Frantz Fanon, ilk kez 1963'de yayınlanan Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabında sömürgeciliğin ve emperyalizmin Üçüncü Dünya ülkeleri üzerindeki etkilerini çözümlemekteydi. "Sömürgecilik ve emperyalizm" diyordu, "bayraklarıyla polis güçlerini topraklarımızdan çektikleri zaman bizimle tüm ilişkilerini kesmiş olmazlar. Kapitalistler, yüzyıllardır az gelişmiş dünyada gerçek savaş suçluları gibi davrandılar" (Fanon 2001: 94-95). Fanon, bugün Avrupa'yı boğan zenginliğin az gelişmiş ülkelerden çalınan zenginlik olduğunu öne sürüyor ve Üçüncü Dünya halklarının, Avrupa için, kendileri için ve insanlık için yeni bir sayfa açmak, yeni kavramlar üzerine çalışmak ve yeni bir insan yaratmak zorunda olduklarını iddia ediyordu (Woddis 1975: 34). Yeryüzünün Lanetlileri yayınlanalı 40 yıl oldu; ancak Fanon'un söylemlerini yeniden güncelleştiren, daha doğrusu dikkatlerimizi yeniden o söylemlere yöneltmemizi gerektiren tarihsel bir kırılma noktasında bulunuyoruz. 11 Eylül sonrasında Üçüncü Dünya topraklarının yeni-sömürgeci, emperyal güçler tarafından yeniden işgal edilmesi ve/veya işgal edilmekle tehdit edilmesi ile vasıflanan bu tarihsel evrenin doğasını kavrayabilmek için kuramsal bir geri plana, savaşın ne'liğine ilişkin bir değerlendirmeye ihtiyacımız var.
Siyaset sosyolojisi açısından bakıldığında savaş, siyasal eylemin zora dayalı/cebri iki biçiminden biri olarak tanımlanmaktadır (Bouthoul 1968:136) Zora dayalı diğer siyasal eylem biçimi ise devrimlerdir. Savaşı, siyaset kurumuna bağlayarak tanımlama geleneği, ünlü savaş kuramcısı Carl von Clausewitz ile başlamıştır. Clausewitz, Savaş Üzerine adlı klasik eserinde, savaşı siyasetin başka yollarla/araçlarla sürdürülmesi biçiminde tanımlamıştır:
"O halde, harbin yalın bir politik eylem olmayıp gerçek bir politik araç, politik ilişkinin bir devamı, politikanın başka araçlarla uygulanması olduğunu görüyoruz. Harbin kendine özgü özelliği, sadece araçlarının Özelliğinden ibarettir... politik niyet amaç, harp ise araçtır ve araç hiç bir zaman amaçsız düşünülemez" (Clausewitz 1999: 35).
Savaş, insan toplumlarını derinden etkileyen, katastrofik sonuçlar yaratan bir olgu olduğu için siyaset bilimde olduğu kadar sosyolojide de tartışılmış, nedenleri ve sonuçlan üzerine kafa yorulmuştur. 17. yüzyılda duc de Sully savaşların en önemli nedeninin din olduğunu öne sürerken; 18. yüzyılda Jeremy Bentham sömürgeleri savaşın asıl nedeni olarak gösteriyordu (Bouthoul 1968: 138). Sorokin'in, "insanlar arasındaki varoluş mücadelelerinin en keskin ve şiddetli biçimi" (1928: 313) olarak tanımladığı savaşların belli toplumsal işlevleri de var. Burada söz konusu işlevlerden üçü üzerinde durmak istiyoruz:
Savaşlar, öncelikle, ülke içinde gelişmekte olan şiddet eylemlerinin dışarıya yönlendirilmesini sağlarlar (Bouthoul 1968: 138). İç gerilimlerin dışarıya aktarılması olarak da adlandırabileceğimiz bu süreç, işlevselci sosyologlar tarafından istikrar (denge) koruyucu mekanizmalardan, emniyet supaplarından biri olarak tanımlanmıştır. Örneğin çatışmacı yapısalcılardan Lewis Coser, grup içi ve özellikle gruplar arası çatışmaların "toplumsal yapının oluşumu, birleşimi ve korunması açısından" ne kadar araçsal ve işlevsel olabileceğini göstermeye çalışmıştır (Poloma 1993: 99).
