) tezi buradaki anlam akışı içinde, başkalarıyla diğer mü'minlere karşı kurulan dostluklar, ittifaklar anlamındadır (3/28'de olduğu gibi). Söz konusu terimin burada normal insan ilişkileri içinde yer alan "dostluk/arkadaşlık" anlamında kullanılmadığı, kişinin anne-babasına ve akrabalarına karşı iyi ve rahm edici davranmasını öğütleyen pek çok ayetin varlığı ile sabittir. Bu hususu, müslümanlar cemaatine düşmanca davranmayan gayri müslimlerle dostça ilişkiler kurmanın caiz ve hatta istenir bir durum olduğunu mü'minlere hatırlatan 60. sûrenin 8. ve 9. ayetleri daha açık bir biçimde ortaya koymaktadır4. Zaten mü'minlere, sapmış olan atalarının yolunda gitmek yaraşmaz5. Çünkü Kur'an, münafık ve kafirlere itaat etmememizi emretmektedir6. Nisa Suresi'nin 135. ayetinde rabbimiz bunu çok net bir ifade ile bizlere bildiriyor: "Siz ey iman edenler! Sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. O kişi zengin de olsa, fakir de olsa, Allah'ın hakkı onların her birinin (hakkının) önüne geçer. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayınız ki. adaletten uzaklaşmayasınız. Çünkü eğer (hakikati) çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır".
Ayette, adaletli olmanın önünde bir mani olarak ebeveynimizin zengin veya yoksul olmalarından kaynaklanan duygusallaşma eğilimine dikkat çekilmektedir. Yani, zenginlik veya fakirlik gibi nedenler bizi onların lehine veya aleyhine sonuçlanacak bir önyargıya sürüklememelidir. Onları hangi alanlarda kayırmamız gerektiğini bizlere zaten Kur'an bildirmektedir. Belirlenen ölçünün dışında yeni bir ölçü belirlemeye yeltenmek ise, mü'minlere yaraşmaz.
Şimdi de ebeveyne karşı sorumluluklarımızı bize hatırlatan Kur'ani ilkelere değinelim.
"Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik7. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu; annesinin onu taşıması, onun anneye bağımlılığı otuz ayı buldu. Nihayet tam olgunluğa erişip kırk yaşına vardığında o, 'Ey Rabbim!' diye yakarır. Bana ve ana-babama lütfettiğin nimetler için ebediyyen şükretmemi ve salih ameller işlememi nasip et. Soyumu da salih kimseler kıl. Doğrusu ben, sana yöneldim ve ben müslümanlardanım' dedi" (Ahkâf, 46/15).
Bu ayet, ana-babaya karşı sorumluluğumuzun menşeini belirtmektedir, İsra Suresi'nin 23. ve 24. ayetleri ise bu saygının nasıl olması gerektiğini belirginleştirmektedir:
"Çünkü Rabbin, başkasına değil, yalnızca O'na kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı buyurmuştur. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında kocarsa, onlara sakın "öf!" demeyesin; onları azarlamayasın; onlara saygılı, yüceltici sözler söyleyesin. Ve onlar için merhametle tevazu/alçak gönüllülük kanadını indiresin. Ve "Ey Rabbim" diyesin, "Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, sen de onlara merhamet eyle" (17/23-24).
Bu saygılı ve merhametli tavırların sınırları beşeri münasebetlerimiz ile ilgilidir.
"Biz insana, ana-babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar senin (buna rağmen) ilah olarak kabul edemeyeceğin herhangi bir şeyi8 bana ortak koşmanı isterlerse, onlara uyma/itaat etme. Hepiniz dönüp bana geleceksiniz. O zaman yapmış olduğunuz her şeyi (iyi ve kötü yönleriyle) gözlerinizin önüne sereceğim" (Ankebut, 29/8)9.
Bu vasat, ebeveyn ile olan ilişkilerimizi düzenleyen sınırı tefsire yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirmektedir. Gereksiz duyarlılıklar ya da duyarlı olunması gerekli görülen alanda duyarsız davranma vasattan ayrılmayı ifade eder. Rabbimiz ise mü'minleri iyiliği emreden, kötülükten men eden ve insanlara şahit olarak seçilmiş vasat bir ümmet olarak tanımlamaktadır.
Dipnotlar
1- Muhammed ESED, Kur'an'ın Mesajı (Meal-Tefsir), Çev: C. Koytak-A. Ertürk, işaret Yay.
2- Bkz. 87/16; 92/11; 89/20; 104/2-3; 90/5-6; 102/1,2; 9/25...
3- Muhammed ESED, a.g.e, c.l; s. 352-353
4- Muhammed ESED, a.g.e, c.l; s.352
5- Bkz. 5/104; 11/62, 109; 14/10; 31/21; 43/23...
6- Bkz. 33/48; 68/7-13...
7- Kars. 29/8 ve 31/14
8- Lafzen, "hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi". Yani bu bağlamda, "hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin Allah'ın sıfatlarına ve kudretine ortak olamayacağı şeklindeki bilginizle çelişen herhangi bir şeyi". Bkz, M. Esed, a.g.e, c.ll, s.805
9- Bkz. Lokman, 31/15