Reza Ameli Londra'da faaliyet gösteren 'Islamic Institute of Islamic Studies' adlı kurumun kurucusudur ve 'Londra İslam Merkezinin' eski direktörüdür. Reza Ameli doktorasını Kültür Sosyolojisi ve Medya üzerine 'Royal Holloway University of London'da yapmıştır. Şu anda Tahran Üniversitesi'nde Sosyoloji bölümünde Yardımcı Profesörlük yapmaktadır. Kendisi aynı zamanda Devrim Lideri Seyyid Ali Hamaneî'nin danışmanlarındandır. Reza Ameli Küreselleşme ve Müslüman kimlik üzerine birçok makale ve kitap yazmıştır. En son bu konuda İngilizce yazdığı kitabı 'Globalization, Americanization and British Muslim Identity' (2002) dir.
Milenyum Kubbesi1Olarak Filistin: Küreselleşme, Ayrımcılık, Amerikanizm ve Siyonizm
Giriş
Tarih boyunca birçok toplumun evrimsel gelişmesi, temel bir gerçeklik olan insanların çokluğu ve kaynakların kısıtlılığı ilkesinden bağımsız kalmamıştır. En önemli kaynaklardan birisi olarak toprak, hayatta kalmak için anahtar bir role sahip olurken; ona sahip olmak ve kontrolünü elinde tutmak güç ve iktidar için bir ölçüt niteliğinde olmuştur (Gutfelt, 2002). Ortaçağ Avrupa'sında insanların sayısal çokluğu ve onların ihtiyaçlarını karşılayacak oranda toprağın bulunmaması dolayısıyla feodal sistem ortaya çıkmıştır. Genel olarak Dünya tarihi böyle bir gelişim gösterirken Siyonist İsrail'in kuruluşunda bu teorinin etkisi olmamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Hitler'in 1933 yılında iktidara gelmesinin hemen ardından birçok Alman Yahudisi, Zionistische Vereinigung fur Deutschland'in (ZVFD) üyesi olan hemen hemen 2000 Siyonistin önderliğinde Filistin'e göç ettirilmiştir (Stone, s. 171). Siyonistler İsrail devletini kurabilmek amacıyla bağımsız bir toprak arayışı içersindeydiler ve bu arayışın neticesi olarak Filistin'de yaşanan cinayetler, felaket ve toplu katliamlar meydana gelmiştir. Lilo Stone (1997) Alman Yahudileri'nin yaşadıkları soykırımdan daha 20 yıl öncesinde kendi ütopik arzularını yerine getirmek amacıyla Filistin'de bir İsrail devleti kurmayı planladıklarını ispatlamıştır.
Filistin tarih boyunca uygarlıklar için coğrafi bir merkez olması dolayısıyla Siyonistler için oldukça ideal bir seçimdi. Quicy Wright'in (1926, s. 384) değindiği gibi Filistin eski çağlarda Hitit, Mısır, Asur, Babil, Pers, Yunan ve Roma gibi uygarlıkların, orduların ve kültürlerin buluşma merkeziydi. Ortaçağda ise Hıristiyan ve Müslüman ordularının buluşma noktası olmuş ve değişik zamanlarda bu güçlerin kontrolü altına girmiştir. Bununla birlikte şu önemli bir gerçektir ki Filistin toprakları Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar için kutsal bir önem de taşımaktadır. Bölge dini çekiciliği ve Hac ibadeti nedeniyle dinî bir merkezi konumda olmuştur ayni zamanda.
Süveyş Kanalına yakınlığı bölgeye stratejik açıdan da bir önem kazandırmıştır. Alexsander Schoch'un (1992, s.39) iddia ettiği gibi 20. yy başlarındaki Filistin olayını daha özelde ise Yakın Doğudaki Filistin çatışmasının nasıl yaratıldığını anlamak için Avrupa'nın özellikle İngiltere'nin yakın 'Kutsal Topraklar' üzerindeki politikalarının temellerinin derinlemesine incelenmesi gerekmektedir. Bu politikaların temelleri 19.yy da atılmıştır. İngiltere'nin bölgedeki rolü askeri (Mc Tague Jr., 1978), politik ve ekonomik açıdan Filistin'e yaptığı müdahaleler hayati bir önem arz etmektedir (Bkz. Cohen 1976, Ovendale 1974 ve 1980, Stein 1991, Lockman 1993, Huneidi 1998). Ayrıca Frank E. Manuel (1995) Filistin sorunu içerisindeki İtalyan siyaseti üzerinde analizlerde bulunmuştur.
Cohen (1979) ayrıca Filistin üzerinde Anglo-Amerikan komitesinin oluşumunu da bizlere aktarmıştır. Diğer taraftan Ignacio Klich (1988) Latin Amerika, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail Devleti'nin kuruluşu arasındaki ilişkileri incelemiştir. Bazı sosyologlar Siyonizm'in sadece 'ütopik karakterini' vurgulamakla kalmamış, Siyonist harekete karşı tepki ve direnişlerin açık bir şekilde bertaraf edilmesine değinmişlerdir. Örnek olarak Walter Laqueure (1971, s. 161) kozmopolitizme doğru bir dünya asimilasyonuna atıf yaparak; ulusal farklılıkların ekonomik ve sosyal gelişimlerin indirgenmesi bağlamında bir vurgulama yapmış ve bu akımın önüne geçme düşüncesini, - Filistin'deki ve tüm bölgedeki Siyonist hakimiyetin- tarihin akışının önüne geçmeye çalışan ütopik ve gerici bir düşünce olarak tanımlamıştır.
Filistin meselesi farklı açılardan da ele alınmıştır. E. Ray Castro (1937) Filistin'in ekonomik coğrafyası üzerinde yoğunlaşmıştır. Castro (1939, s. 237) 1918 yılında Filistin'deki Yahudi nüfusunun 722 binlik toplam nüfusun yüzde dokuzu olan 65 bin sayısında olduğunu belirtmiştir. Filistin'de hızla artan Yahudi nüfusunu kendi zenginliklerini ve hayatlarını bu uğurda feda eden Filistin Yahudileri'nin yoğun çalışmalarına bağlamıştır. Edward Hogopian ve A. B. Zahlan (1974) Osmanlı İmparatorluğunun bölgede bulundugu 1918 yılından itibaren bölgede bulunan Filistin Müslümanlarının demografik tarihini araştırmıştır. Birçok akademisyen Filistin'i politik açıdan ele almıştır; Ritcie Ovendale (1979) 'İngiliz liberal partisi hükümetinin 1945–1946 yılları arasındaki Filistin politakasi' üzerine yoğunlaşmıştır, Michael Cohen'in olaya yaklaşımı temel olarak 'Filistin'deki İngiliz ve Anglo-Amerikan politikaları' çerçevesinde olmuştur.
Bu makalede yukarda bahsedilen incelemelerden farklı bir bakış açısı sergilenerek Filistinlilere karşı işlenen suça diyalektik bir perspektiften yaklaşacaktır. İncelememde ortaya koymaya çalışacağım şey globalizasyon olgusunun altında yatan merkezi değerlerin hegomonik takibi –yani, adalet gözetmeksizin 'ötekileri' hariç tutma- ve bu durumun paradoksal biçimde güçlü bir karşı duruşa neden olması ya da provoke edilmesi olacaktır. Bunun neticesinde de 'ötekiler' kendi kendilerini adaletin tamamlanması sürecini dâhil etmektedirler. Filistinlilere karşı işlenen Siyonist zulüm kesin büyük bir netlik icersinde; bu merkezi değerin saldırgan uygulamasını ve buna karşı 'küresel seferberlik' aracılığıyla adaletsizliğe karşı ortaya koyulan tepkilerin olumlu ve gelişen olabilirliğini göstermektedir. Bu doğrultuda Filistin ve özelde Kudüs sadece içinde yaşadığımız zamana ait olan bir anahtar figür olarak değil de bütün zamanlara ait bir 'milenyum kubbesi' olarak desteklenebilir. Bu 'milenyum kubbesi' insanlığın, uğrunda mücadele verdiği bütün küresel değerleri kuşatmakta; dışlanan ve gaspedilen hakları korumaktadır. Kudüs'un bu bağlamdaki merkezi önemi 3 İbrahimî dinin burdan ortaya çıkması ve bütün insanlığın benimsediği insanlığa ve yaşam hakkına saygılı ideallerle tüm insanlığı kucaklaması olmuştur.