Savaşın diğer bir toplumsal işlevi ise, kazanan ülkelerin rejimlerine taze kan sağlamasıdır. Yenilenler açısından ise olumsuz fonksiyon görür; devrimlere ve hükümet darbelerine kapı aralar (Bouthoul 1968: 137). XX. yüzyılın bütün devrimleri kaybedilen savaşların ertesinde gerçekleşmiştir. Savaşın bu işlevine en çarpıcı örnek Lenin önderliğinde gerçekleştirilen Ekim devrimidir. 1917 devriminin gerçekleşmesi, büyük ölçüde Lenin'in "emperyalist savaşı bir iç savaşa dönüştürme" tezinin başarıya ulaşmasına bağlıdır.
Savaşın, dikkat çekmek istediğimiz son işlevi, devletlerin haklarını, ayrıcalıklarını ve önem sıralarını belirleme İşlevidir. Uluslararası hukukun ilkelerini belirleme hakkını elde etmek de bu işlevin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır (Bouthoul 1968: 139). Bu açıdan bakıldığında, dünya tabakalaşma sisteminde devletlerin alacağı yeri belirleyen en önemli etmenlerden biri de savaş olmaktadır. O halde, ister 1946'da Gaston Bouthoul (1967: 3)'un önerdiği kavramlaştırmayla polemoloji (savaşbilim) açısından, ister siyaset ya da savaş sosyolojileri açısından bakalım, yapmamız gereken, savaşın biçimlerini, nedenlerini, etkilerini ve işlevlerini toplumsal açıdan incelemektir. Bu bağlamda bizim sormamız gereken soru da şu olmalıdır: 7 Ekim 2001 tarihinde başlamış olan Afgan savaşının nedenleri, işlevleri ve müslüman dünya açısından sonuçları nelerdir? Bu soruya cevap verebilmek için, öncelikle 15. yüzyıldan beri kendisini yaratmakta ve yaymakta olan kapitalist dünya-sistemin yapısal bir çözümlemesine ihtiyaç vardır. Buna ilave olarak, dünya İslami hareketler ailesinin kapitalist dünya-sistemle olan ilişkisini çözümlemek gerekmektedir. Burada İslami hareketler ailesi terimini, Walterstein (1993: 46)'ın "sistem karşıtı hareketler ailesi" biçimindeki adlandırmasına gönderme yapmak için kullanıyoruz.
15. yüzyıldan bu yana kendisini yaratmakta ve yaymakta olan kapitalist dünya-sistem, önceki dünya-sistemin tek bir siyasal otorite/farklı ekonomik yapılanmalar ile vasıflanan yapısından farklı olarak siyasal anlamda ulus devletlere bölünmüştür, fakat dünya çapında tek bir kapitalist ekonomik örgütlenme biçimi yaratır. Konumuz açısından bakıldığında, kapitalist dünya-sistemin iki özelliği öne çıkmaktadır. Kültürel alanda tek-kültürcü olması ve ekonomik alanda emperyalist tutumu. Tek-kültürcülükten kastımız, batının model alınmasını öngören modernleşmeci, ilerlemeci, evrimci şemaların batı-dışı halkların tümüne dayatılmasıdır. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri, son dönem sosyal bilimlerinde etkili olmaya başladığı görülen çok-kültürlülük/çok-kültürcülük savlarının tam aksine, Filistin ve Bosna deneyimlerinin gösterdiği üzere farklılıklara tahammülsüz tek-kültürcü bir ideoloji tarafından sevk ve idare edilmektedir. Çeçenistan örneğinin gösterdiği gibi, Batının doğusu yani Rusya da aynı özelliklere sahiptir.
