1- Giriş
Dünya tarihi boyunca değişik dönemlerde "dönüm noktaları" olarak nitelendirilebilen gelişmeler olmuştur. Bu dönüm noktalarını belirleyen en güçlü faktör ise tüm dünyaya hâkim olma, yönetebilme hırsıdır. Bu hırs, yanında değişik hareketler ve ilişkileri de beraberinde getirmiştir. Bu anlamda günümüzde, tüm dünya üzerinde hükümranlık kurmak ve tek güç, tek söylem, tek yaşam olarak tanımlanmak isteyen ABD, bu amacına ulaşmak için değişik bir dış politika yürütüyor.
Aslında kurulduğu ve bağımsızlığına ulaştığı tarihten beri ABD, hep değişik politikalarla yaşamış, güç olarak tarih sahnesine girebildiği dönemlerden itibaren de bu değişik tavrını hep sürdürmüştür. 20. yüzyılın sonlarından 21. yüzyılına başına kadar olan kısa dönemde ise, tarihinin tüm doktriner yapısını da göz önüne alarak metaforik bir politik yapılanma içine girmiştir.
Tarihin her döneminde dünyada hâkimiyet kurmak isteyen tiranlar olmuştur. Bugün ise bu isteği üstlenen ABD, günün getirdiği bilim, teknoloji ve hızdan yaralanarak, özellikle propagandist bir mantıkla, medyanın en ücra köşelerine bile ulaşabilirliğini de kullanarak diplomatik bir oyun oynamaktadır.
Kaotik yaklaşımlar ve tek kutupluluk ifadelerinden kurtulup özellikle 1960'lı yıllarda başlayan küreselleşme ile tarihin bu süreci çok zor tanımlanabilir bir hal almıştır. Çünkü süreç içerisinde yaşanan gelişmeler bile tanımlanamadan arşivlerin tozlu raflarına tıkılmaktadır. Teknoloji bu kadar gelişmiş ve hız bu kadar artmışken, insanın öngörü gücü paradoksal bir biçimde gelişememiştir. Bunun sonucu olarak 11 Eylül'de olabilecek olaylar 10 Eylül'den öngörülemez hale gelmiştir. Her tarafta uçuşan komplo teorileri, insanların neye inanması gerektiğini ve kimin doğru söylediğini anlamasını imkânsız hale getiriyor. Bu komplo teorilerinin ortaya çıkışı ise kesinlikle masum değil. Bu teoriler, gerçeklerin görülmesini önlemek için ortaya atılmış durumda ve bunların topluma yayılması, kabullenilmesi görevini de medya üstleniyor.
İşte bu şekilde dünya üzerinde hükümranlık kurmak ve tek güç olmak için ABD'nin, kendi tarihindeki doktriner yapısındaki gelişim tecrübelerini de kullanarak, ortaya koymaya çalıştığı bir diplomasi türü oluşuyor. Bu neo-realist ya da neo-idealist olarak tanımlanabilecek diplomasi evrimini Postmodern Diplomasi1 olarak adlandırmak mümkündür.
2- Neden Postmodern?
Bu sorunun cevabı, postmodern kelimesinin tanımında ve kullanımında gizli. Postmodernizm, bir önceki dönem olarak tanımlanan modernizmden bir kopuşu ve hatta ötesini anlatmaktadır. Bununla beraber modernizmin yüz değiştirmiş hali olarak tanımlayanlar da vardır.
Postmodernizm, yakın tarihi bile unutabilecek hafıza kayıpları, disneylandlar, siberuzaylar, yapay zekâ ve hatta yapay insan(robot) teknolojilerinden, tarihin sonu iddialarına kadar garip fenomenleri içinde barındıran "sanal bir üst gerçeklik"tir. Sürekli yenilenen çağdaş bir kültürdür.