Bu makalenin içeriği konuyla ilgili olarak göreceli bir şekilde hermenötikle ilişkilendirilmiştir. Filistin-İsrail mücadelesinin derin bir şekilde anlaşılması, Filistin ve İsrail'in dünya görüşüne hâkim olan mücadelenin sosyal tekstini ve sosyo politik kontekstini araştırmadan gerçekleştirilemez. Bunu yapabilmek için ise ilk önce sembolik yapısalcılığı inceledikten sonra birbirine bağlı üç bölümün hermenötikle olan ilişkileri doğrultusunda tekst ve konteksleri detaylı bir şekilde analiz edilecektir:
1) Amerikanizm ve Avrupa merkeziyetçilik
2) Amerikan ve Siyonist Ayrımcılık2
3) Hariç bırakımcılık ve dâhil edimcilik.
Bu üç bölüm Filistin-İsrail mücadelesini tam olarak açıklamasa da; mevcut savaşı ve uygulamaları meşrulaştıran 'ideolojik düşüncenin' ana temellerini kesin olarak ortaya koymaktadır. Son bölümde ise diyalektik bir tepkime içinde olan 'baskı ve direnişin' incelenmesi, intifada hareketinin neden ortaya çıktığını bize gosterecektir.
1- Filistin-İsrail Mücadelesinin Hermenötik Açıdan Anlaşılması
Sosyo politik ve kültürel konteks içinde ve bölgesel ve küresel seviyede, Filistin'i bir direniş bağlamında; Siyonizm'i ise politikal egemenlik olarak anlamak için hermenötik bir inceleme kaçınılmaz hale gelir. Şimdiye kadar Müslüman Filistinliler şiddet yanlısı, düşmanca davranan ve kan dökenler; bununla birlikte İsrailli Yahudiler ise Hitler Almanya'sında meydana gelen toplu katliamların ve Filistin terorizminin kurbanları olarak yansıtıldı. Bu meşrulaştırma ve kodlamanın nasıl ortaya çıktığını anlamak için yine Hermenötik metoda gerek duyulmaktadır.
Yorumlamanın insan hayatının merkezi boyutundan birisi olması dolayısıyla (Prassler and Dasilva, 1996) medya, anlamın izleyiciye enjekte edildiği bir araç olarak kullanılmaktan kendini kurtaramamıştır. Anlam enjekte edilmesi süreci "kodlama ve kod çözme" şeklindeki bir sürecin sonucu olarak gelişmekte, bu süreç sonucunda ise izleyici ya da okuyucu elde ettiği bilgileri organize eden, 'organize edici gücün' tam olarak hedeflediği şekilde algılamaktadır. Bu süreç ise 'seçme özgürlüğüne' dayandırılmakta ve 'demokratik' bir şekilde tasvir edilmektedir. İşte bu yüzden ilk aşamada politik olayların yüzeyini ve alt yapısını anlama açısından sembolik yapısalcılık önemlidir. Bu nedenle ilk olarak sembolik yapısalcılığı inceledikten sonra, 'ötekilere' karşı uygulanan aşağılamayı ve savaşı destekleyen üç sosyo-felsefi bölünmeyi açıklayacağız.
2- Sembolik Yapısalcılık
Filistin'in Müslüman dünyası ve aynı şekilde İsrail Yahudileri için taşıdığı anlamın kavranması olayında olduğu gibi 'politik kültür' ile 'politik sembolizm' arasında bağlantı kurulacağı zamanlarda 'sembolik yapısalcılığın' incelenmesi gereklidir (Dittmer, 1997).
Yapısalcılık köken olarak Ferdinand de Saussure'nin (1857–1913) linguistik çalışmasından derlenmiş; kültürel ve sosyal gerçeklerin yapısını oluşturan iskelet ve yapıları görünmezden görünüre çevirme yoluyla ilişkilendirilmiştir. Buna göre toplum ve kültürün insan düşüncesi ve eylemlerinden bağımsız olan derin sosyal ve psikolojik yapılar tarafından belirlendiği görülmektedir (Casey et al., 2001 233).
Einsenstadt (1995) yapısalcılığa yeni bir yaklaşım biçimi ileri sürerek geçen 20 yıl içinde onu sembolizmle birleştirti. Yapısal sembolizm, sembolik boyutun sosyal hayatın içindeki yeri ve bunun örgütsel cephesi ile sosyal grupların ve sistemlerin çalışması ile uğraştı (age, s. 142). Sembolik yapısalcılığın temelde; gizlenmiş politik ve sosyal düzen olarak sembolik yönelmeler ve kanunların şablonlarını tartışır (bkz. Rossi, 1982). Burada şunun farkına varılması gereklidir ki; baskın sosyal kod olarak kapitalist güç sisteminin soyutlama, özelleştirme ve gücün meşrulaştırılması gibi yönleri vardır, çünkü güç hâkim olan sosyal değerdir (Kinloch, 1981). Sembolizmin gücü önemlidir çünkü bu 'güç organize edicilerin' neden gerçeği ya da gerçeğin yorumlanmasını değiştirdiklerini çeşitli tipteki sembolik dil aracılığıyla göstermektedir. Varsayılan düşmanı yok etmek ya da gücünü azaltmak için sembolizmin araçsal kullanımını kanıtlayan birçok politik örnek vardır ve bu konuda yazılan iki önemli eser olarak Claes Arvidsson ve Lars Erik Blomqvist, (1987) bu konuyu tartışmaktadır. Yine bu kişiler sembolizmin işlevi ve Sovyet tipi toplumlarda uygulanması konusunda birçok makale yayınlamışlardır. Bunun yanında Anthony D. Buckley Kuzey Irlanda'da bulunan bazı sembollerin gösterildiği derlemelerden oluşan denemeler yayınladı (1998). Toplanan bu politik ve dini semboller Ulster sorunu üzerinde birçok etki yapmıştı.
Filistin hareketi ideolojik semboller tarafından kodlanmış -örneğin barbarlık, uygarlık dışı davranışlar ve yoksulluk gibi vs.- politik sosyal düzen içersinde okunup tartışılabilir. Yapılan kodlamanın gizli yüzü Filistin içerisinde bir İsrail devleti kurmak amacıyla Siyonizm'in meşrulaştırılması olmuştur. Bu bir kod çözülme sürecidir ve hedeflendiği şekilde sonuca ulaşmıştır. Bu yöntem iki boyuttan oluşmuş bir 'sembolik şiddettir' (Bourdiew and Passeron). Bu boyutlardan ilki sevimli ve hoş görünen açık boyuttur, ikincisi ise akıl dışı, karanlık ve rahatsız edici gizli boyuttur. Politik arenada yaşanan 'kod çözülme' süreci sonucunda genellikle 'baskın güç' ile olayın 'sevimli yüzü' arasındaki önemli bağlantı ve 'düşman' ile olayın 'şiddet yüzü' arasındaki yakın ilişki vurgulanır. Filistinliler uygarlaşmamış intihar eylemcileri olarak gösterilmekte, Siyonist İsrailliler ise Filistinliler tarafindan kesintiye uğratılmış rasyonel liberal demokrat bir devlet olarak tasvir edilmektedir.
