2 Ağustos'tan itibaren Irak'ın Kuveyt'e girmesiyle birlikte Orta Doğu mevcut dengeleri sarsılabileceği bir krizin eşiğine gelmiştir. Statükoyu tehdit etme özelliğine sahip bu olayı daha doğru bir şekilde değerlendirebilmek için konunun tarihsel, sosyal ve siyasi arka planının analiz edilmesi şarttır. Doğrudan Körfez sorununa girmeden 2 Ağustos öncesinde Dünya konjektüründe ve özelde körfez bölgesinde gelişen olayların bir değerlendirilmesinin yapılması zorunludur. Bugün Orta Doğu'da meydana gelen bu olay bölgesel bir özellik taşıyor görünse de temelde evrensel bir boyuta sahip olup Dünya siyasi platformu içerisinde önemli bir yere sahiptir. Dünya üzerinde canlıların yar atılmasıyla birlikte insanlar, toplumlar veya devletler arası ilişkiler varolagelmiştir. Bu ilişkiler düzlemi içerisinde de karşılıklı bir üstünlük kurma çabası gizli veya açık süregelmiştir. Dünya tarihinin çok yakın geçmişinde, 2O.yy'ın başında ve ortalarında yaşanan Dünya savaşları bu olgunun yakın tarihteki tezahürlerindendir. Bu savaşların her birinin sonunda dünyanın kaderini yönlendirecek yeni egemen güçler tarih sahnesindeki yerini almıştır. Yaşadığımız günlere daha yakın olması sebebiyle özellikle ikinci Dünya savaşı sonrası dönemi değerlendirecek olursak savaş sonucunda galip ve güçlü iki devletin ortaya çıktığını görürüz. Savaş öncesinde Kapitalist blokun belirleyici gücü olan İngiltere'nin yerine ABD ve Onun karşı cephesinde de sosyalist blok'un belirleyici gücü S.S.C.B yer almıştır. Savaşın sona ermesiyle dünya iki ayrı kampa ayrılmış ve bir soğuk savaş sürecinin altyapısı oluşmuştur. Artık dünya'nın kaderini bu yeni iki süper güç belirleyecektir. Bir tarafta "NATO" diğer tarafta "Varşova Paktı" kurulurken, bunun dışında kalan bağlantısızlarda bu iki süper güçten bağımsız bir konum arayışı içinde olmuşlardır.
Soğuk savaş sürecine girilmesiyle birlikte iki blok arasındaki ilişkiler zaman içerisinde inişli çıkışlı bir gerilim grafiği izlemiştir. Amerika bir taraftan Komünist blok'un gelişmesine set çekmeye çalışırken diğer yandan Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya üzerinde kurduğu belirleyici etkiyle onların bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Artık dünyanın yeni egemen gücü olması için önü açılan ABD dünyanın kaderini istediği gibi şekillendirme imkanını yakalamıştır. Fakat diğer cephede bulunan Sovyetler, Asya'da, Latin Amerika'da, Afrika'da ve Orta Doğu'nun birçok yerinde etkisi altına aldığı devletler aracılığıyla ABD'yi frenlemiş ve karşısında güçlü bir rakip olarak onu zorlamıştır. Bundan sonraki aşamada iki süper güç birbirlerine karşı üstünlük sağlayabilmek için her türlü yöntemi mubah görerek makyevalist ilişkiler içerisinde mücadelelerini sürdürmüştür. Belirleyici güç olma tutkusu iki süperi o kadar etkilemiştir ki artık nükleer silahlanma dahi yetersiz kalmıştır. Dünya'daki paylaşım savaşını yeterli görmeyen süperler dünya halklarının açlığa ve sefalete mahkum olması pahasına, uzayı paylaşma ve uzay savaşları projelerini geliştirmeye yönelmiştir.
Süper güçler arasındaki ilişki biçiminin ürünü olarak sonuçta bir güç dengesi oluşmuştur. Her iki güçte diğer devletlerle olan ilişkilerinde bu dengeyi gözeterek strateji geliştirmeyi kabullenmiş ve bu güç dengesi belirleyici unsur haline gelmiştir. Bu denge herhangi bir taraf aleyhine bozulunca diğer tarafın dengeyi sağlayacak eylemi yapması adeta meşru bir hal almıştır. Örneğin ABD, NATO, kanalıyla Türkiye'deki mevcut üslerine yeni yığınaklarını artırırken, Sovyetler de ABD'nin hemen yanıbaşındaki Küba'ya uzun menzilli füzelerini yerleştirerek güç dengesini sağlayabiliyordu. Bu olaylar gerçekleşirken her ne kadar, sürtüşmeler, gerginleşmeler olsa da misilleme esprileriyle güç dengesi yine sağlanıyordu. Orta Doğu'daki hakim mekanizmada süperler arasında oluşan bu dengeyi aynen yansıtmamaktaydı. Ta ki, 1979'un Şubat ayında soylu muvahhid geleneğin takipçisi olan insanlar İran'da İslam Devrimini gerçekleştirerek ABD ve S.S.C-B gibi müstekbir devletlerin Orta Doğu ve üzerindeki emperyalist çıkarlarını zedeleyip, otoriterlerini sarsana kadar. İslam devrimi mevcut güç dengesini altüst etmiş süper müstekbirler ne yapacağım şaşırmıştır. Müslümanlara küfrün tek millet olduğu ilkesini hatırlatırcasına bir anda iki karşıt süper güç sanki iki sıcak dost gibi olup kafa kafaya verip yıllarca etkileri altına alıp uyuttukları insanları harekete geçirecek bu devrimci İslamı ruhu bastırıp, devrimin diğer İslam ülkelerine ihracını önlemek ve kendi ortak emperyalist çıkarlarını kurtarmanın yollarını aramak zorunda kaldılar. Acilen çözüm yolları bulunması gerekiyordu ancak bulacakları çözüm yöntemlerini de kılıflayarak sunmak gibi bir aldatmaca yolu lazımdı. Öncelikle bu konumda İran'ın abluka'ya alınıp bloke edilmesi zorunluydu. Devrimin kedi sınırları içinde hapsedilmesi ve çökertilmesi zorunlu şarttı. Bu manada Sovyetlerin Afganistan'ı işgal ederek Kuzeyden İran'ı kuşatmayı denemesi ilk hamle olarak değerlendirilebilir.1 Ancak Sovyetler Afganistan'da hiç beklenmedikleri bir dirençle karşılaşarak İran'a doğrudan müdahale etme noktasında yetersiz kalmış ve sonunda kendi problemiyle uğraşmak zorunluluğuyla karşılaşmıştır.
