Dünya Ekonomik Forumu / DEF (World Economic Forum), kendi çıkarlarını ve dünyaya egemen kılmak istedikleri kapitalist/liberal sistemin geleceğini tartışmak amacıyla 31 yıldır serbest piyasacı dünya patronlarını buluşturuyor. 31 yıl önce İsviçre'nin bir kayak köyü olan Davos'ta 400 kişinin katılımı ile başlayan ve uzun süre pek de dikkat çekmeyen bu forum, bugün küreselleşme ideolojisinin stratejilerinin tartışıldığı ve politikalarının belirlendiği uluslar üstü bir zenginler meclisine dönüşmüş bulunuyor. DEF, küresel kapitalizmi imkanlı kılmaya çalışan seçkin siyasetçilerden, iş adamlarından ve stratejistlerden oluşuyor. DEF'i dünyanın en zengin 500 şirketi fiili olarak destekliyor.
DEF'in Davos'ta yapılan yıllık toplantıları ilk defa bu sene New York'da düzenleniyor. 11 Eylül'ün şokunu atlatamayan New York'un toplantı mahalli seçilmesi tesadüfi değil. 11 Eylül'ün mesajını en fazla zenginler kulübü anlamışa benziyor. Onların 11 Eylül saldırısının faili olarak gösterilen el-Kaide'ye karşı ABD'nin muhalif İslami potansiyele karşı yedekte tuttuğu müdahale planlarından birisinin arkasına hep birlikte takılmaları bunun bir göstergesi.
Sömürgeleştirilen, kaynakları yağmalanan veya özgürlükleri kısıtlanan ve dünyanın taşrasına itilen güneylilerin, sömürge toplumlarının, işgale uğrayan halkların ve tüm mustazafların akibeti itibariyle mağduriyetlere uğrasalar da 11 Eylül saldırısını "acıların bölüşümünde devresellik" şeklinde algılamadıklarını söylemek oldukça güç.
11 Eylül saldırısı sahih bir yöntem değil. Ama küresel köleliğin dayatıldığı acılar içindeki mustazafların denetlenemez öfkesinin, hiddetinin ve karşı çıkışının da bir ifade tarzı. Wallerstein daha 1999'da kaleme aldığı "Bildiğimiz Dünyanın Sonu"nda küresel kapitalizmi bu tür saldırıların beklediğini ve artarak da devam edeceğini belirtiyordu. Bu tür tepkiler denetlenemez ve sınırlanamaz bir seyyaliyetten gücünü alıyor. Çünkü bu tür eylemlerin taşıdığı öfke, din gibi, ideoloji gibi, devlet dışı bir zemine dayanıyor. Ve bu öfkenin oluşturduğu saldırı iki devlet arasında bir savaşı değil, Amerikalı strateji uzmanlarının deyimiyle "asimetrik" bir savaşı temsil ediyor. Yani bir tarafta güçlü ve karşısında ise zayıf bir devlet yok; aksine bir tarafta egemen düzen veya güçlü bir devlet var, öte tarafta ise denetlenemez ve tüm yer küreye yayılabilen seyyar küçük güçler. El-Kaide örgütü ve Usame bin Ladin realitesi bu düzlemde gündeme geldi. Lakin el-Kaide asimetrik savaşın daha ağır bedel ödeyen tarafı olsa da küresel kapitalist düzenin mutlaklığını tanımama konusunda tüm muhalifleri yüreklendirici bir deneyimin de ifadesi oldu. Bu arada Avrupa ve Amerika'daki küresel kapitalizm karşıtı güçler Batı merkezli muhalif tasarımlarını gözden geçirme gereği duyarken, ilk defa savaş karşıtlığı söylemleri ile muhalif İslami kesimlerle tanışma sürecine girdiler.
