“Drina Köprüsü”nü1 birkaç yıl önce okumuş ve edebî açıdan harikulade bulmuştum. Betimlemeleri, tasvirleri, tahlilleri, kelimelerle kurduğu ilişkiler, inşa ettiği kişi, olay ve dünyalar o kadar etkili ki eserin içine girmemek veya eserin içimize girmesini engellemek mümkün değildir. O yüzden eser edebî manada ilgi ve takdiri fazlasıyla hak ediyor. Okuduğumuz eserin edebî açıdan şaheser veya klasik olması onu ve yazarını mercek altına almamıza engel teşkil etmemeli, diye düşünüyorum. Sonuçta eser, yazanın/yazarın izdüşümünden ibaret olup ondan, onun duygu ve düşüncelerinden azade değildir. Aşağıdaki kazı çalışmasının temelinde bu düşünce yatıyor.
Yugoslav edebiyatının dünyaca ünlü yazarı İvo Andriç, Bosna’da Travnik kasabasının Dolaç köyünde 9 Ekim 1892’de doğdu. Zanaatkâr olan babası öldüğünde üç yaşındaydı. Genç yaşta dul kalan annesi, oğlu İvo ile birlikte memleketine, bir Bosna kasabası olan Vişegrad’a taşındı. “İvo Andriç koyu bir Katolik olan annesi ve halası tarafından yetiştirildi.”2
Geçenlerde, İvo Andriç’in, 1950’lilerin sonu ve 1960’ların başında yazmış olduğu dokuz hikâyeden oluşan “Sinan’ın Tekkesinde Ölüm” adlı eserini okudum. Çok ilginç bir şekilde Andriç, kitabın “Bir Hikâye” başlıklı son bölümünde, Osmanlı vezirinin hışmına uğrayan ve bir suikastla öldürülen Hamit Ağa Skaro ve çok sonra hikâye anlatıcısı haline gelen yetim oğlu İbrahim Skaro efendiden bahseder. Andriç, o hikâyede adeta kendisinden bahseder! Kitapta, Hamit Ağa öldürülünce dul kalan ve oğlunu “nefret ve onulmaz bir kederle zehirlenmiş sütüyle besleyen” Ağa’nın eşinden bahseder: “Çocuk büyüdü, delikanlı oldu sonra bir erkeğe dönüştü. Bu adamın hayatı boyunca ne yaptığını anımsayan yaşlılara rastlamak hâlâ mümkündür: Ömrü Saraybosna’da dolaşıp hikâyeler anlatmakla geçmişti. Tuhaf biriydi. İyi, varlıklı bir aileden gelmişti, eğitimli biriydi fakat hiçbir zaman herhangi bir işle -yani ‘ciddi iş’ denilen türde işlerle- meşgul olmamıştı ya da bir ilgi alanı geliştirmemişti… Hikâyelerini sıra dışı ve özel kılan, dinleyicilerini hep tanıdık bir şeyle şaşırtma gücüydü… Anlattığı bu hikâyelerde yüzlerce mucize her türden acı ve bunlardan daha fazla kahkaha vardı; suç ve suçlular, zorbalar, ahmaklar ve madrabazlar; iyi insanlar, budalalığın kurbanları ve insanın kendini ve başkalarını kandırma ihtiyacı vardı; fakat bunların hepsi onun özel anlatım üslubuyla aydınlanırdı.”3 Hikâye, Andriç’in kısmen yukarıda geçen öz yaşam öyküsünü anlatıyor gibi!
Yazarın çocukluğu ve ilk gençlik yılları, Drina ırmağı kıyısındaki bu kasabada geçmiştir. Köken itibariyle bir Hırvat olan Andriç, bir Sırp olarak yaşamayı tercih etmiştir. İlkokulu Vişegrad’da, liseyi Saraybosna’da, üniversiteyi Zagrep, Viyana ve Krakov’da okudu. Bu üniversitelerde felsefe, Slav tarihi ve edebiyatı öğrenimi gördü. 13 Haziran 1924’te “Türklerin Yönetimi Altındaki Bosna-Hersek’te Kültürel Hayat” adlı teziyle Graz Üniversitesinden felsefe doktoru unvanını aldı.
