Aliya İzzetbegoviç'in "Doğu ve Batı Arasında İslam" adlı eseri, Batı felsefi temellerine karşı yapılmış önemli bir eleştiri.
Kitap iki bölümden oluşuyor. I. Bölüm, Batı'dan kaynaklanan ve Batı düşüncesinde tarih boyunca oluşmuş öğretilerin ve bunların temellendirdiği ne idüğü ve batı toplumları tarafından nasıl algılandığı açıklaması ve eleştirisi yapılıyor. II. Bölüm ise İslam'a ve İslam'ın müesseselerine ayrılmış.
Batılılara yönelik yazılmış bir kitap olarak değerlendirdiğimizde, kitap, günümüz insanının anlayabileceği bir dilde kendi kurumlarının ve düşünce tarzlarının yanlışlığını ve İslam'ın tarih boyunca bir misyon olarak üzerinde taşıdığı ve sürekli olarak insanlığın bir keşmekeş ve kavram kargaşası içerisinde bulunduğu zamanlarda dahi sadece ve sadece kendi kavram ve müesseseleriyle bu kargaşalığa nasıl çözüm bulduğu ve her zaman bulacağını açıklıyor.
Yazara göre dünyanın tarihi gelişimi üç çizgide seyretmiştir: İslami çizgi, materyalist (maddeci) çizgi, mistik çizgi. Din (religion) kelimesini ise, kendisinin de açıkladığı üzere "batılı anlamda din' kavramı çerçevesinde kullanıyor, İslam'ı anlattığı bölümlerde ise, kelimeyi özellikle bu 'din' olgusundan ayırmak için 'İslam' olarak kullanıyor.
Begoviç'e göre insanlar (veya insanlık) belli felsefeleri güttüğü veya yaşadığı anlarda dahi, kendi felsefesini aşan davranışlarda bulunmuştur, özellikle din tarihi ve materyalist tarih boyunca bu sözünü ettiğimiz boyutu sürekli yaşamıştır. Din açmazlar yaşadığı dönemlerde materyalizmden -evlilik, paylaşım, eşit dağıtım gibi- kavramlar çalmış, materyalizm de belli noktalarda Din'den yararlanmaya, onun konu ettiği alanlara girmeye çalışmıştır.
İşte Avrupa bu iki uç arasında sürekli olarak gidip gelmiştir. Ancak orta yolu bulamamıştır. Yazar'a göre Kıta Avrupa'sında bu orta yola en yakın çizgiyi İngiltere izlemiştir. Materyalizmin Avrupa'ya sardığı en şiddetli zamanlarda dahi İngiltere'de İncil, Sosyalist Parti'nin kürsülerinde dahi anılıyordu. Avrupa'da yüzde yüze yakın bölümü ateist olan ampiristlere İngiltere'de rastlamak mümkün değildi. İngiltere'nin felsefi ve bilimsel temellerine öncülük eden bir çok isim, muhafazakar denilebilecek düşüncelerini zaman zaman ahlak, tanrı, bilim ve incili yan yana, iç içe bir bütün halinde görebilme hususunda İngiliz toplumunu oldukça derinden etkileyen yazılar ve kitaplar yazmaktan geri durmamışlardır. Bunlar arasında Hobbes, John Locke, Roger Bocan gibi önemli şahsiyetler de vardır. Hatta Kari Prantl, Bocan için arapların öğrencisi demektedir. Begoviç bu isimlerden bazılarının yazılarından örnekler vererek, "bunları pek ala bir müslüman da yazabilirdi" demektedir.
Begoviç'in önemle üzerinde durduğu husus, İslam'ın diğer iki anlayıştan farklı olarak dışarıdan kavramlara ihtiyacı olmadığı, tam tersine kendine özgü ve birbirine zincirleme bağlı, bütüncül bir kavram örgüsüne sahip olduğudur. İşte İslam'ı en anlamlı ve hayatın amacına uygun en büyük sistem -din- yapan da budur. Namazdan abdeste, hukuktan hacca kadar düalist açıdan bu kavramları açıklayan yazar, batılı insanın ilgisini bu noktalara ustaca çekebilmektedir.