11 Eylül Amerikan halkının güvenlik duygusunu sarsarken bir taraftan da ABD'nin yayılmacı ve saldırgan politikalarına kitlesel meşruiyet sağladı. Ama dünya ekonomisinin %30'unu elinde bulunduran ABD'nin ekonomik durgunluğunu müstezaf halklara karşı koyboy zorbalığı ile saldırmasını önleyemedi. Dünyanın ikinci ekonomik gücü Japonya ise yapısal durgunluğu hala yaşamakta. Dünya Ticaret Merkezine yapılan 11 Eylül saldırısının taşıdığı sarsıcı etki sadece imajla kayıtlı olmadığı da gittikçe açığa çıkıyor. 11 Eylül'den sonra ABD'de ciddi işten çıkartma ve şirket kapatma olayları yaşandı. Ekonomik durgunluk şimdi de şaibeli mega şirketlerin iflasıyla yeni boyutlar kazanıyor. ENRON gibi ABD ve Avrupa'daki enerji sektörü işlemlerinin %25'ine sahip olan dev bir şirket veya ABD eyaletlerinde binlerce mağazası olan "K-Mart" gibi bir şirket onbinlerce çalışanı ile birlikte batabiliyor. ABD'deki halkın iç güvenlik konusunda yaşadığı şok, ekonomik gelecek konusunda da bir güvenlik kabusuna dönüşmeye başlıyor. Japonya'da yaşanan durgunluğun ABD'ye sıçraması ihtimali bu iki güç odağına karşı konumunu geliştirmek isteyen AB'li kapitalistleri bile ürkütüyor. Çünkü bu gelişmeler kalkınma ve ilerleme hedeflerine endekslenmiş olan küreselleşmeyi frenliyor.
İşte bu süreçte Davos'un liberal prenslerini New York'a taşıyan güdü hem durağanlaşan dünya ticaretinin önünü açma telaşı ve hem de küresel tepkileri yüreklendiren muhaliflere karşı yeni politikalar ve yaptırımlar belirleme ihtiyacıdır. Bu dayanışmaya ABD'nin de, Japonya'nın da, AB'nin de ihtiyacı var. Ve bu yılkı DEF toplantısının başlığı: "Kırılgan Dönemlerde Önder Yöneticilik: Paylaşımlı Geleceğe Bir Bakış".
Tartışılacak başlıklar arasından seçtiğimiz bir kaç örneğe bakılacak olursa vurgularımızın daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz:
"Küresel Kızgınlık ve Gelecekteki Fırtınaları Anlamak."
"Daha Güvenli Bir Dünyaya Nasıl Ulaşılır."
"İstikrarlı Bir Dünyanın Yükünü Kim Taşıyacak?"
"Gelişen Pazar Ülkelerinde Mali Bunalım Tehlikelerini ve Etkilerini Azaltma."
"Başarısız Devletleri Yeniden Yapılandırma."
"Uygarlıklar Çatışmasına Karşı Kültürler ve Uygarlıklar Arasında Köprü Kurmanın Paylaşımı."
Bu başlıklar, mega şirketlerin mevzilendiği mamül ve imaj üretebilen gelişmiş (en fazla) 20 ülke dışındaki coğrafyaları nasıl açık pazara dönüştürebiliriz ve denetim altında tutabiliriz sorusunun açılımından başka bir şey ifade etmiyor. DEF, Fukuyama tarafından liberalizme aşılamaz bir evrensellik ifade edilmesine veya Huntington'un Batılı paradigmayı diğer kültürlerle çatıştırarak egemen kılma girişimlerine karşı Harald Müller gibi akademik memurlara yazdırılan "Kültürlerin Uzlaşması" türü tezlerle daha yumuşak veya münafıkça/postmodern bir uygarlık perspektifi oluşturmaya çalışması işlerin, çok da ABD koyboyluğu ile kotarılamayacağını gösteriyor. Bu durumu "sopa ve havuç" ikilemi ile izah etmek mümkündür denilebilir. Ama sadece sopadan vazgeçilmesi bile her şeyin kontrol altında olamayacağını göstermiyor mu? Zaten fütüralistlerin iletişim teknolojisiyle örülen küresel istikbara biçtiği toplam ömür genellikle 30-40 yılı geçmiyor. Toffler'in teknoloji devriminin getirdiği yaşam tarzına karşı "Üçüncü Dalga" bir alternatif arayışının Batı içinde gittikçe taraftar toplayacağına İşaret etmesi de Davos'cular için oldukça sıkıntı veren gündem olsa gerek.