Postmodernizm bu haliyle yalın bir "itiraz dili"dir. Modernizmin kaybolan düşlerinin yerine yeni bir ütopya koymak amacında bile değildir. Sadece ortadaki kelime ve kavramların anlamlarını sürekli değiştirmektedir. Yani sabit bir gerçeğe ulaşılamayacağını ispatlama gayretindedir.
Postmodernizmin genel özellikleri vardır. Bu özellikleri verdikten sonra, neden ABD için postmodern bir diplomasi tanımı yaptığımız daha net anlaşılacaktır.
Postmodernizm, ön ek olarak aldığı "post" dan da anlaşılacağı gibi bir sonralık ve bir başkaldırıyı ifade eder.
Belirsizliği, bulanıklığı, göreceliliği savunur. Yani açıklığa, berraklığa, netliğe karşıdır.
Parçalanmışlıklar üzerinde kendini anlamlı bulur. Yani postmodern insan, sadece parçalarla, özel uzmanlıklarla ilgilenir. Hayata bir bütün olarak bakamaz, parçaları hayatın kendisi olarak görür, kabullenir. Bu anlamda hayatlarında eklektizm hâkim olur.
Postmodernler şizofrenler gibi gerçeği fark edemezler. Çünkü savundukları yapı sabit gerçeğe ulaşma imkânının olmadığını savunur.
Yukarıda verilen tanımlamalar ve özellikler, bugün Amerikan dış politikasının yapısallığı ve işlerliğiyle özdeşleşmektedir. Tüm dünyayı hükümranlığı altına almaya çalışan bu şizofrenik diplomasi, bu amacına ulaşabilmek için önüne gelen her şeyi yakıp yıkmakta ve bundan hiç rahatsızlık da duymamaktadır.
Aynı zamanda tüm dünyanın yanıldığı iddiasında bulunarak, bunlara karşı bir itirazı dillendirmektedir. Sabit gerçeğin kendi yanlarında ve sadece kendilerinin bildiği bir yerde olduğundan bahsederek, dünyanın bu gerçeğe ulaşmak yerine kendilerine teslim olmalarını istemektedir.
Tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kendi tekellerinde olduğunu, dünyayı gözetleyebildiklerini ve insanları yönlendirebildiklerini iddia edecek kadar ileri gitmektedirler. Bu ütopik senaryoları ise, dünya kamuoyunu ikna etmek için kullanarak, şimdiye kadar görülmemiş bir propaganda yapmaktadırlar.
3- Roma İmparatorluğundan ABD'ye
Bugünü okumak, tarihi okumaktan farksızdır. Değişen, hız ve teknolojinin elde edilmesi ve dünya sahnesinde rol alan aktörlerdir. Vahşet, barbarlık, katliamlar, talan, işgal dünya sahnesinde hiçbir dönemde bitmemiş, tarihin hiçbir dönemi, dünyanın herhangi bir yerinde, yaratılmışların en şereflisi olan insanı aşağılamadan, onurunu ayaklar altına almadan geçmemiştir.
Bugünün barbar, vahşi, gözünü kan, para ve hırs bürümüş egemenlerinin yaptıklarına ve beklentilerine baktığımızda, tarihte atalarından farklı davranmadıklarını görüyoruz. ABD'nin dünya sahnesinde bulunduğu konum, ataları Romalılardan ne kadar farklıdır? Roma İmparatorluğu da, bize verilen tarihten öğrendiğimiz kadarıyla, bulundukları dönemin yegâne askeri gücüydü, uzmanlıkta bir numaraydı, şehircilik, mimari ve diğer sanatlarda çok ileriydiler ve karşılarına çıkabilecek herhangi bir güç yoktu. Kadim Mısır medeniyetinin sonunda ortaya çıkmış olan Roma İmparatorluğu 2500 yıldan bugüne kadar aralıksız devam etmiştir. Hz. İsa dünyaya gelişinden 500 sene önce ortaya çıkan Avrupa'daki bu siyasal oluşum, antik Yunan'la eklenen felsefî birikimiyle 2500 yıl boyunca dünya tarihinin en önemli vahşet sürecini oluşturmuştur.