Lacoste'un, ekonomik, sosyal ve politik alanların birbirinden ayrımlaşması sonucu gelişen, "alan [fizik mekanı kastediyor] ve insanlar üzerindeki bir egemenlik sistemi" (1998: 116) diye tanımladığı emperyalizme gelince; kapitalist dünya-sistem bu egemenliği önce fiziksel işgale dayalı klasik sömürgecilik yoluyla, daha ileriki evrelerinde ise sermayenin uluslararası hareketi ile vasıflanan yeni-sömürgecilik yoluyla gerçekleştirmiştir. Böylece, yerkürede uluslararası bir tabakalaşma sistemi yaratmıştır; Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın piramidin tepesinde yer aldığı bir tabakalaşma sistemidir bu. 1917'deki Ekim devriminden 1945'e dek, sosyalizm, kapitalist dünya-sistemin doğurduğu kültürel ve ekonomik eşitsizliklere karşı çıkan toplumsal hareketler yaratarak neredeyse tek alternatif olma özelliğini korumuştur. Kuşkusuz bu, kapitalist dünya-sisteme içerden yöneltilmiş bir meydan okumaydı. Ve SSCB, devrimin ilk yıllarındaki "dünya devrimi" çağrısını terk ederek tek ülkede sosyalizm ilkesine döndüğü 1920'lerin ikinci yarısından itibaren kapitalist dünya-sistemle barışma yoluna girmişti; ancak yine de, dünya halklarının birçoğu için kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere çözüm getirecek alternatif bir sistem olarak kabul edilmeye devam etti. Bu açıdan bakıldığında, SSCB'nin kapitalist dünya-sistemle gerek söylemsel gerekse fiili uzlaşmasının kritik tarihi 1945'dir. SSCB'nin 1945'de Yalta'da dünyayı ABD ile arasında kardeş payı usulüyle paylaşmasının bir sonucu olarak, sosyalizm alternatif olma özelliğini hızla yitirmeye başladı. SSCB'nin dağılması sürecinde Rusya, kapitalist dünya-sistemle 1945'den bu yana devam etmekte olan yakınlaşma eğilimini resmileştirdi. Yabancı sermaye girişine ve sanayide ve toprakta özel mülkiyete izin verilmeye başlanması, sosyalizmden uzaklaşma sürecinin artık son aşamasına geldiğini gösteriyordu.
Rusya'nın kapitalist dünya-sisteme eklemlenme çabalarının son ve en açık göstergesi 7 Ekim 2001 tarihinde Amerika'nın Afganistan'ı bombalamasıyla başlayan savaşa verdiği tepkilerdir. Rusya'nın gerek ideolojik gerekçelerle gerekse Sever'in de belirttiği gibi "bölgedeki kontrolünün azalacağı düşüncesiyle ABD'nin yapacağı girişimlere ayak direyeceği" düşünülürken, "gelişmeler tam aksi istikamette oldu" (Sever 2001: 56). Putin, 11 Eylül saldırısının hemen ardından ABD'ye, uluslar arası terörle mücadele bağlamında beş maddelik bir plan teklif etti. Bu plana göre:
"1. Rusya ve ABD istihbarat birimleri arasında sıkı temas kurulacak.
2. Afganistan operasyonu sırasında insani yardım taşıyan uçaklara hava koridoru açılacak. Açık hava sahası askeri uçakları kapsamayacak. Operasyonun gidişine göre bu konuda ek kararlar alınabilir.
3. İnsani yardım amaçlı açık hava sahası Rusya'nın müttefiki sayılan Orta Asya cumhuriyetleriyle koordinasyon içinde açılacak.
4. İlgili bölgelerde gerçekleştirilecek arama ve kurtarma operasyonlarına Rusya katılmaya hazır olduğunu bildirir.
5. Kuzey ittifakı, Rabbani yönetimi Rusya tarafından Afganistan'da resmi iktidar sayıldığı için, bu güçlere askeri ve siyasi destek sürdürülecek" (Sever 2001: 57).
Sever'e göre, Rusya Federasyonu'nun bu planla ulaşmaya çalıştığı iki temel hedef vardır; bunlardan birincisi 1990'dan bu yana bağımsız bir devlet kurma çabalarını sürdüren Çeçenlerin Batı tarafından da terörist olarak ilan edilmesini sağlamaktır. İkincisi ise, küresel sisteme tam entegrasyonun önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Sever'in de vurguladığı gibi, yabancı yatırımların artırılması ve Rusya ile AB ve NATO arasında yakınlaşmanın sağlanması amaçlanmaktadır. Ancak, Rusya'nın SSCB'den Rusya Federasyonu'na evrilmesi sadece Rusya'nın ülkesel koşullarını etkilemekle kalmamış, uzun zamanlar boyunca Marksist-Leninist solun kendisini cisimleştirdiği yegane egemen odak olması nedeniyle sol düşünceyi de ağır bir krize sokmuştur, Stalin dönemine ilişkin acı anıların Sovyet modelinin çekiciliğini azaltmış olduğu doğrudur; ancak bu koşullar altında bile Rusya, sol devrimciliğin ve kapitalist dünya-sisteme karşı sol direnişin önemli bir simgesi olma özelliğini sürdürüyordu. Bütün bu nedenlerle, Rusya'nın Gorbaçov döneminden itibaren geçirdiği dönüşümler, solun Marx'tan bu yana gururla benimsediği anti-kapitalist ve anti-emperyalist duruşu önemli ölçüde tahrip etmiştir denilebilir. Solun kapitalist dünya-sisteme alternatif olmaktan çıktığı, kendi içinde sürdürdüğü tartışmalardan da açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, dünya solu dergisi Cosmopotitik'te yer alan ve 11 Eylül sonrası dünyanın yeni gündeminin tartışıldığı bir yazıda, "... sosyalizm gerçek bir seçenek olarak dünya sahnesindeki yerini tekrar almadığı sürece, kazanan hep barbarlık olacak" denilmektedir (Tanıttıran 2001: 13). Sol, bu süreçte sadece küresel bir alternatif olma özelliğini yitirmekle de kalmamıştır. Kapitalist dünya-sistemin egemen devletleri tarafından sürdürülen sistematik katliamlara, Ladin ile CIA arasındaki ilişkileri kurcalamak ya da savaşı bir enerji savaşına indirgemek suretiyle kendince bahaneler bulmayı ve bu suretle de, İslami hareketlerin kapitalist dünya-sisteme alternatif olma özelliğini göz ardı etmeyi yeğlemiştir.
