Modernleşmeyle birlikte “din”in konumu, sosyal bilimler açısından merkezî sorunlardan birisidir. Bu süreç, “din”in sahadan ya da başka bir ifadeyle kamusal alandan ötelenmesini kapsar. Öyle ki sosyal bilimlerin varlık sahnesine çıkışı bile dinin sahneden çekilişiyle eş zamanlıdır. Hristiyanlıkla cedelleşerek mevzi kazanan “bilim”in seküler karakteri, “din”i bir kenara iterek kendine alan açmış, dinin belirleyici olduğu bir hayat tasavvurundan “insan” merkezli hayat kurgusuna süreç içerisinde geçilmiştir. Bu eksen kayması, her alanda yeni bir düşünce sistemini de beraberinde getirmiştir. Tanrı’nın merkezde olduğu hiyerarşik bir paradigmadan “insan”ın merkeze konduğu düşünce sistemine geçilmesiyle birlikte “din”, pozitivist modernleşme projesi açısından ilerlemenin önünde büyük bir engel olarak görülmüştür.
Sosyal bilimler insan ve toplumu açıklama/anlama sorumluluğunu üstlendiği doğuş evresinde, bilimin pozitivist karakterinden etkilenmişti. Bu atmosferde gelişen sosyal bilimler, toplumlar ilerledikçe “din”in ortadan kalkacağı öngörüsünde ya da temennisinde bulunuyordu. Bu durum pozitivistler açısından “yerçekimi kanunu” kadar gerçekti. Sosyal bilimlere hâkim olan pozitivist düşünce, Aydınlanma devriyle birlikte insanoğlunun tümüyle rasyonelleşerek metafizik olguların, dinî ritüellerin, halk inançlarının modern toplumda yer bulamayarak metafizik inancın insanoğlunun tarih tecrübesinde ilkel evreye ait bir tecrübe olarak kalacağını öngörüyordu. Bu süreçte Durkheim gibi sosyologlar ise dinin tamamen ortadan kalkacağını iddia etmeseler de her türlü “kutsal” anlayışı din torbası içine atıp dini sosyal bütünleşmeyi sağlayan bir araç olarak gördü. Gerek dinin ortadan kalkacağı ile ilgili ilerlemeci/pozitivist yaklaşım, gerek dini sosyal bütünleşmeyi sağlayan çimento mesabesine indiren görüşler, II. Dünya Savaşı’ndan sonra tartışılmaya başlandı. Batı, dinin etkisinin kaybolmayacağını iddia edenlerin tezleriyle de tanışmış oldu.
Sekülerleşme Tezleri Sorunlarımızı Tanımlayabilir mi?
Bu tartışmalar sosyolojide “sekülerleşme” tezleri başlığı altında işlenmektedir. Buna göre iki temel yaklaşım bulunuyor. Bunlardan birincisi klasik sekülerleşme tezleri diyebileceğimiz din olgusunun modernleşmeyle birlikte tümüyle ortadan kalkmasa da insan davranışlarını yönlendirmede etkisinin azalacağı tezidir. Bu teze karşıt olarak de-sekülerleşme ya da modern sekülerleşme teorileri adı altında pek çok görüş ortaya çıkmıştır. Buna göre din hâlâ güçlü bir şekilde insan ve toplumları etkilemektedir.
Özellikle din sosyolojisinin başat tartışmalarından olan sekülerleşmenin, pek çok konu gibi Batı modernite tarihine takılı kalan bir yanı vardır. Zira sekülerleşme tezlerinin tartışılmaya başladığı zemin, modernitenin yükselişiyle din olgusunun gerilediği bir dönemdedir. Bu tartışmanın İslam dünyasına aktarılması ise sağlıklı sonuçlar vermez. Zira modernitenin din tanımı kendi tarihî tecrübesinin izlerini taşır. Sosyolojide genellikle din “kutsal” olana inançla ilişkilendirilir. Bu açıdan bakıldığında semavi dinler ile diğerleri arasında bir fark görülmez. Büyücülük, cin çağırma, türbelere çaput bağlama da “kutsal” olanla ilişkili bir durumdur. Burada, Hindistan’da Ganj nehrinde yıkanma ritüeli ile kilise ya da camiye gidişi aynı kefeye koyan bir bakış açısı bulunmaktadır. Örneğin bazı sosyologlara göre bu gibi kutsala atıfların azalması da sekülerleşme bağlamında anlaşılmaktadır. Hatta bazı yaklaşımlara göre İslam’ın akla önem veren bakış açısının sekülerleştirmeyi hızlandırdığı bile iddia edilmiştir. Bu durumda insanlar bâtıl hurafelerden arınarak daha fazla aklı merkeze aldıklarında sekülerleşmiş mi olur? Bu ve benzeri sorular yukarıda bahsetmeye çalışılan tartışma zemininde çözülemez. Zira öncelikle “din”in tanımlanması seküler sosyologların hegemonyasından kurtarılmalıdır.