Hz. İsa'nın tevhidi mesajı getirdiği dönemden yaklaşık 300 yıl sonra Hıristiyanlığı kabul eden Roma İmparatorluğu, bu mücadeleden başarısız çıkmış gibi görünse de Hz. İsa'nın getirmiş olduğu dinin özünü bozarak kabullendi. Roma, kendi hurafe dolu, mitolojik paganist dinini ile Hıristiyanlığı iç içe geçirdi ve Allah'ın dini görünümü altında yaşam içinde seküler/paganist bir din oluşturdu. Daha sonrasında işgal ve katliamlarını bu din adına yapmaya başladı.
Parçalanma sürecinde ikiye ayrılan Roma, dini inanışlarını da ayırmış oldu. Doğu Roma'da Ortodoksluk, Batı Roma'da Protestanlığı oluşturan Roma, zaten bozup deforme ettiği ve yaşanamaz bir hale getirdiği dini, yine parçalayarak kendi içinde kendi muhalefetini oluşturmuş oldu2.
Bugün yaşadığımız dünyada yine Hıristiyanlığa vurgu yaparak kurulmuş birçok birliktelik ve hegemonya aslında Roma mirası olarak karşımıza çıkıyor. Roma'da yaşanan seküler/paganist ama biraz da Hıristiyanlığı içeren anlayış, Batı'da Avrupa ve özellikle ABD'de çok yaygın kabul görmektedir.
Rönesans ve aydınlanma dönemiyle dine karşı savaş açanların oluşturduğu yeni dönem aslında eski Roma'nın yeniden şahlanışının görüntüsünden başka bir şey değildir. Zaten bozulmuş, içeriğini kaybetmiş ve sömürgen papazlar yüzünden nefret uyandırmış bir dinin, vicdanlardan bile sökülüp atılması, hatta "tanrı'yı öldürmeye3" kalkmak, yeni Roma'nın beklentisi ve anlayışıdır.
Bugün ABD'nin dünya üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonyal süreç, Roma İmparatorluğu'nun düşlerindendir. Dünya üzerinde yaygınlaştırmaya çalışılan küresellik, aslında Küresel Roma anlayışıdır ve bunun çalışmaları aralıksız sürmektedir. Bu anlamda İslam'ı da aynı şekilde yok etme amaçlarının sorunlarla karşılaşması üzerine şimdi ABD, İslam'ı yok etmek yerine, tahrif ederek insanların kafasında kamusal alanda yaşanamaz bir din olarak tanımlamaya çalışmaktadır. Seküler ve aynı zamanda paganist bir anlayışa doğru Müslümanları çekmeye çalışan ABD, buna direnenleri de yeni oluşturduğu "şer ekseni" ve "terörizm" olguları üzerinden "öteki"leştirmeye çalışmaktadır.
Dünyanın her köşesini işgal eden, farklı kültür ve medeniyetleri yok sayan, siyasi talepleri olan hareketleri terörizm adıyla köşeye sıkıştırmaya çalışan, Batı/Roma medeniyetine karşı alternatif bir medeniyetin olamayacağı tezini savunan, gerektiğinde bu tez için "medeniyetleri savaştıran", fakat aslında hem kendisini hem de insanlığı felakete sürükleyen ABD, "tarihin sonu" teziyle aslında, kendi kavramsallaşmaları açısından gerçekten tarihin sonuna ermiştir. Ama bu sona eren tarih, kendi tarihleridir.
İnsanlık tarihi açısından da bakıldığında tarihten gelen insanlık birikimini tek bir kültür ve değere (paganist Roma kültürüne ve değerlerine) indirgemeye çalışan ABD, karşısında alternatif bir hayatı ortaya koyacak tek sistem olan İslam'ı, kendi istediği biçimde şekillendirmeye ve kendi istediği biçimde siyasallaştırmaya çalışmaktadır. İslam'ın siyasi anlayışını boğmaya çalışan ABD'nin bu benmerkezci, megaloman Roma mirası yaklaşımı, kurmak istediği hegemon ve doktriner yapısı teorik düzeyde "medeniyetler çatışması" ve "tarihin sonu" tezleri bile, bugünkü modern sömürge düşüncesini oluşturan Roma'nın akıbetinden farklı olmayacaktır.