Birincisi 1975 yılında Edmund Ghareeb ve onun meslektaşları tarafından, ikincisi 1997 yılında Lian Pappe tarafindan yapılan iki farklı araştırmada Filistinliler ve Arapların, Amerikan ve İsrail medyasında temsil edilmeleri incelenmiştir. Bu iki araştırma sonucunda halk arasındaki Filistin ve Arap halkına karşı tahrik edilmemiş bir düşmanlık ve önyargı ile medyada hâkim olan ideolojik temellere dayalı habercilik anlayışı doğrulanmış oldu.
Edmund Ghareeb ve onun meslektaşları Filistinli ve Arapların Amerikan medyasındaki negatif durumlarının gazeticelerce ne tür haklı nedenlere dayandırıldığını ortaya çıkarmak amacıyla birçok gazeteciyle görüşme yapmıştır. Bu görüşmelerin birisinde ABC muhabiri olarak Ortadoğu'da 5 yıl çalışan Peter Jennings şöyle demiştir: 'TV ve gazete yayınlarında Araplardan çok İsraillilere yer verildiğini düşünmekteyim… Şunu kabul etmeliyim ki Amerikalı gazeteciler Ortadoğu konusunda genellikle yanlış bilgilendirilmekteler. Özellikle Arap dünyası hakkında (s. 128).' Jennings görüşmesinin başından sonuna kadar bu durumun değişmekte olduğunu vurgulamakta. Ona göre bunun nedeni toplumun daha eğitimli bir hale gelmesidir. Daha önceden cahil olan halk yanlış ve tek taraflı bilgilendirmeye daha açık hale gelmekteydi. Washington Post'un Ortadoğu editöru olan Ronald Koven kendisine sorulan Ortadoğu'daki çatışmalar sırasında neden İsrailliler kendi tarafını Araplardan daha etkili bir şekilde Amerikan kamuoyu içinde temsil edebilmiştir türündeki bir soruya şu şekilde cevap vermiştir: 'Bu duruma kültürel faktorün yol açtığına inanıyorum. İsrailliler Avrupalı kökenliler ve onlar toplumla ilişki avantajina sahipler. İsrailliler halkla ilişkiler oyununun nasıl oynanması gerektiğini ve bizim dilimizi konuşmasını biliyorlar. Onlar bizim nasıl düşündüğümüzü anlamış durumdalar ve bunu kullanma olanaklarına sahip durumdalar. Grup olarak Araplar şimdiye kadar halkla ilişkiler oyununu iyi oynayabilmiş değiller. Bundan başka bir de kültürel engel var… Simdi iki nedenden dolayı durumun değişiyor olduğu kanaatindeyim; sonunda Amerikan medyası Arap dünyası üzerine daha fazla yoğunlaşmaya başladı aynı zamanda da Araplar halkla ilişkiler olayını anlamaya başladılar (age, s. 132–133).
Lian Pappe (1997) 'Siyonizm Sonrası İsrail ve Filistin Kritiği Bölüm II: Medya' isimli makalesinde şöyle bir tespit yapıyor: 1980'li yıllara doğru basın organlarının özelleştirilmeye başlanmasına rağmen Lübnan'daki duruma dâhil Filistinlilerin ve Arapların haber satırlarındaki durumunda büyük çaplı bir değişim olmamıştır. Bu durum medya üzerindeki güçlü Siyonist etki ve post-Siyonist hareketin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Ronald Koven İsraillilerin Avrupa temelli olmasıyla aynı nitelikte öneme sahip bir faktöre değinmiştir. Liderlik pozisyonu olarak kültürel, politik ve ekonomik açıdan Amerika'yı da içeren Avrupa'nın Avrupa merkezli politikaları ve Batı taraflı yaklaşımı düşünüldüğünde Filistinlilere karşı haksızlık iddiaları dikkate alınmadan Siyonistlerin Filistinlilere karşı işledikleri fiillerin meşrulaştırılması için yoğun bir çalışma vardır. Avrupa merkezcilik ile birlikte Amerikan 'Ayrımcılığı' sadece Filistinlilere karşı uygulanan politik ve ekonomik şiddeti desteklememekte, aynı zamanda halk sınıfları arasında 'kültürel düşmanlık' da yaratmaktadır. Edward Said'in Batı'nın özel bir algılama biçimi olarak tanımladığı 'oryantal düşünce' ve belirli bir kültürel, politik ve ırksal birikimin sonucu olarak oluşan 'sosyo-kültürel konteks' Filistin tarihinin ve bu bölgede yaşanan güncel olayların anlaşılması ve okunmasındaki farklılıkları açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Küreselleşen dünyada yapısal değişiklikler meydana gelirken, bugünlerde yaygın bir şekilde 'sanal dünyada' gerçekleştirilen 'eğitim alanındaki gelişme' ve alışılagelmiş medyadan ayrı olarak gerçekleştirilen 'bireysel haberciliğin' toplum üzerindeki etkilerine yoğunlaşmak gerekmektedir. Bahsettiğimiz yeni gelişme Batı ile Ortadoğu ülkeleri arasında karşılıklı anlaşılma açısından çok ciddi bir ümit ortamı yaratmıştır. Bireylere ve toplumlara karşı ırk, cins millet ve din ayrımı olmaksızın gerçekleştirilen küresel sempatinin oluşumu yapım aşamasındadır. Irak savaşına karşı meydana gelen küresel hareket, bütün dünyada ve özellikle Avrupa'da gerçekleştirilen Filistin taraftarı gösteriler; dünya kültürü üzerinde çok ümit verici değişmelere ve aynı zamanda 'ötekilere' doğru insanca yaklaşıma işarettir. Öyle görünmektedir ki politik ve ekonomik arenada olmasa bile, kültürel alanda ve toplumlar arasında 'ayrıcalıklı olma' aşamalı bir şekilde 'ötekiyle beraber olma' ile yer değiştirecektir.
3- Amerikanizm ve Avrupa Merkezcilik
Siyonizm, Amerika ve Avrupa merkezci bir ideolojiyle ilişkilendirilip, bu ideoloji tarafından Amerikalı ve Avrupalı olmayan Filistinli Araplara karşı desteklenmiştir. Bu ilişkinin mevcudiyetinin anlaşılabilmesi için Amerika ve Avrupa merkezli değer ve ideolojilerin incelenmesi gerekmektedir. Amerikanizm ideolojisi, sömürgeci ve emperyalist düşünüş şeklinin baskın bir felsefe olarak uygulanması şeklinde incelenirse Siyonizm ve Amerika-Avrupa merkezcilik arasında gözle görülür bir ilişki ortaya çıkacaktır. Böyle bir dünya görüşü askeri güce sahip olmayan büyük toplumların askeri güce sahip küçük topluluklar tarafindan yıkılışıyla neticelenmektedir.
Diğer taraftan Avrupa merkezcilik ve Amerikanizm; 'Küreselleşme ve Batıcılık' içinde somutlaşmış parelel düşünce disiplinlerini açıklayan iki içiçe geçmiş kavramdır. Birçok sosyolog için küreselleşme, basit Batı modernizminin küresel yayılması şeklinde anlaşılabilir. Bu tanım aynı zamanda batıcılık da demektir. Örnek olarak dünya sistemi teorisi küreselleşmeyle birlikte Batı kapitalizminin yayılmasını ve Batı tarzı yapılaşmayı eşit kılmaktadır [Cvetkovich ve Kellner (1998), Beyer (1994, 1998), Featherstone (1995), Mazrui (1998)]. Buna karşı digerleri Batılılaşma ile küreselleşme arasına çizgi çekip, küreselleşmenin Batılılaşmayla eşanlamlı olduğu iddiasını reddederler (Giddens, 1990).
