Farklı siyasi ve ideolojik çevrelerin referandum konusundaki görüşleri ve bunun nedenleri, artık toplumun önemli bir kesiminin malumu haline gelmiştir. Dolayısıyla o konuda fazla bir söze gerek bulunmamaktadır. Fakat Müslümanların kendi aralarındaki tartışmalar ve bu tartışmaları ifade etme biçimleri ise bizler için daha dikkat çekicidir. Müslümanlar meseleyi tevhid ve şirk kavramları üzerinden tartışıyorlar. Oysa bu kavramlar yerinde kullanılmadığı zaman, yan yana olması gereken insanların birbirini tekfir etmesi gibi vahim sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu tartışmada da aynı düşünce çizgisinden gelmelerine, aynı samimiyete sahip olmalarına ve birbirine çok benzer pratikler sergilemelerine rağmen, kardeşlerimizi, neredeyse birbirlerini şirk ile itham etme noktasına gelmiş görüyoruz.
Oysa bu tartışmanın iki tarafı da samimiyetsiz değildir. Hepsi de teslimiyetlerini birçok örnekle ispatlamış duyarlı ve Müslüman insanlardır.
Böyleyken niye bu noktalara geliniyor?
Bahsini ettiğim çevrelerin düşünce temellerini oluşturan unsurlar:
- Mevdudi’nin “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabı,
- Seyyid Kutub’un bu kitaptaki kavramlardan yola çıkarak yaptığı “İslam toplumu - cahiliye toplumu” tanımlamaları ve “metot” kavramına yaptığı vurgudur. (Camialar arasında metot konusunda farklar olagelmiştir.)
Bu düşünceler, ortaya çıktığı dönem için birer fikir devrimi niteliğindedir ve İslam dünyasına çok büyük katkıları dokunmuştur. Fakat Allah’a ait olan dışında hiçbir söz İslam hakkında söylenmiş son söz olamaz. Her düşünce, bir gün üzerinde yeniden düşünmeyi gerektirir. Ve kanaatimce bugün o gündür.
Kastımı daha iyi ifade edebilmek için “din” kavramını örnek vermek isterim.
Mevdudi kitabında din kavramını, dört unsurdan müteşekkil olarak ele almıştır: 1- Otorite, 2- Otorite tarafından belirlenmiş olan değerler, 3- Bu değerlerden neşet eden hayat nizamı, 4- Uyulduğunda mükâfat, uyulmadığında ceza olgusu.
Bu şekildeki ele alış, dini sadece ibadetlerden ve merasimlerden ibaret görmeye başlamış İslam dünyası için, “dinin bütün hayatı kuşattığı” mesajı veren bir fikir devrimi niteliğindeydi. Meseleyi aslına döndürüyordu. Fakat bugün birtakım soruları zorunlu kılıyor.
Kavramın üçüncü şıkkında “değerlerden neşet eden hayat nizamı” ifadesini Müslümanlar; “İslam yaş ve kuru hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak üzere bütün meseleleri ele almış ve bütün ihtiyaçlara cevap vermiştir. ‘Size nimetimi tamamladım.’ ayetiyle de son noktayı koymuştur. Artık bunun dışında kalan her şey cahiliyedir, şirktir. Bize düşen elimizin tersiyle hepsini alaşağı etmek ve sonra da sıfırdan İslam nizamını tesis etmektir.” şeklinde anlamışlardır. Bu yüzden de karşılarına çıkan bütün insani tecrübeleri cahiliye olarak nitelemişler, bunlara uymayı veya bunlardan istifade etmeye çalışmayı şirk olarak görmüşlerdir.
İbadetlerden ibaret hale gelmiş bir din algısı karşısında, “İslam bir hayat nizamıdır.” demek çok doğru ve gerekli bir sözdür. Ama “İslam bütün ihtiyaçlara cevap vermiştir, onun haricindeki her şey cahiliyedir!” dediğimizde şu sorulara cevap vermemiz gerekmektedir:
Günümüzde oligarşi, monarşi, teokrasi, diktatörlük, demokrasi gibi yönetim biçimleri var; İslam’ın idari ve siyasi sistemi nedir/nasıldır? İslam hâkim olduğunda yönetici nasıl belirlenecek, görevleri ne olacak, yetki hudutları nedir, nasıl denetlenecek vs.