4- ABD'nin Doktriner Evrimi
İzolasyonist politikalardan çevreleme politikalarına, Yeni Dünya Düzeni'nden "Önleyici Savaş"a kadar geçen ABD diplomasi tarihi, bu gün istenilen hükümranlığın temelini oluşturmuştur. Bu politikalar bir dizi doktriner evrim sürecini içinde barındırmaktadır:
4.1 ABD Hegemonyasının Başlangıcı: Monroe Doktrini
19. yüzyılın ilk yarısında Başkanlık yapan J. Monroe; "Biz Amerika kıtasını koruruz, Avrupa'ya karışmayız" şeklinde açıklanabilecek bir dış politika geliştirmiştir. Bu politikanın temelinde yalnızcılık (izolasyonalizm) vardır. Bu doktrin, Amerika kıtasının güneyinde 18. yüzyıldan başlarında yaşanan çeşitli mücadeleler sırasında ABD'nin kıtada hâkimiyet kurmak ve İspanyol sömürgelerinin bağımsızlık mücadelesinden yararlanarak kıtada egemen olmaya çalışan Avrupalı devletlerin bu çabalarını engellemek olan düşünceden ortaya çıkmıştır. Doktrinin temelinde yer alan öncelikli mesele, Avrupa ülkelerinin Amerika kıtasında egemenliklerinin sona erdirilmesidir.
Monroe'nun mesajından yola çıkılarak ABD'nin dış politika stratejisi haline gelen bu izolasyonist politika, kıtada ABD'ye büyük avantajlar kazandırmıştır. Öncelikle yaşanan iç savaştan bütünleşerek çıkan ABD, kıta devletleriyle (ki bunlar Latin Amerika ülkeleridir), siyasi ve ekonomik açılardan kontrolü eline almıştır.
ABD bu politikası ile Avrupa'nın kıtaya her türlü müdahale girişimini daha başından engelleyerek, kıtada çok geniş bir etki alanı bulmuştur. 19. yy. sonlarında İspanyol sömürgesi olan Hawaii, Guam Adası ve Filipinler'i doğrudan ele geçirmiş4 ve böylece Latin Amerika ülkeleri üzerinde büyük bir ekonomik ve siyasal nüfuz kurarak, denizaşırı ülkelere sahip bir sömürgeci devlet durumuna gelmiştir5.
Bu yalnızcılık doktrininden ilk kopuşu Theodore Roosvelt dile getirmiştir ve etkisini küresel çapta hissettirmenin ABD'nin görevi olduğunu ve ABD'nin dünyayla ulusal çıkarları çerçevesinde ilişki kurması gerektiğini ısrarla savunmuştur. Roosvelt bu düşüncesini sadece ulusal çıkarlar ile açıkladığından kamuoyundan beklediği desteği bulamamıştır.
4.2. İki Savaş Arası Dönem ve Wilson İlkeleri
1912–1920 yılları arasında Başkan Wilson dünya politikasına ilkeler getirmek istemiştir.
1917'de Alman Dışişleri Bakanı'nın Meksika Büyükelçisi'ne şifreli gönderdiği mesajda Meksika'yı ABD aleyhine savaşa teşvik ettiği öğrenildiğinde Wilson, ABD ilkelerinin yüceltilmesi adına savaşa müttefik ülkeler safında dâhil olmuştur6.