Beyer (1998, s. 82) 'Küreselleşmenin' Batının Batılı olamayan toplumlara empozesi olduğu fikrini ileri sürdü. Bu iddia Batının daha küresel, Batılı olmayan toplumaların ise daha yerel olduğu anlamına gelmekteydi. Bu bağlamda Küreselleşme, ekonomik, politik, teknolojik ve kültürel açılardan bir Batı emperyalizmidir. Bununla birlikte Beyer, Küreselleşme teorilerinin günümüzdeki global toplumun, belirli bir toplumun ve bu toplumun kültürünün genişlemesi (bir parçanın bütün haline gelişi şeklinde) şeklinde tanımlanamayacağını savunmaktadır. Çünkü içerisine doğru genişleyen kültür bu süreç içerisinde dayatma politikaları neticesinde çarpıcı bir şekilde değişime uğramaktadır. Bu açıdan Siyonizm'in anlamı İsrailli olmayanlara 'empoze etmek' demektir, başka bir deyişle azınlık durumdaki göçmen İsrailliler topraklar üzerinde ev sahibi Filistin toplumundan daha fazla hakka sahiptirler.
Bu bağlamda 'Batılılaşma' yer değişmiş bir terim olarak 'modernizasyona' hizmet edebilir. Böylece kültürel farklılıkları ve çatışmaları anlaması güç hale getirerek dünyanin batılılaştırılması için gerekli olan ideolojiyi mesrulaştırmaya devam eder. Cvetkovich ve Kellner (1998) için Küreselleşme gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeler üzerindeki ya da bölgesel veya ulusal ekonomilerin çok uluslu şirketler üzerindeki hâkimiyetlerini yoğunlastırdıkları emperyalizmin bir devamıdır. Bu tür bir düşünce disiplinine dayanıldığında tek merkezci Batıcılık felsefesiyle desteklenmiş bir Siyonist işgal tam manasıyla anlaşılabilecektir.
3.1- Avrupa Merkezcilik
Birçok sosyolojist ve solcu Avupa merkezcilik ve Batılılaşmanın işlevi meselesini Batı imparatorluğunun genişlemesinin kolaylaştırılması anlamı dorultusunda tartışmıştır [bkz. Amin (1989); Lowy (1995); Sayyid (1997); Stam (1997); Dussel (1998) and Maruzi (1998)]. Onlar için Avrupa merkezcilik bu standartları Avrupanın kültürel ve siyasi politikalarının önüne getirmek açısından oldukça önemlidir. Tarihsel olarak bu durum(bu tür bir yaklaşım) günümüzde ulaşılan uygarlaşma ve bilimsel gelişmelerin, diger bütün uygarlıkların yaptıkları katkıların görmezden gelinerek baskın bir şekilde Batı uygarlığına ve bilimine dayandırılmasına neden oldu. Bu bağlamda Batı olmaksızın tarih ve uygarlığın hiç bir anlamı yokmuş gibi bir anlayış üretildi.
Lowy (1995, s. 714) Avrupa merkezciliği; Avrupa ve Batılı değerlerin uygarlığı oluşturan temel kaynak haline geldiği ve bu kaynak tarafından üretilen değerlerin 1450'li yıllarda karşılaşılan yerli Amerikan halkına karşı Avrupalılara ırksal, dini, kültürel ve etnik üstünlük sağlayan bir süreç olarak tanımlamıştır.
Amin (1989) Avrupa merkezciligin kapitalist ideolojinin temel bir boyutunu kapsadığını ileri sürmüştür. Amin'in bu manifestosu gelişmiş kapitalist dünyadaki bütün toplumlardaki baskın görüşün/düşüncenin karakteristik özelliği olacaktır. Amin Avrupa merkezciliği, modern dünyanın işleyişine rahat bir şekilde ayak uyduranlar dışındakileri görme yeteneğinden yoksun olmakla suçlamaktadır.
Amin'e göre Avrupa merkezcilik geçmişle ilgili olarak bugünkü modern dünyayı oluşturan güçler ve bu sürecin gelişmesi ile Rönesans bağlamında incelenebilir: 'Rönesansın başlangıcıyla modern dünyayı şekillendiren iki katmanlı radikal bir dönüşüm ortaya çıkar: Avrupa'daki kapitalist toplumun kristalleşmesi ve dünyanın Avrupa tarafından işgali. Bunlar aynı gelişmenin iki boyutudur ve birini birisine üstün tutarak bunları farklı gösteren teoriler yetersiz, çarpık ve aynı zamanda bilimsel olmaktan uzaktırlar (Amin, 1989, s. 71)'. Amin tartışmasının devamında kapitalist toplum için maddi temeller oluşturulmasıyla birlikte yeni dünyanın 'metafiziğin etkisinden' kurtulduğundan bahsediyor. Böylece modern dünyanın kültürel devrimi ve bilimsel gelişmeler ile onun sistematik bir biçimde kullanılışında, hizmetin ve üretim gücünün gelişmesinde ve demokratik tutkuyu başarıyla taşıyabilecek olan seküler toplumun oluşturulması alanında patlamaya yol açılmıştır. Eş zamanlı olarak Avrupa kendi kültürünün evrensel faaliyet alanından haberdar duruma geldiği andan itibaren dünyayı fethetme kabiliyetine sahip duruma gelmiştir (age, s. 71).
Stam'a göre (1997) Avrupa merkezcilik sömürgeciliğin düzensiz tortusu ya da hızlandırılmış şekliydi. Kolonyalizm süreciyle birlikte Avrupalı güçler Asya, Afrika ve Amerika kıtasının birçok yerinde ekonomik, askeri, politik ve kültürel hegemonyalar elde ettiler. Stam, Avrupa merkezciliğin sömürgeci, emperyalist ve ırkçı söylemle ortak değerlere sahip ideolojik bir alt katman olduğunu düşünmektedir. Bununla birlikte Stam, 'çok-merkezli' çok kültürlülüğü Avrupa merkezciliğin içine yerleştirmeye çalıştı. Ona göre çok merkezcilik kavramı küreselleşmiş çok kültürlülükle ilişki içindedir. Çok merkezli bir görüş içerisinde dünya birçok avantajla birlikte birçok kültürel dinamğe sahiptir. Yine onun bakış açısına göre 'çok-merkezlilik üzerindeki "yoğunlaşma" uzaysal bir ilişki ya da köken noktası değildir. Bunun yerine güç, enerji ve mücadele alanında bir durumdur. "Çokluk" (poly) sınırlı bir merkezi güce atıfta bulunmaktan çok ayrımlaşma, bağlamlaşma ve bağlantı gibi elementlerden oluşan sistematik prensipler ortaya atar' (Stam, 1995, s. 102). Bu açıdan yaklaşıldığında ekonomik ya da politik gücü dikkate alınmaksızın hiç bir toplum ya da bölgeye epistemolojik ayrıcalık atfetmez.
Dussel'e göre (1998) Weber; Avrupa'nın istisani iç karakteristik yapısının izin vermesi ve rasyonalistik düşünce aracılığıyla Batı medeniyetinin diğer kültülerin yerini alabildiğini düşünmektedir. Hegel için Avrupa'nın ruhu (Alman ruhu) mükemmel bir doğruluğa sahiptir. Bu mükemmel ruh, kendi aracılığıyla kendini belirler ya da farkına varır, bunu yaparken de hiçbir kimseye hiçbir şey borçlu değildir. Dussel'e göre Avrupa merkezcilik iki tane paradigma empoze etmiştir. İlk olarak kendisini dünya çevresinin (periphery) entellektüel krallığı ilan etmiştir.