Devrime direkt müdahale ettiği takdirde diğer İslam ülkelerindeki halkları da bilinçlendirip İslami uyanışı daha hızlandırabileceğini gören Amerika, Sovyetler'inde icazetiyle bölgesel bir çözüm arama yönteminin kendileri açısından daha akıllıca olacağını öngördü. Bu öngörü çerçevesinde körfez ülkelerinin de desteği alınarak Irak devrime karşı bir darbe unsuru olarak kullanıldı, İslam devrimi dünya güç sistemi içerisinde en fazla Amerika'nın konumunu etkilemiştir. Devrim öncesinde Orta Doğu ve körfezde kayıtsız bir şekilde Amerikan emperyalizminin hakimiyeti mevcuttur. Amerika kurmuş olduğu ilişki dengesiyle bölgedeki zenginlik kaynaklarını çağdaş yöntemlerle sömürmekteydi. Çağdaş sömürü düzeni Amerika'nın bölgedeki dengeyi sağlamasına etkiyen iki faktör, tehdid ve jandarmalık faktördür. Amerika, bir yandan İngiltere'den miras aldığı Orta Doğunun kalbine saplanmış kanlı hançer İsrail aracılığıyla bölge devletlerine karşı bir potansiyel tehdit unsurunu beslerken diğer yandan kendisine bağımla hale getirdiği zayıf karakterli işbirlikçi rejimlere yüklediği jandarmalık görevi rolüyle mevcut ilişkileri yönlendirerek dengeyi sağlıyordu, İslam devrimi öncesinde izlediği politikalarla Şah, kelimenin tam anlamıyla bölgede Amerika'nın jandarmalık görevini yürütüyordu. İran varlığıyla bölgede Amerika lehine dengeyi temsil ediyordu. Fakat devrimle birlikte bu olay tersine dönmüş İran bölgedeki varlığıyla emperyalizm aleyhine istikrarsızlık unsuru haline dönüşmüştür.
Amerika bölgesel çözüm arama aşamasında kendisine en yakın ülke olarak Sovyet yanlısı Irak'ı bulmuştur. Baas rejiminin patronu Saddam Hüseyin'in Körfez'e yönelik hesaplarıyla emperyalizmin çıkarlarının örtüştüğü noktada işbirliğine gidilmiştir, İslam devrimi, halkının çoğunluğu Şia kökenli müslüman olan ve yönetimde herhangi bir katılım hakkına sahip olmayan Irak halkını İslami bir uyanışa ve kıpırdanışa sevketmiş, içerde Baas rejimini rahatsız edecek gelişmeler oluşmaya başlamıştı. Saddam Hüseyin bir yandan içerdeki olayların etkisiyle diğer yandan da "Mezopotamya Arap devlet başkanı olma" hayalinin beslediği körfeze egemen olmak suretiyle Arap dünyasının liderliğini ele geçirmek tutkusunun verdiği heyecanla batıyla işbirliğine girişti. Önce Şattularap sorununu gündeme getirip daha sonra 1975 yılında imzalanan Cezayir anlaşmasını tanımadığını ilan ederek İran'la savaşmaya başladı. Gerçekte dünya mustazaf halklarına doğu ve batı bloku olarak tanımlanan süper güçlere dayanmadan yaşanabileceği, süper güçlere rağmen hayatta kalınabileceği ve kafa tutulabileceği mesajını veren İslam devrimini yok etmek sebebi ile başlatılan savaş, dünya kamuoyuna kılıflanarak 'Şattularap sorunu' olarak lanse edildi. Savaş boyunca münafık arap rejimleri doğulu ve batılı şer güçler tüm güçleriyle Irak'ı silah ve teçhizat bakımından besledi ve destekledi. İran 8 yıl boyunca tüm dünya istikbarına karşı tek başına örnek bir mücadele verdi. 1988 yılına gelindiğinde bir çok pratik dayatmalar sebebiyle Iran dünya istikbarının temsilcisi Irak'la yaptığı sıcak savaşı sona erdirip ateşkes ilan etti. Savaşın sona ermesiyle birlikte Orta Doğu'da yeni bir döneme adım atıldı. Savaş sona ermişti fakat savaşa neden olan etkenler hala ortadan kalkmamıştı ve aynı zamanda Orta Doğu'daki her bir devlet arasında da savaş sebebi olabilecek potansiyel etkenler mevcuttu.
