Edebiyat neye yarar sorusu aslında insanların ya da bütün varlıkların hepsi neye yarar sorusundan farklı mıdır? Bu ölümcül soru ve tartışmaların sonu gelmeyecek midir? İnsanların edebiyatın amacına ilişkin merak ve kaygıları bir nihayet bulmayacak mıdır? Müslümanlar her zaman her aracı bir “fayda”ya mebni bir kaygıyla mı değerlendireceklerdir?
Sorularla başlamak çoğu kere yazanın elini kuvvetlendirir. Okuyanın yargılayıcı konumunu en baştan sarsan bir tarz olarak içinde bir hinlik de barındırır aslında. Her ne kadar Murat Menteş kadar hinlikler aklımıza gelmese de her zamanki refleks ve duyarlılıklarımızı tekrarlıyoruz işte.
Kıvrak zekâlı, edebiyata ilgi duyan, kafaları çalışan bir kuşak var. Takip edenlerin malumu bir çevre bu. Bazen ilgi, bazen yazıklanma ile takip ediyoruz bu kuşağı. Ürettikleri genel olarak -belki tam da haklı bir tanımlama olmasa da-anarşist bir çizgi içine dâhil edilebilir. (Açıkçası ben mütebessim anarşizm olarak değerlendiriyorum.) Bu çevrenin mütebessim ve kabiliyetli kalemlerinden Murat Menteş’in romanı da pekâlâ bu tanımlama içerisinde değerlendirilebilir.
Anarşizm, tam terimsel karşılığı bağlamında değil de muhalif duruşu dillendirmesi bakımından kolay tercih edilebilen, belki biraz da prim yapmanın kestirme yolu olarak gözde bir tarz. Mesela ben Nihat Genç okurken veya bir arkadaşımdan onun bıçkın, gözünü budaktan esirgemeyen tarzını dinlerken yıllar önce, bir yere kadar hoşuma giderdi, ulu orta atıp tutmak, ahkâm kesmek cesaretini artırır en nihayetinde insanın. Ama hepsinden sonra “Ya sonra, sonra ne olacak, yani ne yapacak bu insanlar dostum?” sorusunu kaçınılmaz olarak sorardım. Daha çok Gerçek Hayat dergisi etrafında kümelenen, elbette başka dergi ve yayınlarda da kendilerini fazlasıyla gösteren bu çevrenin olması gerekenden çok daha fazla olarak anarşist çıkışların tesirinde kaldıklarını düşünüyorum.
Kendini bir zemine konumlandırmayan, belirli bir çıkış noktası belirlemeyen her söylem en nihayetinde iki kaderi yaşayacaktır: Ya çok farklı çevrelerden beğeni ifadesiyle kimliksizce büyüyecek ya da hiçbir çevrenin ilgisine mazhar olmadan kaybolup gidecek. Tabi ki şu anda bahse mevzu ettiğimiz çevre için birtakım işaretler olsa da kesin kanaat zamanla ortaya çıkacaktır ama bizim yargılarımız kesindir.
Kitabın kıvrak dili, polisiye kurgusu ile duygusal boyutu, entelektüel birikimle harmanlanarak okuyucu için tam hazmedilebilir kıvama getirilmiş doğrusu. Dublör olan arkadaş zeki bir tip. Arkadaşları da öyle. Her işten anlıyorlar. Maskeler yapmak, tiyatral kabiliyetlerini şantaj organizasyonlarında kullanmak, entelektüel ilgilerini büyük bir cömertlikle okuyucu ile paylaşmak… Ama yazar sanki hayatın gidişatına, oluşturduğu kahramanların serbest, kaygısız kişiliklerine kaptırıverince kendini “nereye varacak bakalım” merakı romanın iradesini yazardan epeyce alıvermiş.
Takdir olunur ki hayatta çok farklı kişilikler var. Ama bir inancı savunan kişiler diğer insanlardan zamanla sıyrılırlar. Aralarındaki ilişkiler bu çerçevede yeniden biçimlenir. Menteş’in romanında böyle şeyler olmuyor. Kopan ya da yoktan başlayan ilişkiler tamamen gidişatın sıradan ve muhtemel ve nitelik kaygısından uzak basamaklarından ibaret. Düşünsel, ideolojik bir bağlantı ya da sebep yok. Bir başkaldırı gibi mi okusak acaba dedirtecek bir çıkış da yukarıda bahsettiğimiz sıradan anarşist boyutu aşamıyor.
Kendini bir şekilde İslam’a nispet eden edebiyat çevreleri için üzerinde biraz fazlaca durduğumuz “sanatta ahlâkîlik” bağlamında Menteş’in dilinin de arızalı olduğunu söylemek gerçekten üzüntü verici. Romandaki argo ifadeleri, kötü söz içeren atasözlerini okurken Nihat Genç’in yazılarını okuyorum sandım. Bir Müslümanın eserinde bu ifadelerin yer bulmasının doğru olmadığını kesin olarak ifade etmeliyiz. Bunun basit bir testi olabilir. Eğer bir eseri her insan topluluğunun önünde yüksek sesle sansürsüz okuyabiliyorsak mesele yoktur. Aksi durumda uyguladığımız test bize bu konudaki tavrımızın ne olması gerektiğini gösterecektir. Roman boyunca Murat Menteş bu menfi durumu besleyen kullanımları maalesef cömertçe sergilemiş.