Mazrui Avrupa-merkezci dünya ile İslam toplumu arasında zıtlık/karşıtlık bağlamında bazı fundamental faktörler ileri sürmüştür (1998, s. 10–11). Bu doğrultuda Müslüman dünyasının üçte ikisinin: Kano'dan Karaçiye, Kahire, Kuala Limpur ve Dakar'dan Cakarta'ya kadar 20. yy'ın birinci yarısında Batı tarafindan sömürgeleştirilmesini açıklamıştır. Bu dönem içerisinde İslam dünyası tarihinin en parçalanmış dönemini yaşadı ve yine bu dönem Batı yeniliklerinin toplumun içine en çok işlediği dönemdi. Mazuri'ye göre, bu tür bir Batı egemenliği küreselleşme öncesi bir süreç olarak katagorize edilebilir. Bu durum haberleşme teknolojisi, Batı medyasının haber dağıtımındaki büyüyen etkisi, bilgi, magazinin keşfi, sinema, televizyon ve videodan bilgisayarların yenidünyası ortaya çıkmadan meydana gelmiştir. Ona göre Batı teknolojisi sadece birtakım maharetlere sahip bir güç değildi; aynı zamanda birtakım değerleri de beraberinde taşımaktaydı. Burada ki net sonuç kültürü şekillendiren bir küreselleşmenin ortaya çıkmasıydı. Avrupa ve Amerika merkezcilik evrensel doğru olarak maskelenmiştir. Böylece diğer kültürler eninde sonunda şu ya da bu cepheden Batı kültürünü kucaklayacaktır.
3.2- Amerikanizm ve Amerikanlaşma
Amerikanizasyon, tasarlanmış ve ideolojik bir süreç olarak 'Amerikanizm' adı verilen ideolojik felsefeye dayanmaktadır. Cvetkovich ve Kellner'e göre (1998) kimlik şekillendirilmesi için kaynak üreten yeni küresel popüler kültürün büyük oranda Kuzey Amerika'daki medya endüstrisinden geldiği zannedilmektedir. Bu açıdan Küreselleşme; Rambo, Madonna, Beavis, Butt-Head, gangsterler, rapçılar ve Amerikan kültüründen gelen diğer figürlerin dünyaya empoze edildiği bir çeşit Amerikanlaşma haline gelmektedir. Bu figürler dünya üzerinde kendisine birçok taraftar bulan yeni kimlikler için baştan çıkarıcı modeller üretmektedir.
Birçok Avrupalı ve Amerikalı düşünür, Birleşik Devletler'in o dönemlerdeki yükselişini ve küresel kültür üzerindeki etkisini incelemektedir. Bu dönemde Avrupada bile 'Amerikan imparatorluğunun dünya üzerinde tek olduğu düşüncesi yerleşmiştir. Buna göre Amerikan imparatorluğu kesinlikle en üstündür ve böyle bir olguya insanlık tarihi ilk defa şahit olmaktadır. ABD her çeşit malların ve hevesli tüketicilerin en büyük üreticisi durumundadır. Amerikan tarihi en başından beri genişlemeye dönük saldırgan izler taşımaktadır' (Abu-Rabi, 1998, s. 27).
Bu 'kötümser Küreselleşmeciler', ABD'nin kültürel egemenliğinin birçok çeşit ulusal kültürü yok ettiğini ileri sürmektedirler. Bu düşünce okuluna göre Kanada örneği bu konudaki en aydınlatıcı ve açıklayıcı örnektir. Kanada Amerika'ya olan coğrafi ve kültürel yakınlık dolayısıyla 'Globalleşen kültür' (Amerikan kültürü) güçlerine karşı savaşta en uzun deneyime sahiptir. Bu mücadelenin sonucu Kanada kültürü için yıkıcı olmuştur: Kanada'daki filmlerin % 96'sı dış kaynaklı, bunların büyük bir kısmı ise Amerikan yapımıdır. Kanada televizyonları Birleşik Devletler televizyonlarının egemenliği altındadır; 7 Amerikan şirketi, Kanada'daki bütün kaset dağıtımını kontrol etmekte; Kanada radyolarında çalınan müziklerin üçte birini yabancı müzikler; bayilerde satılan dergilerin % 89'unu yabancı dergiler ve her on kitap içinden altısını yabancı kitaplar oluşturmaktadır. Bir başka deyişle çoğunlukla Amerikan (Cvetkovich ve Kellner 1997, s. 11, The Economist, Eylül. 12, 1998). Jameson (1998) Kuzey Amerika'dan ithal edilmiş televizyon programları izleyen insanların, bu yolla yapılan kültürel müdahelenin erken dönemde bilinen bütün kolonizasyon çeşitlerinden daha derin olduğunun farkına varmalarının zamanı geldiğini ileri sürüyor. Aynı zamanda bir çok Batılı sosyolojist aynı şekilde Küreselleşme aracılığıyla Amerikan kültürel hegomanyasının yaygınlaştırıldığını iddia etmektedir. Anthony Giddens (1990) modernliğin sonuçlarının faaliyet alanı olarak küresel hale geldiğini ileri sürmektedir. Geçmişte birkaç Avrupa toplumunun Amerika'yla birlikte öncü olarak nitelendirilmesi daha küresel bir şekle dönüşmektedir.
Trent (1998) video ve filimlerin; kültürel küreselleşme sürecinin içinde toplum organizasyonları ve sosyal değişim aracı olarak kullanılışına yoğunlaşmaktadır. Frankfurt okulunun bir üyesi olarak Trent 'kültür endüstrisi' konteksi içersinde Hollywood'un yerli film yapımcılarının ürünleri üzerinde ki etkilerini incelemiştir. Buna göre Trent şu gerçeği ortaya koymaktadır: 'Meksika'da ki en çok ödül kazanan film yapımcıları (ki bu ödüller Amerika'daki 'Akademi Ödülleri'ne eşdeğerdir) kendi filmlerini Meksika'da gösterecek sahne bulamamaktadırlar' (Trent, 1998, s. 230). Bu İspanyolca filmler altyazı gerektirmemelerine rağmen sahne bulamamaktadırlar. Aynı zamanda Hollywood tarafından üretilen İngilizce filmler altyazı gerektirmelerine rağmen bütün dünya sinemalarında muzaffer bir şekilde gösterime girmektedirler.
Diğer taraftan modern etnografi disiplini içersinde çalışan bazı kültürel relativistçiler kültürlerin özgün ve bağımsız bir bütünlük arzeden çesitliliklerine dikkat çekerek bu çesit evrenselci eğilimlere karşı çıktılar. Samuel Huntington (1996) onun geniş bir şekilde tartışılan ve eleştirilen 'medeniyetler çatışması' isimli teorisinde bu durumu ele almıştır. Buna göre dünya ölçeği üzerindeki çatışmaların ana ekseni milletler, politik ya da ekonomik sistemlerden ziyade kültürel farklılıklar olacaktır. Böyle bir gelecekte evrensel bir kültür olmayacaktır fakat farklı kültürlerin kendi dünyası yerine kültürler birbirleriyle yaşamasını öğrenmek zorunda kalacaklardır' (Huntington, 1996, s. 23).
Çok merkezli kültürel ideolojiye dayanmış böyle bir kültürel konteks sosyal çatışma, kültürel ve politikal karşı karşıya gelmeler ve topyekün savaş için ana nedendir (Barbera, 1998). Siyonizmin bir ideoloji olarak ortaya çıkışı ve Filistinli kuşağın ve bunun yanında masum çocukların ve silahsız sivillerin katli ile Filistin'in yıkıma uğratılması, Birleşik Devletler ve Avrupa'nın şimdiye kadar bahsettiğimiz bu felsefi dünya görüşleriyle ilişkilendirilebilir.