İkinci dünya savaşından günümüze kadar gelen 45 yıllık süreç içerisinde Dünyada 60 kadar iç savaş, sınır çatışması ve konvansiyonel uluslararası çatışma gözlenmiştir. Bu savaşların yarısı veya yarıdan fazlası Orta Doğu'daki topraklar üzerinde yaşanmıştır. Orta Doğu tarihinde sürekli bir istikrarsızlık geleneği hakim olmuştur, Medeniyetlerin birbirleriyle olan hesaplaşmaları büyük ölçüde bu topraklar üzerinde yaşandı. Medeniyetin doğduğu ve geliştiği bölge olması dolayısı ile Orta Doğu'nun zenginlikleri her zaman barbar kavimlerce saldırıya açık hedef teşkil etti. Orta Doğu'da İslam'ın hakim olduğu dönem içerisinde karanlık çağını yaşayan barbar batı, haçlı seferleriyle bölgeye gelip buraların zenginlik ve medeniyetini yağmalama faaliyetine girişti. Tarihte doğrudan sömürü yöntemlerini kullanan Batı, bugün emperyalist çağdaş sömürü düzenlerini kullanarak Doğu'yu sömürmektedir. Bölge dünyanın ihtiyaç duyduğu en önemli enerji kaynağının yani petrolün toplam rezervlerinin yüzde 60'ına sahip olup dünyadaki günlük ihtiyacın yüzde 40'ını piyasaya vermektedir. Orta Doğu'daki petrolün bu özelliği de bölge dışı güçlü devletlere karşı bölgeyi daha da çekici bir hale getirmekte.
I. Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu'dan çekilmek zorunda kalan batı, buradan fiilen çekiliyormuş gibi görünmekle beraber burada kurduğu kukla rejimler aracılığıyla hakimiyetini sürdürmüştü. Batılı devletler, Osmanlı devletinin çözülmesi sürecinde çöl kumlarını cetvelle yapay ve dengesiz sınırlar çizerken Orta Doğu ülkelerinin birbirleriyle sürekli çekişme ve sürtüşme içinde bulunmalarını ve zaman zaman mevzi savaşlara girişmelerini öngörmüştür. Kısacası Orta Doğu'dan bir türlü ellerini çekmeyen bölge dışı güçlü devletler Orta Doğu'da kendi başlarını derde sokacak kadar büyük bir savaşı elbette istemezler ama kalıcı barışı istikrarı ve güvenliği de istemezler. Orta Doğu'da Osmanlı'nın yenilmesiyle oluşan devletlerin her birinin arasında potansiyel bir savaş sebebi olabilecek etkenler vardır. Bu etken kimi zaman sınır anlaşmazlığı kimi zaman azınlık problemi vs. olabilir. Mevcut durum ve şartlara göre sebepler üretilir. Müstekbirler bu mevcut istikrarsızlık potansiyelleri sayesinde güç dengesi ve emperyalist çıkarlarını korurlar.
Orta Doğu'daki çatışma ortamlarım oluşturacak potansiyel unsurların temel sebeplerini ifade ettikten sonra tekrar İran-Irak savaşı sonrası Orta Doğu'ya döndüğümüzde savaş süresince bölge ve bölge dışı devletlerce beslenmiş askeri malzeme ve teçhizat yönünden çok güçlü bir Irak'la karşılaşırız. Irak, İran'la savaşa girmesiyle batının bölge jandarmalığını devralmış bu sebeple de batıdan silah yardımı görmeyi hak etmişti. Batı bölge devletlerine ve jandarmasına silah yardımı yaparken her zaman denge unsuru olarak İngilizlerin Orta Doğu'da gayri meşru yollarla meydana getirdiği İsrail devletinin konumunu gözetiyordu. Dengelerin İsrail aleyhine bozulmaması isteniyordu. Fakat savaş sırasında bu ölçü gözden kaçmış ve bilhassa karadan karaya uzun menzilli füzelerin varlığıyla güç dengesi İsrail'in aleyhine bozulmuştur. Orta Doğu'da İsrail'in kurulduğu günden bu güne ilk defa İsrail'den daha güçlü bir Arap devleti meydana gelmişti. Bununla birlikte Saddam Hüseyin'in bölgeye yönelik geçmişteki hesapları da bilinmekteydi. (Körfez'e hakim olarak bölgenin süper gücü olmak ve Arap dünyasının liderliğini yürütmek). Bölgedeki dengelerin Irak lehine Batı ve İsrail'in aleyhine bozulması, İsrail'i tedirgin etmeye yeterli oldu ve Yahudi lobisi kulis faaliyetleriyle duruma müdahale etmenin yollarını aramaya başladı.