Savaşın müttefiklerin lehine kazanılmasıyla Wilson, yeni kurulacak uluslararası sisteme damgasını vurmuştur. 8 Ocak 1918'de kongrede açıkladığı bu idealist ilkeler; gizli diplomasinin ortadan kaldırılması ve açık anlaşmalar yapılması, açık denizlerde serbestlik, uluslararası ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, silahlanmanın iç güvenliği sağlayacak düzeyde gerçekleştirilmesi, her ulusun kendi kaderini tayin edebilecek self-determinasyon hakkını elde etmesi, uluslararası güvenliği ve barışı sağlamak amacıyla uluslararası bir örgütün kurulması biçiminde açılım kaydetmiştir7.
Bu ilkelerle kongreyi ikna edemeyen Wilson, kongrenin Monroe doktrinine geri dönüş kararı almasına engel olamamıştır. Ancak bu dönemde Monroe doktrini tam olarak uygulanmamış, Milletler Cemiyeti'nin tüm faaliyetleri takip edilmiştir.
İki savaş arasında ABD, Avrupa'dan uzak durmakla beraber, ilgisini Latin Amerika ve Uzak Doğu'ya yoğunlaştırmıştır. Bu sırada ise Avrupa kendi içinde bozulan ekonomisini düzeltmeye çalışmış, ABD ise Latin Amerika ve Uzak Doğu'da ekonomisini güçlendirmiştir. 1932 de başkan seçilen Franklin Delano Roosvelt ise, dünya üzerindeki ekonomik bunalım yüzünden Monroe doktrinine geri dönme kararı almıştır ve bu politika 2. Dünya Savaşı'na kadar sürmüştür. 1935–1937 yılları arasında tarafsızlık yasalarını ilan eden ABD, bu savaş sırasında da tarafsızlığa devam etmiş, ancak 1941 Peral Harbor baskını sonrası savaşa girmek zorunda kalmıştır.
4.3 İzolasyondan Müdahaleye: Truman Doktrini
Bu doktrin, 2. Dünya Savaşı sonrasında Başkan Truman, Sovyet yayılmacılığının tehdidi altında kalan ülkelerin "bağımsızlığını korumak"(!) için onlara yardım etme projesidir. ABD, SSCB'nin komünist ideolojisinin yayılmasına engel olmak için uluslararası sisteme müdahil olmuştur. Bu politikaya SSCB'nin çevreleme (containment) politikaları denilmektedir.
12 Mart 1947'de kongredeki konuşmasında Türkiye ve Yunanistan'a yardım yapılmasını isteyen Truman, bu istekle bu ülkelerin Sovyet tehdidi karşısında bağımsızlıklarını devam ettirebilmeleri hem de SSCB'nin Ortadoğu'ya doğru yayılmasının durdurulması açısından ısrarcı olmuştur. Truman'ın istekleri şunlardır:
1. Yunanistan ve Türkiye'ye 30 Haziran 1948'de sona erecek bir dönem için toplam 400 milyon dolarlık yardımda bulunulması.
2. Yunanistan ve Türkiye'de bulunan Amerikan sivil ve askeri personeline, bu iki ülkenin talep etmesi durumunda yeniden inşa faaliyetlerinde, verilecek mali ve ayni yardımın kullanımının denetlenmesinde ve bu ülkelerin personellerinin eğitiminde görevlendirilmesi için yetki verilmesi
3. İhtiyaç duyulan malzemenin en hızlı ve etkili bir biçimde ulaştırılmasını sağlayacak gerekli düzenlemelerin yapılması için gerekli yetkinin verilmesi8.
Bu isteklerin kongreden geçmesi ile tarihe Truman doktrini olarak geçen bu mesaj, ABD ile SSCB ve Doğu Bloğu ülkeleri arasında Soğuk Savaş'ın ilk somut göstergesi olmuştur. Bu doktrinin ikinci adımı ise, Batı Avrupa ülkelerini de komünist rejimin tehdidinden korumak için hazırlanan ve adı Marshall Planı olan bir yardım paketidir. 1945'de ABD önderliğinde kurulan IMF ve Dünya Bankası'nın ardından Marshall Planı, 1948'de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı'nın(OECD) kurulmasına varan bir süreci başlatmış9 ve bütün bu kurumlar doğal olarak uluslararası ekonomide ABD'nin kendi çıkarlarından esinlenen ve bu çıkarları evrenselleştirmeye dönük bir hegemonik düzenin oluşumunu hazırlayan ilkeleri uygulama işlevi de yerine getirmişlerdir.