Günümüzde kapitalizm, komünizm gibi ekonomik sistemler var; İslam’ın ekonomik modeli nedir/nasıldır? Nasıl bir maliye sistemi öngörmektedir, nasıl bir muhasebe sistemi öngörmektedir, malın değerinin belirlenmesini sağlayan borsa ve para transferleri için kullanılan bankalar için ne demektedir (veya bunların yerine ne önermektedir), gümrük mevzuatı nasıldır vs.
Aynı şekilde İslam nasıl bir hukuk sistemi, nasıl bir eğitim sistemi, nasıl bir sağlık sistemi, nasıl bir askerî düzen öngörmektedir?
İşte bu sorular çerçevesinde Kur’an’a yöneldiğimizde, onun meseleleri bütün teferruatlarıyla ele alan bir kitap değil; kavram, ilke ve prensipler olarak ele alan bir kitap olduğunu görürüz. Zaten bütün teferruatlarıyla ele alıyor olsaydı; 1- Ciltlere sığmazdı, 2- Evrensel olamazdı (Resulullah zamanındaki idari ve siyasi ihtiyaçlar, ekonomik ihtiyaçlar, eğitim sağlık vs. ihtiyaçlar ile günümüzdeki aynı değildir. O günkü model ve kurumlarla bugünkü ihtiyaçlara cevap verilemez.) Hâlbuki o insanlığın ihtiyaçlarını kavram, ilke ve prensip düzeyinde cevaplamak suretiyle, bütün çağların kitabı olmuştur.
Kur’an’a bu gözle baktığımızda karşılaşacağımız bir diğer unsur da bir dinin düşünce, değer ve yönlendirmeleriyle tarihin herhangi bir anında, herhangi bir toplumda uygulanmasının şeriat kavramıyla ifade edildiğidir. Daha somut konuşmak gerekirse:
- Yeryüzünde adaleti tesis etmek ‘din’dir; fakat adaleti tesis edecek idari ve siyasi sistem zamana ve coğrafyaya göre değişebilir ve ‘şeriat’tır.
- Mülkün devlet içinde devlet haline gelmemesi, infak, zekât, sadaka gibi yollarla paylaşılması, ticarette dürüst olunması ‘din’dir; fakat mülkü kontrol edecek, ticarette dürüstlüğü sağlayacak, gelir adaletini temin edecek sistem, kurum ve uygulamalar değişebilir ve ‘şeriat’tır.
- Sosyal ve siyasi ahlak ‘din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar ‘şeriat’tır...
Mevdudi ise din kavramıyla şeriat kavramını iç içe geçirmiştir. Kavramın anlamını alabildiğine genişletmiştir. Bunun sonucunda; Mevdudi’nin değerlendirmelerini o konu üzerine söylenmiş son söz olarak gören ve tartışmayan Müslümanlara hareket alanı kalmamıştır. Kavram, “günün şeriatını oluşturma” noktasında, elleri kolları bağlayıcı bir rol üstlenir hale gelmiştir.
Oysa kabahat kavramın kendisinde değil, Müslümanların her konuya kavramın bu tanımı üzerinden bakmalarındadır. İlgili ilgisiz bütün meseleler tevhid-şirk bağlamında tartışılır olmuştur. Böylece en basit meseleler bile konuşulur olmaktan çıkmakta, kamplaşmalara yol açmaktadır.
Peki, “günün şeriatı” nasıl oluşturulacaktır? Hayatın farklı alanlarıyla ilgili sistem ve modeller nasıl geliştirilecektir?