17 Haziran 1990 tarihinde yapılan Bağdat Konferansında Saddam Hüseyin Yahudiler'in Irak'a karşı duydukları kuşku dolayısıyla başlattıkları faaliyetlerden bahsederek 16 Haziran'da ABD Yahudi lobisinin aldığı kararları açıklıyordu. "İran-Irak savaşının ardından Orta Doğu'da denge İsrail 'in aleyhine bozulmuştur. Irak'ın ordusu sekiz yıl süren büyük bir savaş tecrübesi kazanmıştır. Ayrıca Irak ordusu diğer ülkelerin desteğiyle modern silah ve teçhizata kavuşmuştur. Füzeler ve kimyasal silahlar bakımından büyük bir güce sahiptir. Irak Atom bombası yapmanın arafesindedir. Uzun menzilli füze rampalarının hazırlığı içindedir. Bu güç İsrail'e karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Ne pahasına olursa olsun bu güç ezilmelidir ve Irak'a karşı bütün batılı ülkelerce silah ambargosu uygulanmalıdır."2 Irak'a karşı başlatılan politikalar hedefini bulmuş ve Batı Irak'a fiili bir ambargo faaliyetini başlatmıştır.
Irak, İran'la yaptığı savaştan deneyimli ve teçhizat bakımından güçlü bir orduyla çıkmasına rağmen ekonomik olarak büyük bir vurgun yemişti. Savaş süresi boyunca gelirin büyük bir kısmını silahlanmaya harcamış ayrıca körfez ülkelerine de borçlanmıştı. Irak çok kısa sürede içinde bulunduğu durumdan sıyrılıp ekonomisini düzeltmeyi hedefliyordu. Militarist ve ekonomik yönden güçlenmiş bir Irak'la bölgede belirleyici güç olmak kolaylaşacaktı. Irak gelişmesinin önünde bir takım önlemler görüyordu ve ileri adımlar atabilmek için bir an önce bu engelleri aşmalıydı. Irak ekonomisinin belkemiği mevcut gelir kaynaklarından %5'ini teşkil eden petrol ihracına dayanmaktaydı. Irak bataklıklardan meydana gelen ve liman olarak kullanamayacağı Fao yarımadası hariç Körfezde bir kıyı şeridine sahip olmadığından kendi petrolünü birincil elden pazarlayamıyor ancak Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden borular aracılığıyla ihracatını gerçekleştirebiliyordu.
Irak 2 Ağustos 1990 öncesindeki günlerde, Batı'nın ve petrol üreticisi Körfez ülkelerinin kedisine yönelik baskıları artırdığını iddia ediyor ve bu iddiasını aşağıda ifade edeceğimiz etkenlerle temellendiriyordu. Irak İran'la giriştiği savaşı sadece kendi çıkakları için değil aynı zamanda batı ve Körfez devletlerinin konumlarını da korumak adına yaptığını,3 dolayısıyla savaş sonucunda oluşan borçlarının diğer devletlerce paylaşılmasını veya silinmesini istiyor fakat Kuveyt Irak'ın içinde bulunduğu zor durumdan faydalanarak ABD desteğiyle Kuveyt-Irak arasındaki sınırın belirlenmişine karşılık olayı kullanmak istiyordu.4 Irak'ın olaya sıcak bakmaması sonucunda da mevcut borçların tamamını istiyordu. Irak İran'la savaştığı süre içerisinde OPEC'in belirlediği üretim tavanlarının kanunsuz yollarla aşıldığını böylece petrol fiyatlarının düşürülmesiyle ekonomisinin büyük yaralar aldığını üretimin kısılarak petrol fiyatlarının yükseltilmesiyle kendisine yardım edilmesini istiyordu. Fakat petrol üreticisi ülkeler Irak'ın bu önerisini pek dikkate almıyordu. Irak savaş sırasında Kuveyt'in kendisine ait Rumeyla bölgesinde izinsiz olarak petrol çıkardığını ve savaş durumundan faydalanarak kendisine ait sınırı aşarak Irak topraklarına tecavüz ettiğini tüm bu yapılanların bir hırsızlık olduğunu iddia ediyordu. Irak'ın bütün çabalarına rağmen Batı ve Körfez ülkelerine yaptığı çağrıların karşılıksız bırakılmasının Irak halkının sefalete sürülenerek gururlarının kırılmasına yol açacağı, bununda bir savaş ilanı demek olduğunu sefalet ve boynu bükük yaşamaktansa ölmenin daha onurlu bir davranış olacağını belirten Irak Kuveyt'le aralarındaki gerginliği daha da büyüterek 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt'i fiilen işgal etti. İşgal öncesindeki Orta Doğu'daki siyasi tablo böyleydi. Körfez sorunu daha net anlaşılabilmesi için burada dünya siyasi konjonktürünün de irdelenmesi zorunludur.
Dünyanın iki süper gücü Amerika ve Sovyetler soğuk savaş süresi boyunca harcamalarının en önemli kısmını askeri yatırımlar ve uzay çalışmalarına yöneltmişler bu vesileyle kendi iç bünyelerinde bir yorulmayı ve yıpranmayı yaşamışlardır. Dünya patronluğuna oynayabilmek için savaş teknolojisine yaptıkları harcamaların korkunç bedelini zaman geçtikçe zor ödeyebileceklerini gören süperler, bahsettiğimiz sebeplerden dolayı zorlaşan ekonomik durumlarını kurtarmanın yollarını aramaya başlamışlar ve karşılıklı zirve toplantıları oluşturarak soğuk savaş dönemini kapatmayı başarmışlardır. Bu soğuk savaş döneminin faturasını en ağır olarak Sosyalist blok Komünizmin iflas edip, Sosyalist sistemin kapitalist sisteme doğru kan kaybetmesi ile ödenmiştir. Artık sosyalist sistem serbest piyasa yöntemleriyle Kapitalist sisteme entegrasyona girmiştir. Soğuk savaşın ve yaşanılan emperyalist mücadelenin bedelini Sovyetler bu şekilde hala devam eden iç karışıklarla ödüyordu. Sosyalizm Kapitalist sistem karşısında çökmüştü. Sovyetler Amerika'nın gölgesinde kalmıştı.