Özelde Rusya'nın genelde ise sol hareketlerin yukarıda özetlemeye çalıştığımız seyir içinde kapitalist dünya-sisteme alternatif olma özelliğini yitirmesi gibi, 1950 sonrasında ulusal bağımsızlık savaşları yoluyla sömürge olmaktan kurtulan yeni devletler de, dünya-sisteme kısa zamanda entegre oldukları için hatırı sayılır bir alternatif oluşturamamışlardır. Ulusalcı temalar, siyasal bağımsızlığı sağladıkları durumlarda bile, yeni-sömürgecilik karşısında çaresiz kalmış; kültürel alanda da, ulusalcılık tek-kültürcü ideolojilere eklemlenmeye engel olamamıştır. Bu nedenle 1950'lerden itibaren sosyalist ve ulusal kurtuluşçu ideolojiler kapitalist dünya-sisteme bir alternatif olma özelliklerini hızla yitirmişlerdir. Geriye tek alternatif olarak, bir inanç veya sistemin bütünüyle hayata aktarılmasını savunan "entegrist hareketler" (Wallerstein 1993: 43) kalmıştır ki, İslami hareketler ailesi bu entegrist hareketlerin en önemlisidir. 21. yüzyılın başına gelindiğinde/ kapitalist dünya-sistemin yarattığı kültürel ve ekonomik eşitsizliklere karşı çıkan yegane gücün İslami hareketler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu karşı çıkışı sadece bir medeniyetler çatışmasına indirgemek haksızlık olur. İslami hareketlerin, kapitalist dünya-sistemin kültürel dayatmalarına karşı çıkması ve yeni/alternatif bir medeniyet önermesi anlamında bir "medeniyetler çatışması" olduğu doğrudur; ancak, İslami hareketlerin kapitalist dünya-sistemin ekonomik sömürüsüne ve siyasal hegemonyasına yönelttikleri eleştiriler dikkate alındığında, söz konusu meydan okumanın bir medeniyetler çatışmasına indirgenemeyeceği açıkça görülmektedir.
İslami hareketler, adil/eşitlikçi bir dünya talebinde bulunmaktadırlar. Şu anda Filistin'de, Çeçenistan'da ve son olarak da 7 Ekim 2001 tarihinden bu yana Afganistan'da yürütülmekte olan savaşlar, kapitalist dünya-sistemin kendi kültürel öncüllerine ve kendi yarattığı tabakalaşma sistemine karşı çıkan İslami hareketler ailesine yönelttiği bastırma operasyonunun halkalarıdır. Rusya Federasyonu da, 1990'dan itibaren kapitalist dünya-sisteme eklemlenme sürecine girdiğinden bu operasyonda batıyla işbirliği içindedir. Özetle söylendikte, kapitalist dünya-sistemin önceki emperyal savaşlar sonucunda oluşturduğu uluslararası hiyerarşiyi muhafaza etme ve pekiştirme arzusu ile İslami hareketler ailesinin bu hiyerarşiye yönelik kültürel-siyasal ve ekonomik itirazları arasındaki çelişki ve bu çelişkinin doğurduğu çatışmalar, 21. yüzyılın ilk çeyreğini belirleyen ana ekseni oluşturacak gibi görünmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Fanon'un sömürgeciler ile sömürülenler -yeryüzünün lanetlileri- arasında tanımladığı çatışmanın, yeni biçimler altında halen sürdürülmekte olduğu söylenebilir.