“Din”in kendi referanslarıyla tanımlandığında İslam ile diğer dinler arasındaki fark daha iyi anlaşılacaktır. Hem akla verilen önem hem de dünya-ahiret dengesindeki mükemmel uyumu hedefleyen İslam ile süreç içerisinde orijininden uzaklaşmış semavi dinler arasındaki uçurum bu tartışmaların tek başlık altında toplanmasının güvenirliğine gölge düşürür. Bu nedenle İslam dünyası söz konusu olduğunda yozlaşma, dinden uzaklaşma, gündelik hayatta İslam’ın etkisinin azalıp azalmadığı gibi konuları tartışırken “dünyevileşme” kavramını kullanmamız daha uygun görünmektedir. Dünyevileşme, dünya-ahiret dengesinin bozulup dünyaya ait arzu ve isteklerin ahiret düşüncesini gölgelemesi ya da yok etmesidir.
Sekülerleşme Dinlerin Kaderi midir?
Dünyevileşme ise ilerlemeci mantıkla değerlendirilmemelidir. Toplumların düz bir çizgi üzerinde ileriye doğru gittiğini farz eden pozitivist yaklaşım, geri döndürülemez bir süreci ima eder. Oysa Kur’an’da anlatılan kıssalar ve realite, toplumların düz bir çizgide değil de inişli çıkışlı bir yol izlediğini göstermektedir. Büyük medeniyetlerin doğması, gelişimi ve ölümüyle sonuçlanan bu gidişat da rastlantıların değil sünnetullah kavramının içinde mündemiç birtakım ilkelere riayet edilip edilmemesiyle ilgilidir. Dolayısıyla sekülerleşme savunucuları haklı olsa bile sürecin “geri alınmayacağı” hakkındaki yargıları asla doğru değildir. Medeniyetlerin yükseliş ve çöküşleri gösteriyor ki toplumların durumları med-cezir halindedir. Bu nedenleevrimci yaklaşımdan kurtularak ne “mahvolduk, bittik” ne de realiteden uzak bir polyannacılık oynamak Müslüman tavrı olmamalıdır. Tıpkı bireyin hayatında dünyevileşme ile takva arasında zaman zaman dalgalanmalar olabileceği gibi toplumsal yaşam içinde de gelgitler olabilir. Ayrıca dinî algılar bakımından da merkezî referanslardan uzaklaşma (hurafeler) ya da dinin orijinine yakınlaşma çabaları (ıslah) tarih boyunca görülmektedir. Bir başka deyişle, yolun çift yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Bir tarafta bir yöne doğru gidenler olduğu gibi aksi istikamette yol alanlar da bulunmaktadır.
Öte yandan pozitivizmin, dinin ilerleyen süreçte etkisiz eleman olacağı temennisi gerçekleşmemiş, din öyle ya da böyle her zaman insan ve toplumları etkileyen en önemli motivasyon kaynaklarından biri olmuştur. Hatta modernleşmenin en önemli sacayağı olan rasyonelleşme, ne kadar uç boyutlarda etkili olursa olsun insanların dine tutunma noktaları her zaman baki kalmıştır. Zira herkesin payına düşen “ölüm”, dinle irtibatın en sağlam bağlarından birini oluşturur. Bununla birlikte post-modern çağın zaafları ile varoluşa anlam verme arayışı, dine olan ihtiyacı içinde saklar. İnsanın hayata ve yaptıklarına anlam verme arayışı her zaman dine müracaatı sağlama potansiyelini taşımaktadır. Bu irtibatın sağlıklı kurulup kurulmaması ise başka bir tartışma konusudur.