4.4 Müdahaleden Hegemonyaya: Yeni Dünya Düzeni
Soğuk Savaş'tan sonra uluslararası sistemde kapitalizmin karşısında bir güç kalmamış ve bu küresel düzensizlik olarak algılanmıştır. G. Bush, Haziran 1992'de yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: "Daha önce silahlı iki kampa bölünmüş olan dünyada artık tek ve üstün bir süper güç vardır: ABD. Dünya bunu hiçbir korku duymadan kabul ediyor. Çünkü dünya gücümüze inanıyor. …".
Küresel düzensizlik olarak adlandırılan bu dönemde teorik olarak bir yenidünya düzeninin alt yapısı; Fukuyama'nın "Tarihin Sonu", Brzezinski'nin "Büyük Satranç Tahtası", Toffler'in "Gelecek Şoku" ve "Enformasyon Savaşı" Lake'in "Genişleme ve Çevreleme İkilemi" gibi çalışmalarla atılıyordu. Bu çalışmalarla birlikte ABD uluslararası sahnede tek hegemon güç olarak kalıyor ve Bush bu dönemin adını koyuyordu: Yeni Dünya Düzeni.
Gerçekte ise bu düzen, ABD'nin kendi çıkarları için mücadeleyi gerekli gördüğü bölgesel sorunlara müdahalesinin kaçınılmaz olduğu ve bunu da BM'i bir müdahale aracı olarak kullanarak yapacağı yenidünya düzeniydi. BM artık ABD'nin uygulamalarına meşruiyet kazandıracak bir mekanizma olacaktı. ABD, BM aracılığında istediği ülkeye müdahale ederek işin ekonomik, siyasal ve askeri maliyetini tek başına yüklenmek zorunda kalmayacaktı. İşte bu uygulamanın ilk somut olayı 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan 1. Körfez Savaşı olmuştur. BM'nin desteğini ve çıkardığı kararlarıyla kendisine sağladığı meşruiyeti de yanına alan ABD, Irak'a müdahalede dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun kendi çıkarlarını tehlikeye sokacak herhangi bir sorun karşısında müdahale hakkı olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.
Bush dönemi olarak adlandırılabilen bu yeni dönemde ABD siyasal retoriğinde istikrar, globalizm, global istikrar misyonu, serbest ticaret, karşılıklı bağımlılık, liberalizm gibi kavramlar sıkça kullanılmış,10 özünde ABD'nin çıkarları adına görünürde ise bu kapitalist değerler adına girişilebilecek her türlü mücadelede ABD, özellikle BM kanalıyla girişimlerine uluslararası meşruiyet kazandırma durumunu da ihmal etmemeye özen göstermiştir.
4.5 Önleyici Savaş ya da G.W. Bush Doktrini
Tarih 11 Eylül 2001'i gösterdiğinde, New York ve Washington'da meydana gelen saldırılar sadece ABD'de değil tüm dünyada patlamış ve bu patlamalar yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 27 Eylül 2001'de Bush, Kongre'de yaptığı konuşmayla tarihe Bush doktrini olarak geçecek olan yeni bir ABD diplomasisi oluşturdu. Bu konuşmada; dünyada ABD yanlıları ve teröristler diye iki grup ülke vardır ve ABD'nin tüm kaynaklarını kullanarak terörizmin kökünü kurutmaya kararlı olduğu ifadeleri yer aldı.
Adı ABD Hegemonyası olan bu dönemde Önleyici Savaş ve Önceden Saldırı stratejileri sayesinde ABD dünyada neyin doğru neyin yanlış, kimin ABD dostu kimin terörist olduğunu belirleyen yegâne güç olma yolundadır. Bu güç sayesinde hangi ülkeye ne şekilde müdahalede bulunacağına kendisi karar vermektedir. ABD artık küresel egemenliğini kimse ile paylaşma niyetinde değildir.
