Büyümek istemiyordum. Yaşım henüz 17 idi. Her şey karmakarışıktı. Anlamlar kurulacak cümleler bir türlü oluşmuyordu. Harfler sanki dünyanın dört bir yanına dağılmıştı. Dünya denen bir mekânda yapboz oyunuydu benimkisi. Yolum İslam’la aydınlanmaya başladığında her şeyin çözüldüğünü sanmıştım. Her şey yalın ve basitti. Hayat iman ve cihaddı. Dünya ise oyun ve oyalanma yeri. Ne vardı şu yalan dünyada. Yalan ... İhanetler, zulümler, savaşlar, zillet. Hira yoktu gizlenebileyim.
Ortadaydım. Dipsiz bir uçuruma yuvarlanıyordum, ayetleri tuttum. Gitmeliydi buralardan tez elden. Dünya zamanıyla 20 yıl, hadi 22, en fazla ise 24’e kadar kalınabilirdi bu sürgünde. Günah mayınlarına basmadan çekip gidilebilseydi... Seccademin gözyaşlarımla ıslandığı yıllardı. Seccadem ki âlemde kaçıp bağrına sığındığım ve yücelere ulaştığımdı. Olmadı yazgı yazılmaya devam ediyor.
Oysa yaşam iğreti durulamayan bir girdap gibi çekiyor içine. Kocaman uçurumumda her dünyevi olaya çarpa çarpa ilerliyorum. Yalın cümleler zaman içinde flulaştı. Belki de şeytandı kavramları kavileştirip hayatlarımıza düğümler atan. Karışıyordu her şey. Farklı iman biçimleri, tercihler... Ötelere gittiğimizde yüzümüzü ağartacak olan neydi? Yürek hep tarumar... Kafa karışıklıklarını yok edecek, harfleri tekrar kelimeleştirecek Peygamberimizse bize ‘Kitab’ı bırakıp gitmişti. Kitab, yolumuzu aydınlatabilirdi, şayet engelleri aşabilseydik. Düğümlerle sıkılmasaydı boğazımız, Peygamberimiz bizi mahşer günü “Kitab’ı terk etmiş” olmakla şikâyet etmezdi Rabbimize.
Yaşam gailesi adı verilenlerle bir yandan düğümler atılıyor hayatımızla dünya denen coğrafyaya. Normalleşme adında kocaman bir kelime kondu hayatlarımızın başına. Nasıl da hızlı normalleşiliyormuş. Ev, iş, çocuk, düğümler her geçen gün sıkılaşıyor.
Evin taksitinin bitmesine kalan yıllar…
Çocuğun hangi okula kaydettirileceği…
Çatının akan suyu…
Gidilecek düğünler…
Birisi durdursa düğümleri!
Her biri atıldıkça boğazım sıkılıyor, elimi uzattığım asıl diyarım ötelere kayıyor milim milim, kilometre kilometre.
Yetiştirilecek evraklar…
Çocuklara pişirilecek yemekler…
Gönlü yapılacak akrabalar…
Yazın gidilecek yerler…
Tüm düğümlerine bir makas atıp yola düşenler, ‘şehadet gemisine’ binenler durduruveriyor hayatımızı. Şimdi dondurulmuş kareler gibi yaşamlarımız. Her birimiz düğümlerine bakıyor. Ortalama yaşantı gündemimize bir gemi yanaşıyor. Tıpkı bine yakın yıl önce akan Müslüman kanı dursun, Müslümanlar tekrar doğru cümlelerle yaşasınlar diye; 1099’da el-Herevi’nin Bağdat’a gidip Müslümanları cihada davet etmesi gibi. Amin Maalouf kurgusunda “Şu emniyetli kuytuda miskin miskin uyumaya nasıl cüret edersiniz? Ne çok kan döküldü? Kim bilir kaç genç kız utanç içinde o tatlı yüzlerini elleriyle gizlemek zorunda kaldı! Değerli Araplar hakarete alışıyor mu, yiğit Acemler şerefsizliği kabul ediyor mu?” diye haykırıyor. Bin yıl sonra İstanbul’dan kalkan Mavi Marmara da aynı sözleri haykırıyordu sanki.