Ayrıca “hakikat”e ulaşma idealini itibarsızlaştıran post-modern düşünme biçimlerinin, kişiye has tekil hakikatler krizini doğurduğu bir zaman diliminde fıtrata uygun olan İslam, yegâne kurtuluş ümididir. Dolayısıyla insanlığın krizi, doğru pratize edildiğinde Müslümanların lehine olabilir. Bununla birlikte, sürekli değiştiği iddia edilen akışkan gerçekler(!) sarkacın merkezden epey salınım gösterdiğini açığa çıkarsa dasarkacın aynı salınım hızıyla karşı tarafa geçeceği beklentisini de beraberinde getirmektedir. Bu nedenle kesinlik arayışının, daha radikal ve selefi akımlara zemin hazırladığı da gözlenmektedir. Önümüzdeki dönemlerde bu arayışın daha fazla etkili olma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu salınımlarda vasatı yakalamaya çalışmak ise en önemli sorumluluklarımızdan birisidir.
Türkiye Sekülerleşiyor mu?
Sekülerleşme tartışmalarının Türkiye açısından çok farklı bir yanı yoktur. Nitekim Türkiye’nin giderek sekülerleştiğini savunanlar yanında daha fazla dindarlaştığını iddia edenler de bulunmaktadır. Bu farklı bakış açılarının nedenini, bu tartışmaların objektif olmasından çok temennileri barındıran ideolojik bir yanı olmasına bağlamak mümkündür. Genellikle tez sahipleri kendi görüşlerine uyan verileri görme eğilimindedir. Örneğin, “umre ve hacca gitme” gibi veri alındığında dindarlaşma oranı yüksektir. Ya da Nüfus Müdürlüğünün 2020 isim haritası açıklamasında görüldüğü gibi ebeveynlerin çocuklarına koydukları isimlerin neredeyse tamamının İslami çağrışımları bulunmaktadır. Buna göre en fazla koyulan erkek isimleri Yusuf, Miraç, Eymen; kız isimleri ise Zeynep, Elif, Defne’dir. Diğer taraftan sekülerleşme için verilecek veri bulmakta ise hiç zorlanılmayacaktır. Daha önce de ifade edildiği gibi çift yönlü bir yolun varlığı gözden kaçmamalıdır. Belli dönemlerde bir yöne doğru gidiş daha yoğun olabilir ancak bu durum diğer yolun varlığının inkârı olmamalıdır.
Ayrıca çift yönlü bir yolun varlığı kadar sekülerleşme ve dindarlaşma ayrımının net çizgilerle ayrılmasındaki zorluk da dikkate alınmalıdır. Örneğin; pek çok akademisyen, başörtülü kızların laik eğitim kurumlarında okumalarını sekülerleşme örneği olarak vermektedir. Ya da kız çocukların medrese usulü eğitime değil, laik eğitim okullarında okutulması sekülerleşme olarak görülür. Ancak yalnızca bu eğitim kurumlarında bulunmak sekülerleşme olarak adlandırılabilir mi? Kız çocuklarının okutulması, üniversiteye gidişi birçok araştırmada özellikle İslamcıların dönüşümü olarak değerlendirilmektedir. Ne var ki bu doğru bir tespit değildir. Elbette laik eğitim kurumlarında eğitimin etkisinden bahsedilebilir ancak vakıanın kendisinin sekülerleşme olarak değerlendirilmesi isabetli değildir.
Öte yandan Türkiye’de sekülerleşme tartışmaları yaparken iki dönem arasında karşılaştırma yapılması gerekliliği görmezden gelinmektedir. Kavramın kullanımından da anlaşıldığı gibi sekülerleşme bir sürece işaret eder. Başka bir deyişle en az iki dönemin karşılaştırılmasını gerekli kılar. Örneğin “Türkiye halkı sekülerleşti.” deniyorsa hangi dönemle kıyaslayarak bu iddianın temellendirildiği önemlidir. Örneğin bugünü 60’lı yıllarla mı yoksa 90’lı yıllar mı kıyaslayacağız? Örneğin, merhum Şule Yüksel Şenler’in örtündüğü 60’lı yılların sonunda şehirde başörtülü olarak gezmenin ne kadar sıra dışı olduğunu anılarından biliyoruz. O günler ile günümüz karşılaştırıldığında daha dindar bir toplumuz. Ancak bugünü 28 Şubat darbe dönemiyle karşılaştırdığımızda yozlaşma daha ön planda görünüyor. Bununla birlikte bu görüntü üzerinden “yozlaştık” sonucuna ulaşılsa bile bazı sorular yine cevapsız kalacaktır. Acaba bugün başörtüsü yasağının yeniden uygulandığını farz etsek eleştirilen gençliğin benzer bir çizgiye gelmeyeceğini iddia edebilir miyiz? Zira yasaklamalar kimlik oluşumunda katalizör rol oynamaktadır. Doğrusu, 28 Şubat dönemini “topyekûn direniş” olarak görmek de başka bir zaaf. Bu değerlendirme, yeni nesle “Bunlardan adam olmaz!” kolaycılığıyla yapılan toptancı eleştirilere benziyor. Bir fikrin muhalefette kaldığı durumlar ile öyle ya da böyle iktidarda olduğu dönemler arasındaki faktörler dikkate alınmıyor.