Soğuk savaş sonrası dönemde ABD'nin durumunda pek fazla iyimser değerlendirilemezdi. Silahlanma yansının uzay boşluğuna sarkması çok pahalı yıldız savaşları projesi ve Sovyet sisteminin yumuşak karnı olan Afganistan trajedilerini körüklemek ve Sovyet etki bölgesindeki etnik ayrışmaları desteklemek uğraşılan, ABD'yi ekonomik olarak Almanya ve Japonya'nın gerisine düşürmüştü. ABD'nin elektronik, optik otomotiv ve bilgisayardaki teknolojik üstünlüğü Japonya'ya, petro-kimya, demir-çelik, ağır inşaattaki teknolojik egemenliği de AT'nun eline geçmişti. "1985'ten 1989 kadar geçen 4 yıl içinde ABD'nin 1989'da dışarıdan günlük petrol ithalatı 8 milyon varile çıkmıştı. ABD'nin ucuz ithal petrole bağımlılığı tarihin rekor düzeyine yükseldi. ABD'nin kendi petrol rezervleride bir tükenişe doğru gitmektedir. 1973 yılında ki Arap ambargosundan sonra dönemin başkanı Nixon ABD'yi ithal petrole bağımlı olmaktan kurtarmak için büyük harcamaları göze alarak bir bağımsız enerji programı başlattı. Bu programa göre 1980 yılına gelindiğinde ABD'nin ithal petrole ihtiyacı kalmayacaktı. Fakat Nixon'ın yüksek ücretli danışmanları yanıldılar ve Nixon'u da yanılttılar. Program tutmadı. Nixon'dan sonra Carter'ın da sentetik yakıta dönme çabalan boşa gitti. ABD için Orta Doğu'nun ucuz, kolay elde edilir petrolünden başka seçenek kalmamıştı."5 Körfez'e Kuveyt'i kurtarmaya gelen ABD'nin kriz öncesi durumu böyleydi. Gerçekte dünya egemen gücü ABD'nin ekonomik olarak kendisinin kurtarılmaya ihtiyacı vardı.
Soğuk savaş sürecinden en fazla kazançlı olarak çıkan devletler süper güç olma mücadelesinde silahlanma yansına girmeyen ikinci dünya savaşının mağlupları Almanya ve Japonya olmuştur. Doğu Avrupa blokunun çözülmesi, Doğu ve Batı Almanya'nın birleşmeleri Avrupa'nın yeniden yapılanma aşamasına girmesi dünya güç dengesinde üçlü bir mücadele platformunu oluşturmaya yönelmiştir. Kısacası 2 Ağustos öncesi dünya siyasi konjonktüründe süper güçlük bayrağını yalnız başına taşımaya aday Amerika, onu biraz geriden takip eden Sovyetler ve bu iki güce alternatif olabileceği tahmin edilen bir Avrupa vardı.
Ekonomik çöküntünün bunalımlarını yaşayan fakat içinde bulunduğu durumdan kurtulup askeri gücünü politik güce dönüştürmenin yollarını arayan Saddam Hüseyin karşı politikalar ve dayatmalarla karşılaşmıştı. Dayatmalar karşısında ezilen Irak Kuveyt'e girmesini pazarlık malzemesi yaparak durumunu düzeltmeyi düşünüyor buna yönelik bölgesel çözüm yollan aramak amacıyla körfez devletleriyle mini zirveler yapmayı deniyordu. Irak'ın bu görüşüne karşılık Amerika ise Irak'a karşı kesin tavrını belirlemiş, askeri müdahale seçeneğini benimsemişti.6 Fakat Askeri müdahaleyi gerçekleştirebilmesi için Körfez ülkelerinden birinde konuşlanması gerekiyordu. Yıllardır Arabistan topraklarında üs oluşturmaya çalışmış fakat başaramamıştı.7 Irak'ın Kuveyt-Arabistan sınırına asker yığmasını fırsat bilip bu kozu Arabistan'a karşı kullanmış savaş sonrası çekilmek kaydıyla Suudi Arabistan'dan izni koparmıştı.8 Körfez devletlerinden yeşil ışığı alan Amerika tüm gücüyle körfeze yığınağını başlatmıştır.
Kriz Dönemi
Krizin başlamasından savaşa dönüşmesine kadar geçen süreç temel anlamdaki Amerika'nın askeri bir müdahaleyi gerçekleştirebilmek için gerekli yığınağı ve ortamı oluşturabilmesine yönelik manevralar ve Irak'ın bu politik manevraları bertaraf etmek için çaba sarf edip soruna kendi istediği yönde bir çözüm arama denemeleri olarak değerlendirilebilir. Amerika gayri meşru yaptığı eylemlere meşruluk kazandırma zemini olarak gördüğü BM kanalıyla Irak aleyhine kamuoyu oluştururken aynı zamanda dünya güç sisteminin en güçlüsü ve belirleyicisi olma avantajım kullanarak diğer devletler üzerindeki egemenliğini hissettirerek; Arapları, Avrupa'yı ve Sovyetler'i kendi politikalarına uymaya zorluyordu. Amerika ile salt başına mücadele de yetersiz kalacağım gören Irak ise bölgesel, Arapçı ve İslamcı temaları kullanarak kamuoyu oluşturmayı deniyordu. Zengin ve fakir Arap ayrımlarını işleyerek fakir arap uluslarını yanma çekmeye çabalıyordu.