Birkaç arkadaşlık bir çevresi var romandaki kahramanların. İslami duruşu öne çıkan kahraman İbrahim Kurban, bir dergâha gidip geliyor, şeyhi var tabii olarak. Kitabın İslam’la ilgisi bu problemli ilişkiyle sınırlı. Başkahraman Nuh Tufan, dublörlüğünü yaptığı kişinin sevgilisine âşık oluyor ve mahremiyet açıkçası güme gidiyor. Hani bir Müslüman okuyucu olarak aynı mahallenin yazarının kitabını okurken insan üzülüyor bu duruma. Egemen sanat-ahlak anlayışına mukavemet edecek farklı bir tarz bekliyoruz “kendi” adamlarımızdan.
Bolca komplo, mafya ve ajan bağlantıları yer alıyor romanda ya esasen böyle bir şeye yazar neden ihtiyaç duymuş acaba, sorusunu da sormadan edemiyor insan. Tamam, şöyle sarsan, sallayan bir roman yazalım ama ne anlatalım? Anlatacak sahih bir sözümüz yoksa işin eğlenceye varması kaçınılmaz olacaktır. Mesela Menteş o kadar yazarçizer, filmciden bahsediyor ki önemli bir kısmı uydurma da olsa eğlenceli olması yeterli görülebiliyor. Bir sürü laf, bir sürü gâvur (Batılı anlamında!) ismi ama sonunda ortada şöyle belirgin, kalıcı bir tablo okuyucunun zihninde şekillenmiyor.
Eskilerin masal anlatıcılarının aktardığı ya da uydurduğu gibi Menteş’in kahramanları da kişi ve olay uyduruyorlar. Elbette bu imkândan yararlanılmalı ama bu bir amaca matuf olarak yapılmalı. Yoksa sadece bir eğlencelik olmanın ötesine gidecek bir tercih olamaz.
Gerçek de olsa uydurma da olsa romanda dikkat çekmesi gereken en önemli özelliklerden biri de Batılı diye sıfatlandırdığımız isimlerin yoğun varlığının düşünsel aidiyetleri açık eden temel bir gösterge olduğu gerçeğidir. Tasfiye dergisinde İsmet Özel’in “Henry Neden Buradasın?” kitabı için yaptığımız eleştiriyi kısaca burada da yinelemek gerekiyor: İslam düşüncesi dolayımında arz-ı endâm edenlerin İslam düşüncesi ile ne kadar alâkaları var? Yaptıkları çözümlemeler, verdikleri örnekler hep Batılılar üzerinden. Müslümanların sorunları yabancı teoriler çerçevesinde tartışılıyor. Ait oldukları iddia olunan İslam düşüncesine vukûfiyetleri son derece yetersiz. Bu eksiklik tasavvufun sözde kuşatıcı, mubahçı yanıyla izale ediliyor. Menteş de romanında İslam diye sunduğu alternatifi hayata karışmayan tasavvufi eğilimler üzerinden vermiş. Umarım bu düşüncemiz yabancı teorileri tümden kullanım dışı ilan etme gibi bir niyetten hareket ettiğimiz sonucunu çıkarmaz. Burada büyük bir zihinsel problem var. Ya büyük bir özenti ya büyük bir İslam düşüncesi cehaleti. Ben her ikisinin de önemli oranlara sahip olduğunu düşünüyorum.
O kadar yere göndermelerde bulunmuş ki Murat Menteş, yaşadığı ülkedeki can alıcı sorunları adeta görmezden gelmiş. Okuyucuyu şaşırtıyor doğrusu yazar ve okuyucu bu şaşkınlık içinde yaşadığı ülkenin meselelerine alaycı ya da ciddi bir değini olup olmadığını fark edemiyor.
Romanda, yazarın algıladığı hayata ilişkin karşı çıkış noktalarını bir arada değerlendirip tümden haksızlık yapar bir durumda kalmayacaksak eğer entelektüel dayatma ya da çarpıtmalar, kültürel sapmalar, hayatımızın aslında bilemediğimiz gizli güçler tarafından kuşatılmış olduğu gerçeği gibi birtakım noktaları sayabiliriz. Eleştirilerimizi tahrip değil de takviye eden bir çizgide yapmaya çalıştığımız için bazılarınca -haklı olarak- profesyonel bulunmayan “keşke” kullanımımızı burada da yapmayı tercih edeceğiz. “Keşke” diyoruz, kabiliyet ve birikimlerimiz vahyin gösterdiği istikamet ve sorumluluktan şaşmayan bir anlayış üzerinde eserlerini verse de sanatın sarsıcılığı ile motive edilen bir muhalefet çizgisine sahip olmanın güzelliğini yaşayabilsek.