Siyonist İsrail çetesinin Filistin'deki İşgal ve cinayetlerinin sonucu, Türkiye'de yaşayan biz müslümanları öncelikle ilzam etmekte. Siyonist çete ile askeri, stratejik ve ekonomik ortak olmak bakımından Türkiye Devleti İsrail'in işgalci politikalarının bir güvencesi olmakta, Siyonist devlet ile icra ettiği ortak askeri eğitim ve tatbikatlarla Filistin'de devam edegelen işgal ve cinayetlerin artarak sürmesinde büyük sorumluluk altına girmekte.
Türkiye'de devlet ve devletin kemalist ve milliyetçi uzantıları İsrail'le ilişkilerin giderek arttırılması için bütün imkanları seferber ediyor. Fakat Türkiye'de yaşayan biz müslümanların kurumsal veya toplumsal olarak Filistin'de yaşanan zulümler karşısında üstümüze düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirdiğimizi söyleyemeyiz. Siyonist çetenin Türkiye'deki dostlarının yaptıkları biliniyor. Ama Filistin'e dostluğunu, İsrail'e düşmanlığını açıktan ilan edip kitleselleştirmesi, derinleştirmesi ve genelleştirmesi gereken Türkiyeli müslümanların sahip oldukları imkanların çok altında kalan bir pratik sergilediklerini söyleyebiliriz. Kur'an eğitimi, başörtülü eğitim ve çalışma hakkı gibi en temel ve meşru hakların gasp edilmesi konusunda ortaya konulamayan direniş ve kararlılık yerine ikame edilmek istenen "düşük yoğunluklu duyarlılıklar Filistin meselesinde de belirleyici olunca geri çekilme ve buna bağlı olarak da kimlikte kırılmalar daha bir belirginleşti.
İşgalci İsrail karşıtı protesto ve mitingleri değersiz görüp küçümseyen ve "psikolojik geçici bir boşalma" olarak gören yaklaşım sahipleri "seher vakti" tüm mü'minleri duaya çağırırken bu iki tavrın da birbirinin ne muadili ne de muhalifi olmadığını unutmamalı. Halbuki protesto eylemi duaya; dua da protesto eylemine engel değil, bilakis muhtaçtır, biz müslümanlar için. Duyarlılığımızı zenginleştirmek ve etkili kılmak için ekonomik boykotlardan, resim ve karikatür sergilerine; mektup, fax, telefon ve internet üzerindeki aktivitelerden infak ve bağış kanalıyla mali desteğe; panel, konferans ve sempozyumdan protesto eylemlerine, grev ve boykota; kitap, broşür yayımından ezgilerle, şiirlerle ve marşlarla oluşturulacak duygusal atmosferi güçlendirmeye değin tüm meşru/şer'i imkanlar seferber edilebilir. Tüm bu aktiviteler mü'min ortak paydasında buluşan kadın-erkek, genç-yaşlı, aydın-alim, işçi-işveren, öğrenci-öğretmen vs. hiçbir statü sahibinin bigane kalmayacağı bir ümmet duyarlılığında, ifa edilmelidir.
Bu yıl ABD'de düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nu protesto eden globalleşme karşıtları içerisinde yer alan Arjantinli kayıp(ların) anneleri ellerinde Filistin bayrakları ve "İşgale son, Filistin'e Özgürlük" flamalarıyla yürürken Güney Kore ve Japonya'da da siyahlar giyinmiş üniversite öğrencileri nazilerle Siyonistlerin, Hitler ile Şaron'un benzerliğini ifade eden pankart ve sloganlarla Filistin halkına destek ve dostluk mesajını deklare ediyorlardı. Fakat aynı süreçte "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" nebevi ikazının Türkiyeli muhataplarından önemli bir kesim kimi zaman siyasi-toplumsal, kimi zaman kişisel-duygusal tahlillerin ardından eliyle yapabileceklerinden, diliyle söyleyebileceklerinden vazgeçerek "düşük yoğunluklu duyarlılığa razı olmak"la iktifa ettiler. Ya da yıllarca mübalağalı bir "yahudilik-masonluk" düşmanlığında şampiyonluğu elden bırakmayanların fiili işgal ve toplu kıyımların ardından devletin güdümündeki Diyanet Teşkilatı'nın bu konu üzerine kaleme aldığı renksiz-kokusuz bildirisinden daha kötü bir bildiriyi kaleme alıp yahudileri Tevrat'ın ilkelerine uymaya ve her iki tarafı da barışa davet eden kokmaz-bulaşmaz deklarasyonlara sığınması ciddi bir duyarlılık göstergesi olabilir mi? Oysa dostlarımıza dostluğumuzu, düşmanlarımıza düşmanlığımızı net ve güçlü bir biçimde deklare etmeliyiz. Mü'minlere yakışan da budur.