Bu temel bakışaçısı çerçevesinde kriz dönemi olaylarını değerlendirelim. Amerika kendi geleceği için önemli olan petrolü güvence altına almak, Askeri müdahale ile Irak'ın savaş gücüne darbe vurmak ve bölgede yükselen İslami uyanışı tehdit etmek olan asıl amacını maskeleyerek 4 Ağustos 'da Arapların kendi aralarında barışçı bir çözüm amacıyla Cidde'de düzenlemeyi tasarladıkları zirveyi baltalayıp Kuveyt Emir'inin ülkesini kurtarma ricasını ve Suudi Arabistan'ın olası bir Irak müdahalesine karşılık kendisini korumasını istemesini sebep göstererek Körfez'e müdahalenin ilk adımını gerçekleştirdi. BM aracılığıyla Irak'a ticaret ambargosu konması sağlanıp Suudi Arabistan ve Türkiye ile özel görüşmeler yaparak Irak'ın tek gelir kaynağı olan petrol boruları kapatılarak Irak zor duruma düşürülüyordu. 7 Ağustos'ta yapılan bir açıklamayla Suudi Arabistan'ı korumak için "Çöl Kalkanı" harekatının başlatıldığı bildiriliyordu. Yapılan bu ilk hamlelere karşılık Irak'ta kendi güvenliğim sağlayabilmek için tüm sınırlan kapatacağını bildiriyor ve 10 Ağustos'ta Irak'ta bulunan tüm yabancı uyruklu vatandaşları rehine ilan ediyordu. Saddam rehineler yoluyla Amerika'da, Carter dönemini hatırlatacak yeni bir rehine krizi yaratmaya çalışıyordu. Ayrıca Saddam Hüseyin rehineleri askeri stratejik noktalara yerleştirerek, Batı'nın kendi insanına verdiği değer ölçüsünden faydalanarak, olası bir askeri saldın ihtimalini bertaraf etmeyi hesaplıyordu.
Amerika gönderdiği Dışişleri Bakanı vasıtasıyla Türkiye'den üsleri kullanmasına izin vermesini istiyor. Hedefi yeniden Arap dünyasının ağırlık merkezi olmak ve Batı'ya olan dış borçlarını sildirmek olan Mısır, aracılığıyla Kahire'de bir Arap doruk toplantısı düzenleyip 21 ülkenin katılımında 12 oy çoğunluğuyla Kuveyt'in ilhakını red ve Körfeze birleşik Arap Gücü gönderme kararına aldırtıyordu. Bu kararı Irak, Libya ve FKÖ reddediyor. Cezayir ve Yemen çekimser kalırken Ürdün karan protesto ederek oylamaya katılmıyordu. Kahire toplantısında alınan bu kararla, Amerika artık Arap dünyasını kesin olarak kendi saflarına katıyordu. Amerika, Japonya ve bazı Avrupa devletlerinin sadece ekonomik katılımlarını yeterli görmeyip net tavır koymaları yönünde zorluyordu. Çin ve Sovyetler Birliği'ne de isterlerse müttefik kuvvetlere katılabileceklerini bildiriyordu.
Amerika'nın Arap ve dünya kamuoyunu yanma alma faaliyetlerine karşılık Saddam Hüseyin 12 Ağustos tarihli Radyo ve Televizyon konuşmasıyla, İsrail ve Suriye'nin işgal ettiği topraklardan, Amerika'nın da Körfez'den çekilip yerine Arap gücünü bırakması şartıyla Irak'ın Kuveyt'ten çekilebileceğini duyurarak, oluşturulan ittifakı bölmeyi amaçlıyordu. Ayrıca Saddam Filistin ve Lübnan konusunu gündeme getirerek dikkatleri körfezden uzaklaştırıp konuyu soğutmaya çalışıyordu. Bu olayları müteakip Irak savaş sırasında aldığı İran topraklarını geri verip esir mübadelesinde bulunuyor, İran'dan çektiği Cumhuriyet muhafızı ordularını Kuveyt sınırlarına yerleştirip, Kuveyt'in Irak'ın 19.uncu vilayeti olduğunu ilan ederek artık Kuveyt'e tamamen sahipleniyordu. Irak Filistin sorununu gündeme getirmekle Arap rejimlerinin desteğini alamamış fakat Arap halklarının yoğun desteğini almış bu da Irak'a büyük bir moral kaynağı olmuştur.
BM Güvenlik Konseyi'nin aldığı ambargo kararının pek dikkate alınmayıp ve özellikle Ürdün'e ait Akabe Limanı'nın aşikar olarak kullanılması 25 Ağustos'ta BM Güvenlik Konseyi'ni ambargoyu fiili olarak uygulayabilmek için kuvvet kullanımını serbest bırakan kararı almaya şevketti. Amerika havadan ve denizden Irak'ı ablukaya alarak korsanlık yapmaya başladı. Abluka kararıyla artık Irak'ın hayat damarları iyice tıkanmış, Irak halkı resmen açlığa ve sefalete mahkum edilmişti, insan haklan şampiyonları Saddam Hüseyin'i dize getirmek adına Irak halkını açlığa sürüklüyordu. Irak halkına yaşam hakkı tanımıyordu.