4- Amerikan ve İsrail Ayrımcılığı
Amerikan ayrımcılığı 'kendi yegâneliğini, dünyanın geri kalan kısmından olan farklılığını, demokrasilerinin hayati önemini, kendi ekonomilerinin büyüyen potansiyelini gururlu bir şekilde vurgulanmasını' kapsamaktadır (Lipset, 1996, s. 17). Bu düşünce Amerikan kültürünün dünya üzerinde ki diğer kültürleri egemenliği altına alacak mükemmel bir potansiyel olduğunun düşünülmesi gerekliliğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte Amerika'daki politik ve ekonomik liderliğin emsalsiz ve olağanüstü olduğu ve yenidünya düzeninde düzgünce çalışan tek güç sitemi olduğu da hesaba katılmalıdır. Seymour Martin Lipset (1996) Amerikan ayrımcılığını Amerikanizmle ilişkilendirilen ayrı bir ideoloji olarak ele alıp, iyi toplumun doğası hakkında bir dizi dogmalar içermekte olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre Amerikanizm; 'komünizm, faşizm ve liberalizmin olduğu gibi bir 'izm' ya da ideolojidir' (age. s. 31).
Lipset (1996, s. 31) Amerikan ideolojisi fikrinin 5 temel terim içerisinde tanımlanabileceğini ileri sürmektedir: Özgürlük, eşitlikçilik, bireyselcilik, popülarizm, serbest bırakımcılık/müdahale etmeme. Bu değerler Amerika'da yaratılan yeni toplumun -bu toplum ki artık feodalizm sonrasi Avrupa monarşilerine ilgi duymamaktadır- ruhunu temsil etmektedir. Amerika'nın yeni dini haline gelen Liberalizm, muhafazakârlıktan tamamen farklı, 18. ve 19. yy anlamıyla devletçi toplumsalcılık, merkantilizm, ayrıcalığın sorumluluğu gerekli kıldığı monarşik, devlet-kilise formunda egemen kıldığı bir kültürdür.
Amerika'nın yegâneliğinin ve ayrımcılığının en önemli örtülü alameti politikal şiddettir. Arnold Gutfeld (2002, s. 91) Amerikan tarihinin gerçek ve üretilmiş/uydrulmuş sorunlara karşı şiddete dayalı, duygusal ve mantıksız ağzına kadar tepkilerle dolu olduğunu kanıtlamıstır. Ötekilere karşı tekrar eden patlamalar/saldırılar ve Amerikan kaynaklı olmadığı düşünülen ideolojilere karşı düşmanca davranışlar başından sonuna kadar Amerikan tarihinin yaygın hastalığı olmuştur.
Açık ya da gizli olarak uygulanan bu politikal şiddet, Amerikan devletinin kuruluşundan, dünya hâkimiyetine yeltendiği politikalarına ve en son olarak "Şeytan Ekseni" ilanına kadarki süre zarfındaki Amerikan tarihinde, başından sonuna kadar açık bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Yerli Amerikalıların soykırıma uğratılması bahsettiğimiz bu örtülü şiddetin 18. yy'da yaşanmış en can alıcı örneğini teşkil etmektedir. Arnon Gutfeld (2002, s. 152) Kuzey Amerika'daki İngiliz güçlerin komutanıyla bir meslektaşı arasındaki yazışmalara dayanarak bu durumu belgeleme olanağını bulmuştur. Bahsedilen komutan Amerikalı yerlilere atıfta bulunarak onlar için " orman hayvanları" terimini kullanmış ve şöyle bir soru sormuştur: Şu memnun olmak nedir bilmeyen kabileye çicek hastalığı bulaştırmanın bir yolu bulunamaz mı?" Komutan kendisinin kızılderililere mikroplu battaniyeler dağıtmaya çalışacağını söyledi ve şöyle devam etti, "Kızılderililere karşı (savaştırmak için) iyi adamlar kullanmak aptalca bir iş, keşke biz de İspanyolların yöntemini kullanabilseydik. Böylece onları İngiliz köpeklerine avlatarak bu zararlı böcekleri kökünden halledebilirdik."
Gutfel'e göre (2002, s. 90) Amerikan politik şiddeti 'sahip olanlar' ve 'sahip olacak olanaların' "Amerikan bolluğunu" paylaşmasını garanti altına aldı. Gutfeld ayrıca Amerika'nın özel konumuna atıfta bulunur. Buna göre Amerika'nın sahip olduğu geniş doğal kaynaklar sınır genişleme sürecine ve büyük değişikliklere neden olmuş, sonuçta Birleşik Devletler'in kırsal bir toplumdan endüstriyel, şehirsel bir topluma doğru dönüşmesine zemin hazırlamıştır. İkinci olarak Birleşik Devletler'deki sivil toplum içerisinde yaygın bir anlayışı ve köklü bir geleneğe sahip olan 'paralegal' yani adaletin vatandaşlar eliyle sağlanması mantığı politik şiddetin öteki bir göstergesi olmuştur. Ekonomik, politik ve sosyal statükonun korunması amacıyla sokak kanunları yönetici elitler tarafindan tasdik edilip desteklenmiştir.
Madsen'e göre (1998, s. 41) 'Ayrımcılık' terimi Yerli Amerikalılarla ilişkilendirildiğinde 'beyaz politikacıların kızılderilileri kontrol etmesi' gibi bir anlam kazanmaktadır. Böyle bir düşüncenin bedeli ise, beyaz adamın yeni dünyanın sahillerinde görünmesiyle başlayan 300 yıllık bir katliam ve soykırım dönemi olmuştur. Siox kabilesinin en büyük liderlerinden olan 'Oturan Boğa' yerli Amerikan halkının beyaz ırkla 19. yy'ın solarına doğru olan karşılaşmalarından fiili yok oluşlarına kadarki devrede özellikle Birlesik Devletler'in kurulmasından sonraki süreçte günlük yaşamlarının maruz kaldığı zorunlu değişimi şöyle tarif etmektedir:
"Benim çocuk olduğum dönemlerde Siox'lar dünyanın sahibiydiler; Güneş bizim ülkemizde doğar ve batardı. Bir gün benimle savaşması için onbinlercesini gönderdiler. Savaşçılarımız nerede bugün? Topraklarımız nerede? Onları kim sahiplendi? Kendimin olanı sevmek yanlış bir şey mi benim için? Derimin kızıl olması nefret edilecek birşey mi? Bütün bunlar benim bir Siox olmam, bu topraklarda doğmam ve bu topraklar için ölmeye hazır olduğumdan dolayı mı?" (Philip Weeks'ten alıntı, 1990, s. 150)
Amerikan ayrımcılığının kızıderililere karşı uyguladığı söylemlerin paralel bir şekilde Siyonist ideoloji tarafından sivil Filistinlilere karşı uyguladığı görülebilmektedir.
"Bizim ülkemizde sadece Yahudiler için yer vardır. Araplara şunu söyleyeceğiz: Defolun! Eğer bunu yapmazlarsa ve direnirlerse, onları zorla dışarı çıkaracağız" (Ben-Zion Dinur, İsrail'in ilk Eğitim Bakanı, Haganah Tarihi, 1954)
İsrail tarafından oluşturulmuş yeni bir tür ayrımcılığın ortaya çıkmasıyla patlak veren Filistin buhranı, Amerikan ayrımcılığıyla ilişkilendirilip desteklenmiştir. Fakat Siyonizm ve Amerikan ayrımcılığı hiçbir askeri araç kullanılmadan yapılan bir direnişi, İntifada'yı ortaya çıkarmıstır. Ortaya çıkan bu mücadele ise Amerikan ve Siyonist ayrımcılığa paralel bir ayrımcılığa yol açmışır. Bu savaş anlam ve değerlere dayanmıştır, bu savaş 'yaşamı ölümün içinde, ölümü de yaşamın içinde' görenler için oldukça anlamlıdır.