Hümanizmin, düalizmin, ahlakın, hukukun, sanatın ve bunların diğer din, ihtilal, bilim vs. gibi kavramlarla ayrıldığı ve bütünleştiği noktalan ustaca ve kıvrak bir dille ve verdiği örneklerle anlatan yazar, insanın ayrılmazlığını vurgularken ne tam bir materyalist ne de tam bir dindar(mistik) olamayacağını önemle belirtmektedir. İslam'ın bu iki noktayı kendi bünyesinde nasıl büyük bir ustalıkla barındırdığım açıklayan yazar, Yahudilerin İslam'ı mistik, Hıristiyanların ise siyasi ağırlıkta görmelerini buna bağlamaktadır.
Dünyanın mistik gelişimini hıristiyanlara, maddeci gelişimini ise yahudilere bağlayan yazar bu tezini " İsa-Musa-Muhammed" başlıklı bölümde açıklığa kavuşturuyor.
Ahlaklı ateist olabilir ama ahlaklı ateizm olmaz diyen yazar, hristiyanlığın insana iç hürriyeti sağladığını, İslamınsa dış hürriyet talebini de içine aldığını vurgulamaktadır. O'na göre bunun en güzel örneği İran İslam Devrimi'dir. Burada tepeden tırnağa silahlı Şah rejimine karşı, silahsız halk mucizevi bir zafer kazanmış, halkınsa en büyük silahı "Allahu Ekber" ve "La ilahe illallah" parolaları olmuştur.
Bugün batı insanının yaşadığı sorunların tüm cevaplarının ancak ve ancak İslam'da olduğunu savunan yazar, fıtrata en uygun olan ve en kabul edilebilir sistemin İslam olduğunu, hem İslami müesseselerin mükemmelliğini, hem de batılı oluşumların ve yapıların çürüklüğü ve gayri insaniliğini değişik açılardan ortaya koymaya çalışıyor.
Kitabın tümüne hakim olan anlatım tarzı şu: Bir insan materyalist olabilir, ama davranış ve düşüncelerindeki ikiciliği inkar edemez. Dolayısıyla zaman zaman İslami, zaman zaman da dini/mistik davranışlarda bulunabilir. Kendisi bunun farkında olmasa bile bu böyledir ve doğrudur, insanların bu doğrunun farkında olup olmaması önemli değildir.
İşte kendilerini mistik zanneden insanlar zaman zaman maddeci, müslüman zanneden insanlarsa aşın mistik veya materyalist düşünce ve davranışlarda bulunabilmektedirler.
Begoviç bu yaklaşımının en açık örneklerini hukuk bölümünde vermektedir. Ateist'te olsa bir hakimin bir suçluyu yargılarken vicdani ve akli olarak en adaletli cezayı vermeye çalışmasını "ilahi adalete yolculuk" olarak nitelemektedir.
Müslüman hukukçuların asırlar önce hukuk hususunda önemli mesafeler kaydettiklerini, batılı yazarların kaleminden aktaran Begoviç, kitabının son kısmını oluşturan "Teslimiyet" bölümünde, insanın hayatından her ne kadar sorumlu olsa da, kendisini aşan meselelerde nasıl takdir-i ilahiye teslim olduğunu, sonsuz sorumluluklarının idrakini her an özümsemiş olmasına rağmen, son kararın Allah'ın katında belirlendiğini etkileyici bir tarzda vermektedir. Özellikle bu teslimiyetin nihilizimsiz, yeissiz, intiharsız tek çıkış yolu olduğunu vurgulayan yazar, kitabını "Ey teslimiyet, senin adın İslam'dır" sloganıyla noktalamaktadır.