18 Kasım'da Fransa'nın öncülüğü ve Amerika'nın Körfez'deki varlığından rahatsızlık duyan Sovyetlerinde teşvikiyle Paris'te AGİK zirvesinde Körfez krizine barışçı çözüm yolları aranmaya çalışıldı. Aynı gün Irak Noel'den itibaren ülkesindeki "Barış unsuru" olarak tanımladığı rehineleri serbest bırakacağını açıklandı. Barışçı çözümlerden rahatsız olan Amerika Irak'ın rehineleri serbest bırakmasını yeterli görmediğini Irak'ın derhal Kuveyt'ten çıkması gerektiğini açıkladı. Amerika askeri çözümden başka bir seçeneğe hayat hakkı tanımıyordu. Askeri bir müdahaleyi gerçekleştirmek için gerekli yığınağı Körfez'e yapıyor ve yeterli yığınağı yapabilmek için gerekli zamanı kazanmak için de politik manevralara başvuruyordu. İzlediği politikalar ve bu politikaların ürünleriyle Amerika dünyanın tek belirleyici gücü olduğunu kabul ettiriyordu. Bunun en son örneği de BM Güvenlik Konseyine aldırdığı karardı. 29 Kasım 1990 tarihinde ezici bir çoğunlukla BM Güvenlik Konseyi 15 Ocak 1991 tarihine kadar Irak'a süre tanıyor bu süre içerisinde Kuveyt'i terk etmediği taktirde askeri müdahaleye başvurulacağını ilan ediyordu. Bu karar 15 Ocak'a kadar Amerika'nın saldırıya hazır olacağını krizin başlangıcından beri asıl görevi barışçıl çözümler aramak BM aksine savaşı körükleyici kararlar almış ve Amerika'nın dünya patronluğunu belgelemiştir.
Savaş Dönemi
Amerika hiç bir barışçı çözüme ve yaklaşıma hayat hakkı tanımamıştı. Irak varlığıyla artık Orta Doğu'da Amerikan emperyalizmini tehdit ediyordu. Ne olursa olsun Irak'a dersi verilmesi gerekli ve elindeki savaş makinasının yok edilmesi zorunluydu. Amerika artık fazla zayiat vermeden askeri harekatı başlatacak güce ulaşmıştı. Ve 17 Ocak'ta süper müstekbir ve avanesi korkunç savaş makinalarıyla mazlum ve mustazaf Irak halkı üzerine ölüm kusmaya başladı, insan hakları şampiyonu batı, mazlum(!) Kuveyt halkını kurtarmak adı altında İslam topraklarını kan gölüne ve harabeye çevirdi. Eğer gerçekten amaç Kuveyt'i kurtarmak idiyse savaşın Irak'ın masum şehirlerinde hatta İran-Irak sınırına varan bölgelerde ne işi vardı. Irak'ın savaş gücüne darbe vurmak adı altında binlerce insan katledildi, yerleşim merkezleri harabeye çevrildi.
Savaşın ilk günlerinde Irak, İsrail ve Suudi Arabistan'a gönderdiği füzelerle daha önce oluşturmaya çalıştığı imajları ve kamuoyunu beslemek istiyordu. Fakat bu konuda yaptığı hesaplan da tutmamıştı. Amerika, başlattığı hava saldırılarına beklediğinden daha kuvvetli bir direnişle karşılaşınca, kısa sürede biteceğini açıkladığı hava saldırısını daha da şiddetlendirerek uzattı. Savaş tekniğinde hava saldırılarının amacı karşı hedefi yumuşatmak ve topçu atışlarının desteğiyle kara harekatına geçmeyi kolaylaştırmaktır. Fakat burada ABD, Vietnam sendromundan yola çıkarak kendi asker kaybını azaltmak gerekçesiyle hava saldırılarına devam ederek savaşı bir katliama dönüştürdü. Irak her ne kadar şartlan kendi lehine çevirmek için kara savaşını başlatmayı denediyse de başarılı olamadı. Savaşın katliama dönüşmesi, insaf sahibi herkesi harekete şevketti, Amerika her ne kadar karşı çıksa da barış girişimlerinde bulunmaya başlandı. Batı'da acaba ABD'de BM ölçüsünü fazlaca mı aştı soruları gündeme gelmeye başladı.