Tabii ki gelecek, ihtimaliyet hesaplarına dayanan yönü belirsiz bir değişkenliği içeriyor. Ancak bugünün hesabı ise daha reel. Reel olan, küresel kapitalizmin hukuk ve sınır tanımaması ve "öteki"leri farklı biçimlerde de olsa kendine benzeterek denetleme gücü. Bu güç biraz da ötekilerin güçsüzlükleriyle beslenen onursuz tutum ve kimliksiz duruşlardan kaynaklanıyor. Örneğin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld Türkiye'yi Afganistan ve tüm diğer müslüman ülkelere örnek gösteriyor ve diyor ki: "Eğer Türkiye örneğinde olduğu gibi İslam ile demokrasinin bağdaştığını kanıtlamak diğer ülkelerde mümkün olmazsa, o zaman bir medeniyet çatışmasıyla karşı karşıya kalırız." Ve DEF'in New York'taki toplantısına Türkiye'deki siyasi liderler arasından sadece Tayyip Erdoğan çağırılıyor. ABD Ankara Büyükelçiliği'nin yaptırdığı anketlerde açık farkla birinci parti konumunda olan AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan "Siyasal İslam" tövbekarlığı içinde Rumfseld'in söylemini tekrarlayarak "Başarısız Devletleri Yeniden Yapılandırma" çabalarında rol almaya can attığını gösteriyor. ABD'ye yanında götürdüğü danışmanı Ömer Çelik ise bilgisine sahip olduğu Kur'an'dan ve müslümanlığından hiç utanmadan kraldan çok kralcı bir eda ile Yeni Şafak'daki yazılarında DEF'in istemleri doğrultusunda nasıl bir politika geliştireceklerini derin bir açlığın önsezisiyle deklare etmeye çalışıyor. Irak'a uygulanan ambargoyla yüzbinlerce çocuğun ölüme terk edilmesinin suç olduğunu ama daha önemli suçun Irak yönetiminin Yeni Dünya Düzeni'ne boyun eğmemiş olmasını gösterip ABD'li şahinlerin ekmeğine yağ sürüyor.
Ancak ABD'li şahinlerin de işi çok kolay değil. İflas eden Enron şirketi, dünyadaki ilk 500 şirket arasında 7. sırayı koruyordu. Ocak ayında ABD basınında en çok yer alan ve birinci sayfaları dolduran haber Enron'un batışı, şaibeli ilişkileri ve ABD yönetimi ile olan yakınlığı üzerineydi. Enron son ABD seçimlerinde iki rakip partiye 5 milyar doların üzerinde üzerinde yardım yapmış. Bush'un seçim kampanyasına doğrudan veya dolaylı olarak yatırdığı para miktarı 2 milyar dolar. Enron, Körfez Savaşı'ndan sonra baba Bush sayesinde Kuveyt'in birçok enerji projesini alarak atılıma geçen bir şirket. Oğul Bush'un Adalet Bakanı Ashcroft, baş ekonomi danışmanı Lindsey, DTÖ nezdindeki temsilcisi Zoellick Enron'un eski üst düzey yöneticileri. Başkan Yardımcısı Dik Cheney ise yönetimin enerji politikalarını belirlerken tam 4 defa Enron yönetimi ile toplantı yapmış.
ABD'den yazan Fehmi Koru, Yeni Şafak'da "siyaset-İş dünyası bağlantısı"nın tipik örneklerinden olan bu ilişkide ABD yönetimindeki "Enron irtibatlı" grubun şahinlik yaptığını, Guantanamo'ya götürülen el-Kaide esirlerine gösterilen kötü muameleyi Dışişleri Bakanı Powell'e rağmen savunduklarını ve Cenevre Antlaşması'na göre "insani muamele" gösterilmesine karşı çıktıklarını belirtiyor. Ancak yolsuzluk, dış borçlarını tahsil edememe ve rüşvet açıkları dolayısıyla battığı ifade edilen Enron hakkında ABD yönetiminin başı dertte. Çünkü yayın organlarının hala bir numaralı gündemi. Ve ABD'deki kartel medyasına rağmen mahalli radyo ve televizyonlar sürekli bu konuyu işliyor ve Bush'un halkı aldattığını belirtiyorlar. Onbirlerce işsiz ve on-binlerce hisse sahibinin mağduriyeti yanında halkı doğrudan ilgilendiren konu ise ortaya çıkan zararların ve muhtemel alacakların devletten, yani vergi mükelleflerinin cebinden karşılanacak olması.