Üniversite yıllarında politikayla yakından ilgilendi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırlarında yaşayan Slavların kurtuluşunu ve birliğini sağlamaya çalışan Ulusal Devrim Gençlik Örgütüne (Mlada Bosna) bağlandı. Bu örgüt, 1914 Haziran’ında meydana gelen ve I. Dünya Savaşı’nı tetikleyen, Avusturya Veliahdı Ferdinand’a Saraybosna’da yapılan suikastı gerçekleştiren Gavrilo Princip’in bağlı olduğu örgüttür. Suikasttan sonra İvo Andriç de tutuklanmıştır. Bir yıl kadar bir süre tutuklu kaldıktan sonra sürgüne gönderilen yazar, bu süre zarfında Dostoyevski ve Kierkegaard’ın kitaplarını okumuş, 1917’deki afla özgürlüğüne kavuşmuş, yarım kalan üniversite öğrenimine devam etmiştir.
İvo Andriç, 1924’te dışişlerinde çalışmaya başladı ve 1941’de büyükelçi olarak emekliye ayrılmasına kadar, Vatikan, Bükreş, Graz, Marsilya, Paris, Brüksel, Roma, Budapeşte, Cenevre ve Madrid’de diplomatik görevlerde bulundu. Son görevi Berlin’de ülkesinin Almanya büyükelçiliğiydi. Ülkesinin Almanlar tarafından işgal edilmesinden sonra yurduna döndü. II. Dünya Savaşı yıllarında Belgrat’ta kiraladığı bir apartman odasında yaşadı. Bu dönemde eserlerini yazdı. 1939 yılında Yugoslav Krallığının isteği üzerine Andriç bir diplomat olarak “Kosova Sorununun Çözümü” adı altında bir proje hazırlamıştı. Bu projede Andriç, Arnavut milletinin (içindeki Müslüman nüfusun) Türkiye’ye göç etmesini ve Arnavutluk topraklarının Yugoslavya’yla İtalya arasında bölüştürülmesini çözüm olarak sunmaktaydı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komünist Partiye katıldı. Yugoslavya Yazarlar Birliğinin başkanlığını yaptı. 1949’ta Bosna’yı temsilen Yugoslavya Federal Meclisine seçildi. Bir ressam olan Milica Babiç ile 1959’da evlendi. Karısının 1968’de ölümünden yedi yıl sonra İvo Andriç 13 Mart 1975’te Belgrad Askerî Hastanesinde bu dünyadan ayrıldı.4
İvo Andriç, orijinal adı “Na Drini Cuprija” olan “Drina Köprüsü” romanını Belgrad’da 1941 Temmuz, 1943 Aralık arasında yazmış ve 1945 yılında yayımlamıştır. Yazar bu romanın da büyük katkısıyla 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.5
1892’de Travnik’te doğup 1975’te Belgrad’da ölen İvo Andriç, gerçekten de müstesna tarzını şimdiye dek hiç kimsenin inkâr etmediği ve istese de edemeyeceği Bosnalı bir yazardır. Fakat aynı zamanda onun da hiç bahsetmediği kökeni, özünde edebiyat dışı bir mesele olmasına rağmen, Nobel’i aldığından beri, farklı milliyetçi edebiyat çevrelerinde tartışılıyor. Zira Andriç kendisini gençliğinde Hırvat, Nobel’i aldıktan sonra ise Sırp olarak tanımlamıştı. Hayatının büyük kısmını ise istikrarlı bir şekilde “Türkler” olarak adlandırdığı ve romanında, öykü ve denemelerinde sık sık bahsettiği Bosnalı Müslümanlarla Bosna’da geçirmişti.6