Politik şiddet 'savaş ideolojisinden' yükselmektedir, (Losurdo, 2001), bu ideolojik bir yapılanmadır ve 'savaş ve hâkimiyeti', 'gücün yayılması' gibi unsurlara dayanmıştır. Herhangi bir özeliği bir milleti başka milletlere karşı üstün yapabilmektedir. Bu bağlamda eğer herhangi bir millet dünyanın diğer milletlerini aşağılayarak herhangi bir çeşit üstünlüğünü vurgulayacak olursa, bunun sonucu olarak bütün dünyada karşıt akımların ve oluşumların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bu açıdan yaklaşıldığında bu yöndeki bir ayrımcılığın dünya çevresinde paralel tarzda bir ayrımcılık yaratarak bütün kültürlerin, dinlerin, ulusların bu şekilde bir ayrımcılığa hak sahibi olduğu hissetmelerini sağlayacaklardır.
Hariç Bırakmacılık ve Dâhil Edimcilik
Hariç bırakımcılık iki paralel yönelişle sonuçlanmaktadır: Birincisi, 'Amerikan düşünce' ya da 'Siyonist Klüp' olarak tanımladığımız 'kabile ideolojisine' yani üye olanlar dışındaki herkesin dışarda bırakıldığı hariç bırakımcılıktır. Hariç bırakımcılığın ikinci sonucu ise üye olmak-dâhil olmak için tutkulu istek duymaktır. Fakat bu üyelik üyeye hiçbir katkı sağlamaz, bunun yerine 'gücün nüfuzunun' genişlemesini sağlar. Dâhil olma süreci Amerikanlaşma, Batılılaşma ve şimdi de küreselleşmeyle birlikte meydana gelmektedir.
Küreselleşme özel bir yöneliş aracılığıyla belirli bir ideoloji için duruş sergilemektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında küreselleşmeye ideolojik bir süreç olarak bakılabilir. İdeoloji, zoolojiyle yakın bağlantısı olan 'düşünceler bilimidir' (Wasburn, 1982, s. 235). Böyle bir bilim; Siyonizm fikrinin oluşum ve şekillenme sürecinden ütopik bir güç devleti formu olan 'İsrail devletine' dönüşümü sürecinin anlaşılması bağlamında yardımcı olmaktadır. İdeoloji her zaman bir çeşit tekelci politika ve hariççilik/ayrımcılık yaratmaktadır. İsrail ile Filistin arasındaki ilişki ideolojik dışlamaya, tekelciliğe ve dışlamacılığa neden olan bir ideolojik süreç olarak değerlendirilebilir.
6- Baskıya Tepki Olarak Direniş
Teorik olarak dayatma ve baskının direnişe neden olduğu söylenebilir. Özellikle değerler, kültür ve geçmiş uygarlığın ciddi bir saldırı altında olduğu hisedilirse. Bu direniş insanların kendi vatanlarında marjinalleşmesiyle artış gösterir. İnsanlar fiili anlamda özgür (!) olsa da uygulanan tecrit ve aşağılama poitikası nedeniyle acı içersindedirler. İslam tarihi içersinde Müslümanları direnişe teşvik edecek örnek bir model vardır. Bu durum İslam'ın bir direniş hareketi olarak ortaya çıkması gerçeğiyle ilgilidir. Bu durum ilk Müslümanların inançları dolayısıyla ağır bir biçimde cezalandırılmaları, tecrit ve yalnız bırakılmalarına dayandırılmaktadır. Bundan dolayı Filistin hareketi İslam'ın başlangıç ve genişleme döneminde olduğu gibi bir başlangıç hareketi olarak algılanabilir. Kudüs şehri İslam tarihinin başından sonuna kadar Müslümanlar için manevi bir güç kaynağı olduğu gibi yaşadığımız yüzyılda da Müslümanlar için bir 'milenyum kubbesi' haline gelmiştir. Bu durum Kudüs'ün Müslüman bir ülkede bulunmasıyla ilgili olmaktan çok Müslümanların- ve İslam'ın gücünü ve güçsüzlüğünü simgeleyen bir sembol olmasıyla ve yine Müslüman olmayanlar arasında uygulanan adalet ve adaletsizliğin sembolü olmasından dolayıdır. Kudüs'ün gerçek önemi ve statüsü- İslam inancı için sevgi, barış ve peygamberlerin kutsal şehri ve yine üç İbrahimi inancın içindeki peygamberlerin verdiği birlik mesajının sembolü- Filistin bağımsızlığına kavuşana kadar inşa edilemez ve Kudüs olmadan ise Filistin'in hiçbir değeri yoktur.
Küresel, kültürel ve politik değişimler geçmişe dönüş eğilimini belirginleştirmiştir. Bu eğilime göre geleneğe ait olan herşey iyi ve gerçek iken yaşanılan zaman geçmişin dejenerasyonudur. Bu bağlamda direnişin karakteristikleri fundamental değerler tarafından kontrol edilmiştir. Castell'e göre (1997) Endüstriyel çağdaki sivil toplumları oluşturan meşru kimliklerindeki bozulma, direnişi artıran bir değer olarak düşünülmelidir. Ona göre 'direniş kimliği' Küreselleşmenin ortaya çıkardığı etkinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Direniş kimliği toplumsal soyutluklarda kökleşir hale gelmiş ve Küresel akıntılar ve radikal bireyselciklerin etkisiyle sağa sola dağılmayı reddetmişlerdir. Bunlar kendi komünlerini kendi geleneksel değerleri olan Tanrı, Ulus ve aile çevresinde inşa etmiş ve kendi yerleşim yerlerini 'etnik amblemler' ve 'bölgesel savunmalarla' güvence altına almaktadırlar. Castells'e göre bu tür bir kimlikle şekillenenler birbirleriyle networker aracılığıyla iletişim kurmaktadırlar. Fakat bunlar mücadele ve belirli değer ve çıkarlar için uzlaşma yoluna gitmekten başka, devletle iletişim kurmamaktadırlar. 'Çünkü komünal düşünce ve eylem, hayati bir öneme sahiptir ve bireysel hareketler kabul görmez' (Castells, 1997, s. 356).
İntifada hareketini İsraillilerin Filistinlilere karşı uyguladığı yoğun baskı provoke etmektedir. Ve bu haraket sadece gençler arasında değil, çocuklar ve yaşlılar arasında da yankı bulmaktadır. Herkes bu harekete dâhil olmuştur. Çünkü herkes kültürel açıdan, medeniyet açısından ve dini başkentleri açısından köklü kayiplara uğramaktadir.
Sonuç
Sonuç olarak 3 noktaya değinmek istiyorum: İlk olarak şimdiye kadar açıkladığımız kadarıyla Amerikanizm ve Avrupacılığa dayanan; Amerikan ve İsrail Ayrımcılığı gibi tek merkezli dünya görüşü sadece bencillik, dayatma, şiddet, masum insanların kitlesel imhası, daha fazla kan dökülmesi, kin ve topyekûn savaşın sonuçlarını beraberinde getirir. Bir tarihçi için geçmişte yaşanmış belirli bir toplumla ilgili bir şeyin istisnai ve yegâne olduğunun ileri sürülmesi mantık dışıdır. Tarih araştırmaları bütün insanlığın "birliğine" dikkat çekmektedir. (Gutfelt, 200:X). En azından bugün dünya toplumu geçmiştekilerden farklı olarak rasyonel ve saygılı biçimde barış ve huzur için uğraşmaktadır.