Kapitalist dünya-sistemin egemen devletleri ya da dünya tabakalaşma piramidinin en üstündeki ülkeler, sistem-karşıtı hareketler ailesinin temsilcisi, destekçisi ya da koruyucusu olarak tanımladıkları ülkeler için "haydut devlet" nitelemesini kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Benzer biçimde iş gören kavramlardan biri de "terörist devletler" kavramıdır. Ancak, Chomsky'nin de işaret ettiği gibi, haydut devlet kavramı çok göreli bir kavramdır. Çünkü örneğin Küba "uluslararası terörizmle ilişkisi olduğu iddia edildiği için önde gelen bir haydut devlet olarak nitelendirilir"; oysa 40 yıldır Küba'ya karşı terörist saldırılar gerçekleştirdiği halde "ABD bu kategoriye girmemektedir" (Chomsky 2001a: 36). Küresel güçler benzer biçimde İran, Libya, Irak, Afganistan ve Çeçenistan'ı da bu kategoride tanımlama eğilimindedirler. BM kararlarını sürekli olarak kendileri ihlal ettikleri ve sınırsız güç kullanımı yoluyla küresel çıkarlarını azamileştirmeye çalıştıkları halde, sistem-karşıtı hareketleri ve bunlarla ilişkilendirdikleri ülkeleri "haydut" ve "terörist" olarak tanımlamaya devam etmektedirler. Chomsky kavramların bu göreli ve muğlak kullanımını kastederek; "kriterler oldukça açıktır" diyor. "Bir haydut devlet, basitçe suçlu bir devlet değil, fakat kudretlinin emirlerine karşı koyan devlettir. Kudretliler ise tabii ki muafiyetten yararlanırlar" (2001: 36). Haydut devlet ya da uluslararası terörizm kavramlarının bu muğlak kullanımı, küresel kapitalizmin yürüttüğü emperyal savaşların üstünü örtmeye yaramaktadır.
Chomsky, devletler açısından bakıldığında haydutluğun asıl göstergesinin, uluslar arası hukuka ve BM tarafından alınan kararlara uymamak olduğunu iddia etmektedir. Chomsky'e göre, yakın tarihte, BM kararlarına kulak asmayan tek devlet ABD'dir ve bu nedenle de haydut ya da terörist devlet nitelemesini ABD hak etmektedir. Elbette İngiltere gibi gönüllü müttefikleriyle birlikte. Bu konuda zikredilebilecek çok sayıda örnek var. Ancak Chomsky'nin ne demek istediğini anlamak için, çok çarpıcı iki örnek üzerinde durmak yeterli olacaktır: Nikaragua ve Sudan. Kaldı ki, Nikaragua örneği ABD'nin uluslararası terörist bir devlet olduğunun Dünya Mahkemesi tarafından tesciliyle sonuçlanmış istisnai bir örnektir aynı zamanda.
1980'lerde ABD'nin, onbinlerce kişinin ölümüne ve ülke ekonomisinin çöküşüne yol açan saldırılarının ardından Nikaragua Dünya Mahkemesine başvurmuş ancak mahkemenin aldığı lehte karara ABD'nin uymaması üzerine süreç Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul üzerinden sürdürülmüştü. Nikaragua her başvurusunda hakti bulunmuş olmasına karşılık, kararların AB, ABD, İsrail ve el Salvador tarafından veto edilmesi nedeniyle zararını tazmin edebileceği bir çıkar yol bulamamıştı (Chomsky 2001b: 22-23). Kapitalist dünya-sistemin egemen devletleri, kendi yaratıları olan BM'nin ve yine kendi yaratıları olan uluslararası hukuk ilkelerinin sınırlayıcılığına uymamakta direnmişlerdi. Direnenlerin başında da ABD geliyordu. Chomsky'ye göre, bu saldırılar, gerek gerçekleştirilme gerekçeleri ve biçimleri, gerekse hukuk süreci sonunda alınan kararlar nedeniyle gerçek terörist devletin hangisi olduğunu gösteren somut birer örnek teşkil etmektedir.