Andriç, Müslümanlar hakkında bu kadar sık yazarak son derecede gayri insani bir ideolojinin de temelini atmıştır. Bu ideolojiye göre Bosna “Sırp topraklarından bir bölgedir” ve Bosnalı Müslümanlar “Güney Slav uluslar topluluğunun içinde rahatsız edici bir unsurdur”. Zira Müslümanlar “yabani bir din” olan İslam’ı kabullenip onun yüzünden “saldırgan, sapık, psikopat ve şehvetperest” insanlar haline gelmişlerdir. Bu nedenle Asım Öz, Aliya İzzetbegoviç’in, Andriç’in eserlerinde karşımıza çıkan Müslüman karakterlerin olumsuz tasvirinin Balkanlardaki önyargıları ve İslamofobiyi güçlendirdiğini düşündüğünü aktarmaktadır.”7
Otantik Boşnak Müslüman karakterlere ek olarak Andriç, Osmanlı dönemindeki Müslümanlara ve Türklere dair geniş bir portre çalışması da ortaya koyar eserlerinde: Vezirler, paşalar, beyler, ağalar, kaymakamlar... Kibir, şehvet ve kana susamışlıkta hepsi birbiriyle yarışır. Oysa Andriç’in bu genelleyici yargısının haksız olduğu bazı tanıklıklarla ortaya çıkmaktadır:
“Daha çok Mecelle ile tanınan Cevdet Paşa Bosna-Hersek’e Dersaadet'ten müfettiş olarak gönderilir ve yaklaşık bir yıl kadar burada denetleme ve düzenlemelerde bulunur. Dağılma sürecinde bile olsa özgüven sahibi bir imparatorluğun sorunlara nasıl yaklaştığının, bilgeliğin, devlet adamlığının ne olduğuna dair yazdığı tezkirelerde öğretici notlar vardır. Cevdet Paşa, gayrimüslim bir çete reisinin de içinde bulunduğu Mostar şehrinin ileri gelenleriyle bir toplantı düzenler. Devletin ele geçiremediği ama Halife'nin temsilcisinin toplantı çağrısına uyup gelen bu şahsın orada kıskıvrak yakalanmasını isteyen Müslüman yöneticiye karşı verdiği cevap çarpıcıdır: 'Bunlar kendi ayağı ile hükümete gelip dehalet ettiler. Bu makuleleri tevkif etmek kaide-i hikmet ü hükümete uymaz!' (Tezakir, TTK Yayınları, s. 21-39). Yine Mostar'da sınır bölgelerinde savaştan dolayı göç edenler arasında bulunan 18 Latin çocuğun okul sorunuyla da ilgilenir. Çocuklar okuma bilmedikleri için Rüşdiye'ye gönderilemeyecektir. Alternatif olarak Müslüman çocukların devam ettiği sıbyan mektebi vardır. Bu mekteplerde Kur’an ilimleri ve ilm-i hal bilgileri verildiği için uygun görülmez. Bunun gerekçesini Cevdet Paşa gayet doğallığı içinde şöyle yazar: ‘Hristiyan çocuklarına Kur'an ve ilm-i hal okutmak dahi münasip olmayacağından…’ bu çocuklar için ayrı bir okul açıldığını, kısa bir süre sonra Türkçe yazıp okumaya başladıklarını anlatır.”8
Tarihi soylulaştırmaya tenezzül etmeden şunu net olarak söyleyebiliriz sanırım: Tarihte, Balkanlar’da din, dil, can, mal vb. konularda olumsuz örnekler, haksızlıklar muhakkak olmuştur. Ama bunların asıl olacak kadar yaygın olmadığı ve süreklilik arz etmediği de bilinen başka bir gerçektir.