İşte bu noktada da İslam’ın, kendisi haricindeki her şeyi kötü, pis, cahiliye ve şirk olarak görüp alaşağı eden bir din değil; iyi ve güzeli onaylayıp sürdüren, eksik olanı tamamlayan ve yanlış olanı ortadan kaldıran bir din olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu ifadeler onun yeryüzünde gerçekleştireceği düşünce devrimini hafifletmek amacıyla söylenmiş sözler değildir. Aksine İslam, devrimini tam da bu şekilde gerçekleştirmiştir. Hatta onayladıklarının ortadan kaldırdıklarından daha çok olduğu da bir gerçektir.
Şu halde bugünün şeriatı da aynı yöntemle, yani; her şeyi kötü, pis, cahiliye, şirk olarak görerek değil; iyi olanı sürdürmek, eksik olanı tamamlamak, yanlış olanı değiştirmek şeklinde gerçekleştirilecektir. Rehberimiz yine Kur’an olacak, ama hayatın farklı alanlarında insanlık tarafından ortaya konmuş tecrübelere düşman kesilmeden; onları Kur’an’ın süzgecinden geçirmek suretiyle gerçekleştireceğiz. Bütün “izm”lerin, geleneklerin zulüm üreten yönlerini atacağız, hakkı onların başına vurup paramparça edeceğiz ama doğru ve yararlanılabilir yönlerinden de önyargı göstermeden yararlanacağız.
Kısacası referanduma konu olan anayasa değişikliği, dinin esasları ile değil, günün şeriatı ile ilgilidir. Bu değişiklikler, dinin adalet, hak, hukuk ilkelerine olan uygunluğu üzerinden tartışılabilir; tevhid/şirk noktasından tartışılamaz/tartışılmamalıdır. Bu maddelerin adalete hizmet edeceğini, insanların hak ve hukuklarını korumaya yardımcı olacağını, zulmü ve baskıyı azaltmaya hizmet edeceğini düşünenler desteklerler. Desteğini oya dönüştürüp dönüştürmemek kişinin bakış açısına kalmıştır. “Hayır! Adalete, hakka, hukuka hizmet etmiyor; zulüm ve baskıyı daha da artırıyor.” diyenler desteklemezler. Karşıtlıklarını oya dönüştürüp dönüştürmemeleri de onların bakış açısına kalmıştır.
Son Söz:
Şu an birbirleriyle tartışmakta olan camialar ve temsil ettikleri düşünce çizgisi, diğer İslam ekolleri ve yorumları içerisindeki en dinamik çizgidir. Bu düşünce çizgisi gerekli performansı gösteremediği zaman toplumlar muhafazakârlaşır, kapitalistleşir, küresel politikaların maşası olur. Gerekli dinamizmi yakaladığı zaman ise toplumların gidişini dengeye getirir. İçinde yaşadığımız toplum bu düşünce çizgisine, belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Ama bizler -din kavramı örneğinde olduğu gibi diğer temel kavramları da- ya çok geniş ya da çok dar anladığımız için kendimizi kalıplara hapsediyor, dinamizmden uzaklaşıyoruz. Güne dönük sözümüz her geçen gün azalıyor. Tevhid söylemimiz yaşayan hayatın içinden fışkıran bir volkan değil, kimsenin ilgisini çekmeyen kupkuru bir söylem halini alıyor.
Fakat bununla birlikte kestirip atmayı, “ilkeleri korumak” olarak niteliyoruz. Oysa ilkeleri algılayışımızda problemlerimiz bulunmaktadır. Tartışmalıyız, konuşmalıyız, değişik düşünceler gündeme geldiğinde dinlemeli ve ezberlerimizi yeniden gözden geçirmeye açık olmalıyız. Ancak, birbirimizin muvahhitliğini sorgulayarak bunu yapma şansımız yok. Bu şekilde ancak birbirimize zarar veririz.
Önümüzde ezberlerden ve ön yargılardan oluşan zor bir süreç olduğu kesin. Ancak bu süreci savrulmadan, tazelenerek çıkmayı başarabilirsek, Müslümanların toplumlarındaki etkileri bambaşka olacaktır.
Allah yar ve yardımcımız olsun.