Barış Girişimleri ve Savaş Sonrası Planları
Savaşın bitiş çizgisine yaklaştığı son aşamasında kayda değer bir barış girişimi Sovyetler'den gelmiştir. Kriz boyunca Amerika'nın dümen suyunda yolalan Sovyetleri bu girişimlere iten sebep neydi acaba? Herhalde Amerika'nın devam ettiği katliam değildi. Sovyetler sorunun öncelikle barışçı yaklaşımlarla BM kararları doğrultusunda çözüme ulaştırılmasını istemekte ve fakat ABD politikasına aykin davranmaktan da kaçınmaktaydı. Sovyetlerin Orta Doğu ile ilgili "Bölgede Sovyet nüfuzunu artırmak ve ABD yayılmasını önleme" hedefinin soğuk savaşın bitmesi ile hiç olmazsa şimdilik kaydıyla askıya aldığı söylenebilir. Zaten Sovyetler kendi reformlarını gerçekleştirme çabası içindedir ve dolayısıyla Baltık Cumhuriyetlerine yönelik baskı politikalarına karşılık Orta Doğu'da tavizkar bir politikayı tercih etmiştir. Sovyetler'in önünde öncelikle ekonomik reformların hızlandırılması gerekliliği vardır. Sovyetler aynı zamanda önemli bir petrol üretici ülkedir. Kriz dolayısıyla petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar ekonomik reformların hızlanmasında önemli bir yere sahiptir. Bu sebeple Sovyetler Birliği sorunu öncelikle ağırdan almış süreci uzatıp barışçı yollarla prestijini yükseltmeye çalışmıştır. Savaşın sonlarına yaklaştıkça çıkarlarının zedelendiğini gören Sovyetler daha aktif bir politika geliştirme çabalan içine girerek barış tasarıları hazırlamaya başlamıştır. Moskova açıkça savaşın hedefinden sapmasının ve Irak'ta Saddam rejiminin devrilmesini hedef almasının Orta Doğu'da bir ABD egemenliğinin kurulmasına yol açmasından kaygı duyuyordu. Petrolü eline geçiren ABD başta Japonya ve Almanya olmak üzere ekonomileri petrole dayanan Avrupa ülkelerini de istediği gibi kontrolüne alırken, SSCB'nin hareket sahasını da daraltmış olacak. Amaçlan ne olursa olsun şu gerçek ortadadır ki SSCB'nin yaptığı barış girişimleri sonuçsuz bırakılmıştır.
Savaşın galibi olarak kriz öncesinde savaş sırasında ve savaş sonrasında Amerika dünya üzerindeki belirleyiciliğini ve süper müstekibirliğini kabullendirmiştir. Kendi emperyalist savaşını BM'nin savaşı gibi kabul ettirip yaptığı savaşın ekonomik yükünü de Arabistan, Kuveyt, Körfez Şeyhlikleri, Almanya ve Japonya'ya ödeterek üstünlüğünü belgelemiştir. Savaş sonrasında Körfez bölgesine yönelik çözümlerde de belirleyiciliğini ortaya koyacaktır. ABD Başkanı Bush ve Dışişleri Bakanı Baker'in yaptığı konuşmalar Körfez'de savaş sonrası için üretilen sayısız senaryolar arasında "Amerikan modeli"nin ne olacağı hakkında açık bir fikir veriyor. Bu bakımdan ABD yönetiminin, kendi görüşlerine uygun bir düzen istediği ve bunu kabul ettirmeye çalışacağı açıkça belli oluyor. Yani söz konusu olan bir nevi PaxAmericanadır. Pax Americana? soğuk savaş sonrası dönemine ait ve henüz fikir jimnastiği aşamasında bulunan bir görüştür Latincede Amerikan barışı anlamına gelir. Bu görüş ilk kez, 1988 yılında yönetime gelen ABD Başkanı Bush tarafından ortaya atıldı ve henüz içi açık bir biçimde doldurulmadı. Diplomatik ve siyasi çevreler "Amerikan Barışı"nın soğuk savaş sonrası dönemde ABD'nin değişen dünyadaki farklılaşan liderlik konumu; BM'nin rolü; Körfez savaşı ertesi Orta Doğu bölgesinin güvenlik sorunu ve ABD'nin diğer ülkelerle ilişkilerini yeniden nasıl düzenleyeceği gibi alt başlıklar taşıdığını belirtiyorlar. ABD Başkanı'nın sık sık sözünü ettiği yeni dünya düzeni de Pax Americanayı içerir ve hatta tam da ona denk düşer. Sovyetler Birliği'nin "Süper güç" olma özelliğini terkettiği soğuk savaş sonrası dönemde, ABD'nin "Tek kutuplu bir dünya" özlemine işaret ediyor. Yani kuralların ABD tarafından belirlendiği; güvenliğin ABD veya ona yakın ülkelerce sağlandığı, ekonomik işbirliğin tek tek ülkeler arasında değil bölgesel olarak gerçekleştiği ve tüm bunların ABD'nin rakipsiz görünen üstün ve ezici gücüyle denetlediği yeni bir dünya düzeni.
Dipnotlar:
1- Cengiz Çandar, Orta Doğu Çıkmazı, Hil Yayınları, s. 33.
2- Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Körfez Krizi, Emperyalizm ve Petrol, Rehber Yayıncılık, s. 1.
3- Pierre Salinger-Eric Lavrent, Körfez Savaşı, E Yayınları, s. 96.
4- A. g. e., s. 200, Kuveyt Ulusal Güvenlik Bölümü Genel Müdürü Muhafız Fahd Ahmet el-Fahd'ın Şeyh el-Sabah için hazırladığı özel rapordan.
5- Milliyet, 11 Şubat 1991. Cambridge Enerji Araştırmaları Birliği Başkanı'nın hazırladığı bir rapordan özet.
6- Pierre Salinger-Eric Lavrent, Körfez Savaşı, E Yayınları, s. 111.
7- A. g. e., a. 93.
8- A. g. e., s. 125.
9- Pax Americana, adını Pax Romana'dan almaktadır. Roma Barışı, İskoçya'dan, Kuzey Afrika ve İran'a kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyordu. Aslında Pax Romana, Roma'nın diğer halklar karşısındaki üstün ve ezici gücüne dayanan zoraki bir barıştır.