Komünist dönemde bu yazarın ideolojisini sorgulamak ve eleştirmek Boşnakların veya herhangi bir topluluğun aklından bile geçmedi; zira Andriç, resmî yazar olarak Yugoslav rejiminden azami destek görüyordu. İlk eleştiriyi Şukriya Kurtoviç (1890-1973) yaptı. Fakat yine de Yugoslavya’da değil, İsviçre’de. Böyle bir girişim ancak Yugoslavya dağıldıktan sonra, 1995 yılında gerçekleşti. En meşhur Boşnak edebiyat tarihçisi Dr. Muhsin Rizviç bunu “Andriç’in Dünyasında Boşnak Müslümanlar” adlı kitabında yaptı. Andriç’in ideolojisini, son derece gerçeklere dayanan ve tarafsız bir şekilde kaleme alınan bu çalışmayla nihayet sadece belgelenmekle kalmadı, aynı zamanda adeta darmadağın edildi. Rizviç, 20. yüzyılın önde gelen Sırp edebiyat eleştirmenlerinden Zoran Konstantinoviç’in bir tespitini kullanmıştır: Andriç’in tezinde -bu arada Andriç hayattayken tezinin yayınlanmasına izin vermemiştir- İslam’ın Bosna’ya gelişiyle oradaki kültürel ve manevi hayatın bütünüyle inkıtaa uğradığı, İslam’ın ‘yabancı’ ve Asyalıların ateş ve kılıçlarıyla yayılan bir din olduğu, Balkan topraklarında yaşayan ve İslam’ı kabullenen milletlerin -Boşnakların (tamamen) ve Arnavutların (kısmen)- aslında onu ‘baskı altında’ ve ‘dünyevi ihtiyaçlar adına’ kabullendiği yazıyor.99
Rizviç’in aslında en çok gücendiği konu şu: Andriç, yukarıda bahsettiğimiz iki romanını da (Drina Köprüsü ve Travnik Günlüğü) II. Dünya Savaşı sırasında Belgrad’da yazmıştır. O sırada Yugoslav Krallığı ordusunun askerleri, Tito’nun partizanlarıyla birlikte, Drina ve Lima nehirlerinin kıyılarında ve köprülerinde dokuz binden fazla Boşnak kadını, ihtiyarı ve çocuğu katletmişti. (Bu katliamla ilgili her şey, çok sonraları Karadağlı tarihçi Vladimir Dediyer’in “Müslümanlara Soykırım” isimli kitabında belgelenmiştir.) Bu konuda Andriç tek kelime yazmamıştır.10
Sonuç Yerine
Roman veya hikâye yazarı tabiî ki bir taraf olabilir; fikir, duruş sahibi. Ama yazar, bir eser yazarken/yaparken de azami derecede bilgi, izan ve insafı da elden bırakmamalıdır.
Aliya, hapishane notlarında, tarihin, yazarlara keyfilik, sübjektiflik, önyargı ve hayal gücü için müthiş bir alan oluşturduğunu yazar. İvo Andriç ve eserlerinden hareketle insanların, çoğu zaman yazarın eserinde tasvir ettiği gibi olmadığını/olmayabileceğini iddia eder. İvo Andriç’in İslam ve Müslümanlara karşı önyargılı oluşundan ve Müslüman ismi taşıyan tüm roman kahramanlarını her zaman ilkel, yalancı, zayıf ve zalim; aldatmaya ve tembelliğe meyilli insanlar olarak tasvir ettiğinden yakınır. Aliya, Andriç’in Lev Tolstoy kadar vicdanlı olmadığını yazar: “Örneğin, Tolstoy’un 30 sayfalık ‘Neden’ hikâyesini yazarken inandırıcı ve tarihe sadık olmak adına 1830-1831 Polonya isyanının tarihi hakkında çok sayıda kitap okuduğu biliniyor. Günlüğündeki şu satırları bizzat yazmıştır: Hikâyenin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş beş satırı yazmak için çok sayıda kitap okumam gerekiyor.”11