Aslına bakılırsa, ABD'nin Latin Amerika'daki suç dosyası oldukça kabarık. Latin Amerika'nın yakın tarihinde yaşanan bütün askeri darbeler; bütün anti-demokratik girişim ve uygulamalar ABD tarafından desteklenmiştir. Bunları sevk ve idare eden yerli komutanlar ise ABD'deki School of Latin Americas'da özel eğitim almış. Bu darbe süreçleri içinde, kıtanın alt yarısının çıkarları üst yarısının çıkarlarına teslim edilmiş ve Eduardo Galeano'nun da belirttiği gibi, toprakların ve çıkarların ABD şirketlerine devredilmesiyle sonuçlanmıştır:
"Guatamala, büyük çapta bir 'kirli savaşın' uygulandığı ilk Latin Amerika laboratuvarı oldu. Amerika Birleşik Devletleri tarafından eğitilen, yönlendirilen ve donatılan insanlar soykırım planını başarıyla yerine getirdiler. 1967 uzun bir San Bartolome gecesi oldu...Arjantindeyse, dehşet, .... Juan Domingo Peron'un ülkeden ayrılmasıyla başladı" (Galeano 1986: 14).
Galeono (2001: 175-176), Guatamala'da ölenlerin sayısının çoğu yerli olmak üzere 200 bin civarında olduğunun altını çiziyor ve sadece Kissinger döneminde Endonezya, Kamboçya, Iran, Güney Afrika ve Bangladeş'de ve Latin Amerika'nın tamamında gerçekleştirilen terör eylemlerinin, ABD tarafından desteklenmiş, finanse edilmiş ve yönlendirilmiş olduğunu belirtiyor.
1998'de Sudan'daki el-Şifa ilaç fabrikasının bombalanması nedeniyle ölenlerin toplam sayısı da onbinleri aşmaktadır. Bu saldırının toplam maliyetini doğru olarak saptayabilmek için, ülkenin ilaç ihtiyacının yaklaşık %90'ını karşılayan bu fabrikanın bombalanması sırasındaki kayıplara, yaratılan ilaç darboğazının sonucu olarak sıtma, verem ve hayvanlardan geçen diğer hastalıklar nedeniyle ölenleri de eklemek gerekmektedir. Dahası, bombalamanın ardından gelen ambargo yüzünden, ilaç ithali de olanaksızlaşmıştır.
"El-Şifa, ayrıca bu geniş, kırsal ülkede hayvan ilaçları üreten tek fabrikaydı. Özellikle hayvanlardan insanlara geçen parazitleri öldüren ilaçlar üretiyordu. Sudan'da çocuk ölümlerinin başlıca sebebi bu parazitlerdir" (nakleden Chomsky 2001b: 41).
ABD'nin bu saldırıyı gerçekleştirmesinden kısa bir süre önce, Sudan yetkilileri, saldırının gerekçesi olarak gösterilen Afrika'daki Amerikan elçiliklerinin bombalanması olaylarının zanlısı olduğu düşünülen kişileri yakalamış ve Washington'daki yetkililere teslim etme girişiminde bulunmuşlardı. Bu girişimleri kabul görmemişti. Benzer bir tutumun, Ladin'in tarafsız bir ülkenin mahkemesinde yargılanmak üzere teslim edilebileceği teklifi karşısında da takınılmış olması önemlidir. 7 Ekim sonrasındaki gelişmelerin doğru okunabilmesi, ABD'nin uluslar arası hukuka uyma çağrılarına her üç örnekte de uymamakta ısrar etmiş olduğunun anlaşılmasına bağlıdır. Buna karşın, her üç örnekte ve aslında çok daha fazla sayıda örnekte (Libya ve Irak'ın bombalanmasında da) uluslararası hukuka ve BM kararlarına uyma çağrısında bulunanlar, hep küresel sistemin "terörist" olarak tanımladığı ülkeler olmuştur (Chomsky 2001a: 34). Bu açıdan bakıldığında, haydut ya da terörist devletler tanımlamasının, emperyal savaşların gerçek niteliğini perdelemeye yarayan birer araç olarak kullanıldığı görülmektedir.
Svante E. Cornell (1997: 203)'ın da belirttiği gibi, emperyal savaşlar genelde askeri bakımdan olduğu kadar teçhizat bakımından da çok güçlü orduların, çok zayıf halklara karşı yürüttükleri savaşlardır. Ancak, savaşın yürütüldüğü bölgenin savunma halindeki tarafça çok iyi bilinmesi ve saldırgan tarafın nüfuzuna imkan vermemesi nedeniyle söz konusu teknik ve askeri üstünlükler genellikle işe yarar biçimde kullanılamaz. Cornell'a göre, bu karakteristikler gerek Vietnam, gerekse 79 Afganistan ve 90 sonrası Çeçenistan savaşlarının ortaklaştığı özelliklerdir. Cornell, emperyal savaşların emperyal güçlerce kazanılmasının pek olanaklı olmadığını göstermeye çalışmaktadır. Çünkü bu savaşların ekonomik ve insani maliyetleri ağırdır; çok para harcanmasını ve çok sayıda askerin feda edilmesini gerektirirler. Bir başka deyişle, kapitalist dünya-sistemin yeryüzünün lanetlileri karşısında galip gelmesi uzun vadede olanaklı görünmemektedir.