Bush'un Kongre'deki konuşmasında şu vurgularda bulunmuştur:
"Elimizdeki tüm kaynakları, her tür istihbarat aracını, her türlü hukuki yaptırımı, her türlü mali etkiyi ve gerekli her tür silahı kullanarak global terör şebekesini mahvedeceğiz… Dünyanın neresinde olursa olsun devletlerin bir karar vermesi gerekir: Bizimle misiniz yoksa teröristlerle mi? Bugünden itibaren teröristleri barındırmaya ve desteklemeye devam eden bir devlet ABD tarafından düşman bir rejim olarak dikkate alınacaktır.11"
Bu doktrine baktığımızda, baba Bush'un BM'yi ikna edip onun nezdinde meşruiyet kazanarak saldırı yaparken oğul Bush, BM'yi dinlemeksizin terörist ilan ettiği ülkelere saldırı kararı vermektedir. Çünkü ABD'nin kendisini koruması ve kendisine gelebilecek saldırıya karşı önlem alması uluslararası meşruiyetten daha önemlidir.
Fransa, Almanya ve Rusya, Ortadoğu ve dünya üzerinde hükümran olmaları düşüncelerini baltalayan Irak işgaline karşı tavır almışlardır. Tüm doğu bloğu ülkeleri ile K. Afrika'da ABD'nin etkisinin yüksek olması, Kıta Avrupa'sını kıtaya sıkıştırmış ve dünyaya açılma politikalarının önünü kapamıştır. Bu anlamda Kıbrıs'ta çok büyük propaganda yaparak istediklerini kısmen alarak ABD'ye karşı bir zafer kazanmışlardır. Ancak bu karşıtlıklar ve uluslararası arenada alınan küçük zaferler ABD'yi durdurmaya yetmemiştir. Oğul Bush, yeni doktriniyle adeta dünyaya meydan okumuştur.
Bush doktrininde ABD dış politikasını belirleyen ana temalar; enerji kaynaklarının kontrolü, şer ekseni tanımında yer alan ülkeleri ortadan kaldırmak, Almanya, Fransa, Rusya ve belki de Çin gibi ülkelerin hegemonyal süreçte ortaya çıkmalarının önünü kesmek, kitle imha silahlarının kendisi ve İsrail dışında yayılmasını önlemek, terörizm kelimesini ve mantığını kontrol edebilmek şeklinde özetlenebilir. Önleyici savaş doktrini, sadece enerji kaynaklarının kontrolü değil, özellikle Ortadoğu'da siyasi talepleri olan ve en önemli potansiyel karşı gücü içinde barındıran İslam'ı da kontrol ederek tıpkı ataları Romalılar gibi kendi belirlediği çizgide bir İslam tanımlayarak potansiyel gücünü elimine etmeyi de öngörmektedir.
Önleyici Savaş ve Önceden Saldırı kavramları çerçevesinde düzenlenen bu yeni doktrin ile Irak'ı işgal eden ABD, hiçbir yasal dayanağı bulunmadığı, hakkında hiçbir BM kararı olmadığı; Fransa, Almanya, Çin ve Rusya başta olmak üzere pek çok ülke müdahaleye karşı çıktığı halde işgalden vazgeçmemiş ve kendi inisiyatifine bağlı olarak belirlediği hedef ülkelere saldırıda bulunacağını belirtmekten de geri durmamıştır. Yeni Amerikan Hükümeti, kolektif hareket etme konusuna bir zorunluluk olarak bakmadığını, öncelikle Amerika'nın güvenlik çıkarlarını temel aldığını12 ortaya koymuştur.