Yine Aliya aynı eserinde şunları yazar:
“İvo Andriç, Drina Köprüsü'nün inşası için yapılan arazilerin kamulaştırılma sürecini tamamen yanlış bir şekilde anlattığı konusunda çokça eleştirilir. Andriç'in versiyonunda bu arazilerin zorla, hiçbir ücret ödenmeden ve şikâyete fırsat verilmeden şiddet yoluyla insanların ellerinden alındığı yazılıdır. Fakat tarihçi Osman Sokolović, mahkeme arşivlerinde, Osmanlı devlet dairesine arazi sahiplerinin teker teker girdiğini ve alınan her bir arazi için alım ücretinin belirlendiğini gösteren belgelere ulaşmış ve onları yayımlamıştır. Sokolović, benzer işlemler için bugün kullanılan kayıtlardan hiçbir farkı olmayan tutanakları kelimesi kelimesine çevirmiştir. Eğer Andriç tarihî gerçeklere sadık kalmamış ya da onları tespit etmemişse, insanlar, onların karakterleri, anlayışları, duyguları ve birbirleriyle ilişkileriyle ilgili her şey hayal ürünüyse (ki Andriç'in hayal gücünün kuvvetli olduğu muhakkaktır), o halde onun Drina Köprüsü, Travnik Günlüğü, Lanetli Avlu veya diğer eserlerinden o dönem ve o dönemde gerçekten yaşamış insanlar hakkında bir şey öğrenmek ve aydınlanmak mümkün değildir. Andriç'in romanlarından genel anlamda insanlar hakkında, insanların nasıl olabilecekleri hakkında belki bir şeyler öğrenebiliriz, fakat somut olarak nasıl olduklarını öğrenemeyiz. Bu durumda onun eserlerinin yalnızca felsefi değeri vardır ve bir dönemin iç tarihi dediğimiz mefhum için bir önem arz etmezler!”12
1- İvo Andriç, Drina Köprüsü, İletişim Yayınları, 27. Baskı, 2021.
2 -Abdurrahman Kolcu, “İvo Andriç ve Drina Köprüsü Romanı”, Türklük Bilimi Araştırmaları, 2003.
3- İvo Andriç, Sinan’ın Tekkesinde Ölüm, İletişim Yayınları, s. 188-190.
5- Andriç, “Sinan’ın Tekkesinde Ölüm” adlı eserinde yer alan “Zepa Üzerindeki Köprü” başlıklı hikâyenin sonunda şunları yazar: “Bunun oraya nasıl yapıldığını inceleyip ortaya çıkarmayı düşünen ilk kişi bu hikâyenin anlatıcısıydı. Bir akşam dağlardan yorgun argın dönüp köprünün parmaklıklarına oturduğunda aklına geldi. Sıcak yaz günlerinin ve serin gecelerin mevsimiydi. Taşa sırtını yasladığında günün sıcaklığını hâlâ taşıdığını fark etti. Terliydi ve Drina’dan serin bir rüzgâr esiyordu; bu yontulmuş ılık taşa dokunmak tuhaf ve memnuniyet verici bir his uyandırdı içinde. Birbirlerini hemen anladılar. Sonra köprünün hikâyesini yazmaya karar verdiler.” (s. 70)
6- Prof. Dr. Cemalettin Latiç, “Balkanların Bitmeyen İvo Andriç Kavgası”, Anadolu Ajansı, 21 Şubat 2019.
7- Asım Öz, “Aliya İzzetbegoviç Nasıl Ele Alınmalı?”, Dünya Bülteni, 22 Temmuz 2013.
8- Akif Emre, “Cevdet Paşa’dan Terör Dersi”, Yeni Şafak, 6 Eylül 2012.
9- Prof. Dr. Cemalettin Latiç, a.g.m.
10- Prof. Dr. Cemalettin Latiç, a.g.m.
11- Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım -Hapishaneden Notlar- (1983-1988), Ketebe Yayınları, s. 53.