7 Ekim 2001 tarihinde başlatılmış olan ve kapsamı Amerika tarafından giderek genişletilecek gibi görünen savaş da emperyal bir savaştır. Afganistan yanında, hemen bütün Ortadoğu'nun, Asya'nın önemli bir kısmının ve Kafkasya'nın da içine dahil edilmek istendiği bu savaş, kapitalist dünya-sisteme tek alternatif olarak görülen İslami hareketler ailesinin baskı altına alınmasını hedeflemektedir. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısı boyunca, sosyalist hareketleri hedef alan ve dünyanın neresinde olursa olsun kurdurduğu anti-komünist yapılanmalar aracılığıyla bu hareketleri bastırmaya çalışan kapitalist dünya-sistem, yüzyılın son çeyreğinde ve özellikle son on yılında -SSCB'nin sisteme eklemlenmesi nedeniyle- geride kalan tek alternatif olan İslami hareketlere yönelmiştir. Savaşın başlangıcında hedefin sadece Afganistan ve Ladin olduğu iddia edilirken, bugün Malezya'dan Filipinlere, Irak'dan Lübnan'a, İran'dan Çeçenistan'a, Filistin'den Arap yarımadasına -hatta buradaki Amerikancı devletlere- kadar bütün İslam dünyasının hedef haline getirilmiş olması, savaşın gerçek nedenleri hakkındaki savlarımızı destekleyen örneklerdir. Bu savlara, İslami hareketler ailesinin alternatif bir medeniyet ve dünya-sistem önerme konusundaki yetersizlikleri ya da bu önerilerin ham ve işlenmemiş oldukları gerekçesiyle itiraz edilebilir. Bu itirazlarda haklılık payı da bulunabilir. Yine de açık olan husus şudur; İslami hareketler ailesi, bugün toprakların işgal altında olması nedeniyle ağırlıklı olarak sıcak çatışmalar içinde bulunmasına karşın; ve bununla birlikte, kapitalizmin ve emperyalizmin doğasına ilişkin temel düşünsel itiraz noktalarına sahiptir. Küresel ekonomik ve siyasal ilişkilerin ve küresel sistemin temel kültürel öncüllerinin meşruiyetini sorgulanmaya açık hale getiren bu alternatifler -işlenmeye muhtaç olmakla birlikte- global ölçekte yegane alternatif olma özelliğini korumaktadır.
İlginçtir ki, kapitalist dünya-sistem de, kendi hegemonyasının ulus-üstü ifadesi olan BM'nin ve uluslar arası hukukun ilkelerini çiğnemekle; kendi meşruiyet temellerinin aşındırılması sürecine katkıda bulunmaktadır. Bu meşruiyet yitimi, uğrayabileceği askeri yenilgiler ve taşıdığı ekonomik iç çelişkilerle birlikte küresel yayılımını tamamlamak üzere olan kapitalist-dünya sistemin sonunu getirebilir. Che Guevara, kuzey Amerikan emperyalizmini yıkmak için tek Vietnam yetmez demişti; emperyalizme karşı giderek daha fazla sayıda cephe açılması gerektiğini ileri sürmüştü. 11 Eylül sonrasında ABD'nin Afganistan'a karşı başlattığı savaşı küreselleştirerek neredeyse bütün İslam dünyasını karşısına alması, ironik ve paradoksal bir biçimde Che'nin açmayı düşlediği cepheleri kendi elleriyle artırmasına yol açabilir. Bu nedenle, söz konusu süreci, küreselleşme ile birlikte ortaya çıkan yeni ihtiyaçların, küresel ilişkilere uygun düşen yeni bir uluslar arası hukuk arayışının sonucu olarak değerlendirme ya da ABD'nin enerji politikalarının sonucu olarak görme eğilimleri kanımızca eksiktir.