Bu tartışmalarda projeksiyonu nereye tuttuğunuz oldukça önem arz ediyor. Örneğin, imam hatip liselerinde sayıları çok az olsa da öğrencilerin içki içmesi büyük bir olaydır. Ya da başını açan kızların hikâyesi çok fazla dikkat çeker. Üzerine araştırmalar yapılır. Ancak aynı ilgi, daha önce görülmemiş bir şekilde çok sayıda gencin yardım kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmalarına verilmez. Yine bunca modern söylemsel bombardımana rağmen genç kızların örtüyü tercih etmeleri üzerinde düşünülmez. Her türlü zaafa rağmen İslam coğrafyasında görülen hareketlerin gençlerin kimlik oluşumunda nasıl bir katkı sağladığına değer verilmez.
Küresel Dalgaya Karşı Dip Dalga Oluşabilir mi?
Dijital çağla birlikte insan davranışlarında benzeri görülmemiş bir değişimin varlığı inkâr edilemez. Perspektifini oluşturmamış, hayata bakışını henüz netleştirmemiş kişiler için her türlü bilginin el altında olması avantajlarıyla beraber ciddi sıkıntılar da doğurmaktadır. Zira bu kadar çeşitlilik içinde “hakikat”in ne olduğunu bulmak dağ gibi bir soruna dönüşmektedir. Her kafadan ses çıktığı bir dönemde dine dair hikmetsiz tartışmalar da zihinleri bulandırmakta, ihtisas gerektiren bazı tartışmalı konuların ulu orta gündeme getirilmesi “Hangisinin doğru olduğunu nasıl bileceğim?” kafa karışıklığına yol açmakta, hatta dinden uzaklaşmayı tetiklemektedir.
Her dönemin insanları daha fazla etkileyen fiziki hastalıkları, Covid örneğinde görüldüğü gibi ön plana çıkan salgın hastalıkları var. Buna benzer şekilde toplumsal içerikli bazı zaafların da dönemsel olarak farklılaştığı bir vakıa. Kur’an kıssaları bazı toplumlardaki ön plana çıkan zaaflarla resullerin nasıl mücadele ettiğini bizlere anlatmaktadır. Hangi sorunun ortasında yaşıyorsak onunla mücadele edip onunla imtihan edileceğiz.
Bu nedenle sürekli mızmızlanan çocuk gibi davranmak bizim duruşumuz olamaz. Eski ve yeni ile bitmeyen mukayese sonucunda yozlaşmadan başka bir konu konuşamamak ciddi bir zaaftır. Elbette olumluluklar kadar zaafların tespiti ve bu zaaflarla nasıl baş edileceğini müzakere etmek gerekir. Ancak yalnızca zaafları konuşup ömür tüketerek, sürekli yeni neslin falsolarına odaklanıp moral bozarak umudumuzu nasıl canlı tutabiliriz? Oysa küresel dalgalara karşı hemen ortaya çıkmayacak olsa da hazırlık sadedinde dip dalgalar oluşturma çabalarında bulunabiliriz. Bütün enerjimizi “Nasıl daha iyisini yapabiliriz?” üzerinde yoğunlaştırarak umut üretebiliriz. Çağı tanımak, bir yap boz gibi bütüncül bir iman-eylem düzeneği dayatan çağı ifşa etmek ve buna karşı yeni bir değer sistemini üretip sosyalleştirmek zor ama imkânsız değildir.