ABD aslında mega şirketler devletidir ve devlet öncelikle bu sermaye gücü iİçin vardır. Ve ABD halkından sürekli olarak ABD'de ekonomik çarkların nasıl döndüğü, siyaset-sermaye-dış politika işlerinin nasıl yürüdüğü gizli tutulmaya ve halk bu konularda sahte ve saptırılmış gündemlerle bilgisiz kılınmaya ve oyalanmaya çalışılır. FBI Enron'un Houston'daki muhasebe belgelerini imha ettiğini, vergi kaçırmak için denetimsiz ufak ada devletlerinde 900'e yakın "paravan şirketi" bulunduğunu kamuoyuna açıkladığında, durumu Afganistan'da ve tüm dünyada "teröre karşı" kahramanca savaşıldığı hamasetiyle örtmeye ve kurtarmaya çalışan Bush yönetimi, yapılan anketlere göre %82'yi bulan halk desteğini büyük bir hızla yitirmeye başlamıştır.
Enron'un kolu Afganistan'a kadarda uzamaktadır. İflas eden Enron, Orta Asya'daki çoğu enerji projesine Unucal şirketiyle ortak. Türkmen gazını Afganistan üzerinden Hint Okyanusu'na çıkaracak boru hattında da bu iki şirket ortak. Afganistan'ın başına geçirilen Hamid Karzai'i ise diğer 10 bakan gibi ABD vatandaşı ve kendisi Unocal şirketinin danışmanı. Tipik bir CIA filmi gibi.
İşin ilginci bu filmin başka bir versiyonu da Türkiye'de çevriliyor. DGM'lik olan Beyaz Enerji Projesi'nin sahibi yine rüşvet açıkları dolayısıyla şaibeli bir şekilde batan Enron şirketi. Trakya Gaz Üretim Tesisleri'nin de yapımcısı olan Enron'un Türk yetkililere de ciddi rüşvetler verdiği belirtiliyor. Beyaz Enerji dosyası belki Türkiye'de örtbas edildi ama, rüşvetçi şirket Enron soruşturması ABD'de açıklanırsa, Türkiye'deki bir çok siyasi ve üst düzey yetkilinin başını yiyeceğe benziyor. İşte küreselliğin ekonomik ayağı da tam burada ortaya çıkıyor. Rüşvet, halkına yalan ve yerel imkanların çok uluslu mega şirketlere peşkeş çekilmesi. Oysa IMF Türk hükümetine rüşvete karşı yasa çıkartmasını dayatıyor. Bu şaşırtıcı. Ve olsa olsa parazit müteşebbisleri önlemeye yönelik bir önlem. Oysa açılan krediler karşılığında hangi kamu kuruluşunun özelleştirileceğini, gümrük duvarlarının nasıl indirileceğini, tarımsal-sınai teşviklerin kaldırılması gerektiğini hükümete dayatarak ülkeyi küresel kapitalizmin pazarı haline getiren yaptırımların hükümetçe kabul edilmesi en büyük rüşveti oluşturmuyor mu? Zaten kapitalizm kitabına uydurulmuş ve bir şekilde tehdit, kullanma, çalma, ihtikar, stokçuluk, faiz, kirli para ve rüşvet ile kara sermaye oluşturmanın başka bir adı değil mi?
İşte DEF toplantısı Bush yönetiminin üzerine böylesi bir Enron kirliliğinin çöktüğü, ekonominin de halkın da güven bunalımı yaşadığı bir dönemde yapılıyor. Enron özelinden kalkarak aslında sistemin işleyişindeki gayri ahlakilik ve hukuksuzluk ortaya çıkarken sermayedarlar el birlik pis kokuların üzerine DEF toplantısıyla esans sıkmaya çalışıyorlar ve küreselleşmenin yollarını açmaya çabalıyorlar. Ancak bu sistemin bir bataklıktan ibaret olduğu Batılı insan için de her geçen gün biraz daha aşikar hale geliyor. Bataklığın pisliğini ise sürekli esans sıkarak engellemenin mümkün olmadığı açık. Türkiye'nin ve iktidar olma tutkuları boğazlarında düğümlenen "milli dindar"ların geleceğini imkanlı kılmak için DEF'e kadar açılan Tayyib Erdoğan ve arkadaşları da bataklıkla ilgili bu açık olan vakıayı bir anlayabilseler... Ve anlayabilseler ki her açılma bir yenilenme değildir... Boğulanlara yeniden can verebilen daha hiçbir ölümlü doğmadı.