Medeniyetlerin doğuş ve yıkılışlarında savaşın çok önemli bir etmen olduğunu biliyoruz (Bouthoul 1967: 3). Bu saptama, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca İslami hareketlerce yürütülmüş olan "kutsal savaşlar" için de geçerli midir? Bir başka deyişle, 21. yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde, söz konusu savaşların yeni bir İslam medeniyetine gebe olduğu söylenebilir mi? Özellikle de, batı dünyasının en gözde sistem kuramcılarının bile çöküş alametlerine dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizdiği bir dönemde. Kapitalist dünya-sistem küreselleşmiş; doğduğu andan beri içinde barındırdığı potansiyelleri neredeyse tamamen gerçekleştirmiştir. Bu yayılma, Wallerstein'in da işaret ettiği gibi, global ölçekte karların azalması ilkesini harekete geçirebilir ve "yeryüzünün lanetlilerini" medeniyetin yeni varisleri kılabilir. Ancak, ulusların hak ve ayrıcalıklarını ve uluslararası sistemdeki kademe sıralarını savaşlar belirlese bile, politik başarılarla taçlandırılmayan ve medeniyete ilişkin bir yaratıcılıkla beslenemeyen zaferlerin, tarihsel kırılma noktalarına dönüşmesi olanaklı görünmüyor. Bu nedenle, söz konusu tarihsel kırılmanın sadece savaşlara bağlı olarak gerçekleşmesi beklenemez. Bunu olanaklı kılacak olan, yukarıda söz ettiğimiz alternatif öncüllerin işlenmesi ve yeryüzünün lanetlilerinin daha adil ve insani bir dünya-sistem için teklif sahibi olduklarının anlaşılır kılınmasıdır.
KAYNAKÇA
BOUTHOUL, Gaston (1967) Savaş, Çev. Vedat Gülşen Üretürk, İstanbul: Uğural Yayınevi.
BOUTHOUL, Gaston (1968) Siyaset Sosyolojisi, Çev. Ali Türkay Yazıcı, İstanbul: Remzi Kitabevi.
CHOMSKY, Noam (2001) "Haydut Devletler" Amerikan Müdahaleciliği adlı kitabın içinde, Çev. Taylan Doğan & Barış Zeren, İstanbul: Aram Yayıncılık, s.11-41.
CHOMSKY, Noam (2001) 11 Eylül, Çev. Dost Körpe, İstanbul: Om Yayınları.
CLAUSEWİTZ, Carl Von (1999) Savaş Üzerine, Çev. H.Fahri Çeliker, İstanbul: Özne Yayınları.
CORNELL, Svante E. (1997) "A Chechen State," Central Astan Survey, 16(2), pp.201-213.
FANON, Frantz (2001) Yeryüzünün Lanetlileri, Çev. L. Fevzi Topaloğlu, İstanbul: Avesta Yayınlan.
GALEANO, Eduardo (1986) Askın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Çev. Gülin Dalaman, İstanbul: Alan Yayıncılık.
GALEANO, Eduardo (2001) "lyi'nin ve Kötü'nün Tiyatrosu," Düşmanını Arayan Savaş, Metin Sever & Ebru Kılıç der., İstanbul: Everest Yayınları, s. 173-177.
LACOSTE, Yves (1999) Coğrafya Savaşmak İçindir, Çev. Ayşin Arayıcı, İstanbul: Özne Yayınları.
POLOMA, Margaret M. (1993) Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. Hayriye Erbaş, Ankara: Gündoğan Yayınları.
SEVER, Metin (2001) "Şiddet ile Demokrasi Arasındaki Dünya," Düşmanını Arayan Savaş, Metin Sever & Ebru Kılıç der. İstanbul: Everest Yayınları, s. 1-95.
SOROKİN, Pitirim A. (1928) Contemporary Sociological Theories, New York: Harper and Brothers.
TANITTIRAN, Hakan (2001) "Dünya Gündemi," Cosmopolitik, Üç Aylık Dünya Solu Dergisi, Sayı:1, ss. 10-13.
WALLERSTEİN, Immanuel (1993) "Sistem-Karşıtı Hareketlerin Tarihi ve İkilemleri," Büyük Kargaşa: Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi adlı kitabın içinde, S. Amin, Carrighi, A.G. Frank, I.Wallerstein (ed)., Çev. Erden Akbulut, İstanbul: Alan Yayıncılık, ss. 10-54.
VVODDİS, Jack (1975) Yeni Devrim Teorilerinin Eleştirisi 1: Fanon ve Afrika'da Sınıflar, Çev. Turhan Taylan, İstanbul: Bilim Yayınları.