Yalın kalabilmiş cümlelerimiz, miskinliğimize rağmen yüreğimizde kalan kımıltılar ayaklarımızı gemiyi yolculamaya götürdü birçoğumuzu. Tarihî bir andı. Yüz yıllar sonra tarihçilerin kayıtlarından okunacak kadar tarihî. Belki o günün Müslümanlarının yüreğine dokunacak kadar. Ölüyordu kardeşlerimiz ve el-Herevi haykırıyordu. Nureddin Zengi’yi, Selahaddin Eyyubi’yi tarih sahnesine çıkaracak bir andı belki. İçimde gemimize el sallarken kaygı ve umut kol geziyordu. ‘Ya vururlarsa!’ diye kurduğum cümleler öyle net, öyle kesin “Saçmalama, buna asla cüret edemezler!” sözleriyle cevaplandı ki; yine bir ev kadınının siyasi sosyal aptallığı sandım korkularımı.
Eline yüzüne, hamura bulaşmış zanlar. Oysa yalın önermelerdi. O denli vahşi idi ki zalimler… 17 yaşımdaki aklım geri dönmüştü. Bana göre yola çıkanlar birer şehit adayı idi. Tüm düğümlere rağmen, eşlere çocuklara rağmen ümmeti uyandırma yoluna çıkıyorlardı. Her biri bir kahramandı. Canlarını Rablerine hediye götürüyorlardı. İlk kez yine abartmış olmayı, saçmalamayı diledim.
Büyümüştüm. Bu kadar kalmayı dilemediysem de kalmıştım işte. Yazı yazılmıştı.
Yola çıkan bir geminin ardından, düğümlerimize bakıyoruz şimdi. En azından bakıyoruz. Ne kadar da kalınlaşmış, kavileşmişler. Oysa böyle düşünmemiştik henüz 17 yaşındayken. Oysa iman edip ona söz verirken oysa, oysa…
Sabah ezanında beyaz camın arkasından “Şehitlerimiz var!” sözleri doludizgin koşan bir atın ayakları altında savrulan toprak zerreleri gibi dağıtıyor yüreğimi. Cama çıkıp haykırsam, kapıları çalsam, kıyamet günü oradan oraya koşuş gibi debelensem, yıldızları elime alıp Akdeniz’e doğru fırlatsam, ağlasam ağlasam ağlasam şehitlerimiz beni de yanınıza alır mısınız? O yolda sizle olmak istiyorum desem çözülür mü düğümler? Kızıl kan şimdi ak olan deniz, kızıl kan şimdi yüreklerimiz. Görmedi zalimler oysa sudan göğe yükseldi gemi, kocaman bir güvercinin kanadı gibi dokundu Gazze'ye, sonra ötelere ulaştı. Zalimlerse cesetlere, demirlerle davrandı. Suda nilüferler olur sanırdım şimdi laleler kaplamış güneyi.
Ne güzelsiniz! Ne güzel atlara binip gittiniz!19 yaşındaki civan, “Annem mi şehadet mi?” demişsin günlüğünde. Rabbim sana biriyle ikisini de verdi. Şimdi kim bilir cennet bahçelerinde anneciğin seyrettiriliyor sana. Şehit anası olma şerefine erişen anneciğin. Harfler kendiliğinden yan yana geliyor tekrar. Hayat; iman ve cihaddır. Kitab’ın sayfalarından ayetler kaplıyor evreni. Düğümler gevşiyor. Kurşunlar yağıyor normallerimizin üstüne, kurşunlar suskunluğumuza, acziyetimize korkaklığımıza yağıyor. Kurşunlar düğümlerimize isabet ediyor.
Yiğitlerden bazıları gidiyor, bazıları kalıyor. Kalanlar gitmenin zor olmadığını anlatmak için dönüyor aramıza. Cümlelerimizdeki doğruların sağlamasını yapmamız için dimdik duruyorlar karşımızda. Vücutlarındaki, zihinlerindeki yaralarla anlatıyorlar zalimlerin alçaklıklarını. Bazıları ise alnında kurşunlar gidiyorlar.
Cennetle arz arasındaki kapıdan geçiyor yiğitler. Bizi Rabbimize şikâyet eden şehidimizin yanına koşuyorlar. Biz de koşuyoruz, şehrin sokaklarında onların geçtiği kapıyı arıyoruz. Ellerimiz duada. El-Herevi’nin yüreği ferahlıyor. Gemimiz cennete ulaşıyor. Haberimizi götürüyor sakalı beyazlamış kahramana. Söyleyin ona özür diliyoruz. Söyleyin ona, suskunluğumuzu bozuyoruz. Söyleyin ona düğümlerimizi çözüyoruz.