İkinci olarak öyle görünüyor ki bütünüyle bağımsız toplumlardan oluşmuş karşılıklı anlaşma ve işbirliğinin olmadığı bir dünya hiçbir yaşam alanı bulunmayan, bütünüyle ütopik bir düşünceden ibarettir (Bauman, 2002). Bugünkü toplumlar, kültürler ve medeniyetler şimdiye kadarki varolan en hareketli ve taşınabilir toplumlardır (sanal dünya içerisinde) ve bu çağda durgun toplumların varlıklarını sürdürebileceği imkânından söz etmek imkânsız hale gelmiştir. Bağımsızlık bağımlının içerisinde; daha fazla destek ve yardımcı olduğu şekilde tanımlanmalıdır. Aksi takdirde dünya üzerindeki çatışmalar ve direniş kaçınılmazdır. Bu açıdan yaklaşıldığında Filistin hareketi üç aşamalı uluslararası bir hareket olarak görülebilir: İlk olarak Filistinliler içteki umutlarını dışarı kaydırarak uluslararası destek arayışındadırlar. Filistinliler, kendilerini hayal kırıklığına uğramış, gözünü açmış hisseden; kollektif güç olarak hareket eden küresel alanda geniş halk kitlelerinden destek almaktadır. Şurası gittikçe açıklık kazanan bir gerçektir ki küresel insanlık hareketi bu süreçte hızla gelişerek büyük başarılar ortaya koymaya başlamıştır. İkinci olarak, Filistinliler kurumsal olarak değil de, halk arasında yerel seviyede İntifada hareketinin içerisinde yer almaya başladılar. Global konteks içinde ele alındığında ortaya çıkan bu durumun bir hükumet otoritesi ve uluslararası organizyonlar çatısı dışında gelişmiştir. Ücüncü olarak, ulus kimliğinin katkısının kırılmasıyla birlikte uluslararası politik kimliklerin oluşturulması amacıyla sivrilen bir mücadele vardır. Filistin'in Filistinlilerce özgürleştirilme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanması yerel, ulusal ve küresel seviyelerde politik kimliğin bölünmesi sürecini başlatmıştır. Filistin hareketinin –insani değerlere dayalı- yükselen uluslararası bütünleşmeyle birlikte küresel anlamda tüm seviyelerde Filistin'in Siyonist işgalden kurtulmasını amaçlayan politik direnişin oluşturulması amacıyla eşgüdümlü bir çaba sarfedilmektedir.
Dünya politikası batılı güçlerin egemenliği altında olsa bile bugün küreselleşme artık sadece bir emperyalizm aracı meselesi olarak ele alınamaz. Bir amaca yönelik eylem iki yönlü bir süreçten geçmektedir; fakat şu anda Küreselleşmeye karşı –sonuçları az ya da çok ortaya çıkmış olarak- gözle görülür bir yöneliş söz konusu değildir. Bu nedenle günümüzde yaşanılan Küreselleşme aşaması, mevcut olanı devirmeye çalışan bir önceki aşamayla karşılaştırılmamalıdır.
Küreselleşmeye tepki olarak onunla birlikte gelişen 'karşıt Küreselleşme', küreselleşmeye karşı oluşan tepkileri ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşme sürecinin dünyayı merkez ve çevresi -merkez belirli bir süper güç ve onun müttfiklerinden oluşurken geri kalan güçler de çevreyi oluşturmaktadır- arasında bölmesi beklenmektedir. Karşıt küreselleşme merkezin dışında kalan güçlerin nasıl somut bir şekilde küreselleşmeye karşı tavır aldığını göstermektedir. Bununla birlikte yine karşıt küreselleşme, dünyanın küreselleşmenin farklı bir boyutu olan Amerikan ayrımcılılığına karşı olan tepkisini açıklamaktadır. Bu nedenle bugün totalitaryan Amerikan dış politikasına karşı alınacak tavırlardan bir tanesi küresel toplumun geniş ölçekte yankı yapabileği tepkileri olabileceğini söyleyebiliriz. Bahsettiğimiz bu küresel toplum bir gerçekliktir. Dünya insanları, dini ve ırki farklılıklara rağmen bütün insanlığın ortaklaşa paylaştığı insani duygu ve düşüncelerin neticesinde kesin hatlarla belirginleşmiş adaletsizliğe insani tepkilerini göstermektedirler. Bu bağlamda Amerika'nın hegomonik süper güç emellerini motive eden ve yine aynı zamanda İsrail devletinin Filistinlilere dönük politikalarının temelini oluşturan 'hariç bırakımcılık' karşıt bir akım olan 'dâhil edimcilik' ile karşı karşıya kalmaktadır. Herhangi bir seviyede bu 'hariç birakımcılık' politikasına maruz bırakılmış topluluklar, ortak insani değerlerden yükselen dâhil edimcilik eğiliminin bir neticesi olarak bu duygulara sahip geniş kitlelerden destek ve sempati kazanmaktadırlar.
Öte yandan, bir taraftan 'hariç bırakımcılık' aracılığıyla farklılıklar yok edilmeye çalışılırken diğer taraftan 'dâhil edimcilik aracılığıyla' farklılıkların önemini kaybetmesi durumu söz konusudur. İlk durumda 'Ötekinin' ya bir kültürün küreselleşmesinin önündeki bir engel ya da bir milletin 'Seçilmiş Milletin' önündeki bir engel olarak görülmesi ve bu bağlamda yok edilmesi amaçlanmaktadır. İkinci durumda ise bireyin belirli bir ideoloji, din ve kültür sahibi olan bir; en temel ve genel özelliği olan 'insan' olarak algılanıp kabul edilmesi durumu söz konusudur. Karşıt küreselleşme bu bağlamda bir duruş sergilemektedir. Birey aynı evrensel hak ve statüye sahip bir insan olarak kendi yegâneliğini diğer bireylere de bütünüyle açık bir şekilde yeniden ortaya koyar. Bu çeşit bir duruş 'hariç bırakımcılık/küreselleşme/ulusalcılık'ın ürettiği 'Ötekinin' tersten bir yaklaşımla elenmesini sağlamaktadır.
Bugünlerde uluslararası politikaların belirleyicisi sadece 'resmi ve kurumsal' güçler değildir. 'Dünya toplumunun insanları' da bu karar verme sürecine kuvvetli bir şekilde müdahil olma konumundadır. Bundan başka farkına varılması gereken bir diğer nokta da şu anda işlevsel halde olan sadece bir çeşit küreselleşme değil de birçok çeşit küreselleşmedir (Berger and Hungtinton, 2002). Amerikanizasyon sürecinin meydana gelmesi gibi, küresel bağlamda direniş ve mücadelenin göze çarpan önemli bir sembolü olarak Filistinleşme süreci de bir potansiyel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu manada Filistin gerçek bir 'milenyum kubbesi' olarak duruş sergileyebilmektedir. Öyle bir kubbe ki gölgesinde adalet için dimdik duranları, insan haklarının tarafını tutanları ve doğru olan için yapılan mücadelede durmaksızın savaşanları barındırmaktadır.
Dipnotlar:
1- Milenyum kubbesi, yeni gelen 3. bin yıl kutlamaları için Greenwich 'te inşa edilen ve dünyada şimdiye kadar inşa edilmiş olan en büyük kubbenin adıdır. Bu kubbe birçok anlam taşımakla birlikte, yazar daha çok evrensellik ve cağlar üstülük boyutuna vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda Filistin'in bütün zamanlarda dünya halkları tarafından bir direniş ve başkaldırı simgesi olabileceği tezini savunmaktadır.
2- Burada kullanılan 'ayrımcılığın' anlamı Amerikalıların ve Siyonistlerin kendilerini üstün bir ırk olarak görerek, diğer ırk ve kültürlere her şeyi yapabilmelerini doğal hakları olarak görmeleridir. Bu kavram İngilizce'de 'Exceptionlism' kelimesiyle ifade edilmektedir. (Çeviren)