5- Sonuç
Soğuk Savaş'ın bitmesiyle dünya hegemonisinde rakipsiz kalan ABD, Yeni Dünya Düzeni doktriniyle başlayan istikrar, barış ve güven gibi bir göz aldatmacasının ardında sakladığı gerçek niyetini Önleyeci Savaş Doktrini'yle göstermiştir. Bugün gelinen nokta da insanlık, hem güvenliğin olmadığı hem de istikrarın bulunmadığı yeni bir yüzyıla tanıklık etmektedir.
11 Eylül'ün tetikleyici rolünden yararlanarak ABD, dünya sahnesinde uygulamaya sokacağı diplomasiyi belirlemiştir. Tarafsızlıktan müdahaleciliğe oradan da dünya düzenini belirlemeye evrilen bu diplomasi, şimdilerde gerçek rayına oturmuş, net ve açık bir şekilde dünya hegemonyasını ister olmuştur, tıpkı Roma'nın güçlü olduğu dönemde yaptıkları gibi. ABD'nin saldırı stratejisi, ataları Roma İmparatorluğu gibi sömürü ve hegemoni düzenini kalıcı hale getirmekten ibarettir. Hıristiyanlığı kullanarak çıkılan bu dünyanın işgali -Bush ağzını sürçerek söylediği (!) Haçlı Seferi'ni de göz önüne aldığımızda- tüm dünyaya Roma gibi seküler/paganist bir inanç taşımayı öngörmektedir. Özellikle ABD'nin tüm dünyanın yerel kültürlerini teslim almasına, dünya halklarını asimile etmeye çalışan vahşi, barbar, saldırgan taleplerini ortaya koymasına, dünyayı sömürmesine karşı durabilecek yegâne sistem olarak İslam'ı da kendi inanış, kültür ve düzenine uydurarak İslam'ı da bir pagan dini olmaya zorlamaktadır.
Bu düşüncelerden ve yaşanan olaylardan yola çıkarak, gerçeklerden uzak, şizofrenik ve aynı zamanda göreceli kavramlar üzerine oturan diplomasiye postmodern demek çok da yanlış olmayacaktır. Aynı zamanda bu doktriner evrim sonunda gelinen noktaya baktığımızda, hayatı parçalayan ve fragmentleşmiş bir yaşam formu sunan ABD yanlısı anlayış, postmodern düşünceyi içermektedir. Bu yüzdendir ki, gelinen noktada ABD'nin dünyaya açıkladığı ve kendisine diğer devletler karşısında çok farklı bir konum –Tanrılık- atfettiği dış politika anlayışı ile bu anlayışın diğer devletler açısından taşıdığı anlam ve riskleri Postmodern Diplomasi kavramı ile yorumlanabilir. ABD tarihinden bu yana uygulanan doktrinlerin her biri(Monroe, Wilson, Truman, Marshall Planı, Eisonhover, Nixon, Carter, Reagan, Clinton, Bush ve G.W.Bush) hegemonyaya giden sürecin birer aşamasıdır. Bugün önce BOP şeklinde sonra da GOKAP şeklinde tezahür eden projelerin her biri postmodern diplomasinin bir ürünüdür.
Dipnotlar:
1- E. Fatih Bilge (http://www.fikirdunyasi.org)
2- Kemal Ersözlü, Umran 97, Eylül 2002.
3- Nietczhe'den mülhem.
4- Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İst., Der Yayınları 2000, s.523
5- Oral Sander, Siyasi Tarih – İlkçağlardan 1918'e, Ank. İmge Kitabevi, 2000, s.143
6- Oral Sander, a.g.e., s.344
7- Baskın Oran, Türk Dış Politikası – Kurtuluş Savaşından Bugüne Olaylar, Belgeler, Yorumlar, Cilt – I, İletişim Yay. 2002, s.257
8- Oran, a.g.e., s.529
9- Burcu Bostanoğlu, Türkiye-ABD ilişkilerinin Politikası, Ank., 1999, s.248
10- Bostancıoğlu, a.g.e., s.305
11- Tayyar Arı, İran, Irak ve ABD-Önleyici savaş, petrol ve hegemonya, İst., 2004, s.248-249
12- Tayyar Arı, a.g.e. s.496