Dış Güçler İddiasına Delil Olacak Hiçbir Veri Yok! - “Kılıç Çeken Kılıçla Ölür!”

Mustafa Özcan

1- Suriye’de yaşanan isyanı diğer Ortadoğu ülkelerinde gerçekleşen isyan dalgasından ayrı düşünmek doğal mı? Ayrım gözetenler haklı verilerden mi hareket ediyorlar yoksa çifte standartlı mı davranıyorlar?

2- Suriye devriminin temel dinamikleri nelerdir? Ayaklanmanın halkın iradesini yansıtmayıp, temelde harici güçlerin kışkırtma ve provokasyonlarından kaynaklandığına dair iddialara ne dersiniz?

3- İsyanın başından itibaren bazı çevreler Suriyeli muhaliflere “İsyan etmemeliydiler!”, “Silaha başvurmamalıydılar!” vb. eleştiriler yöneltmekteler. Genelde Suriye halkı ve özelde muhalif kesimler sizce ne yapmalıydılar? Bundan sonrasına ilişkin ne yapmaları gerektiğini düşünüyorsunuz?

4- Suriyeli direnişçilerin Batı’ya, Rusya’ya, BM, NATO, Arap Birliği gibi kuruluşlara, İran’a ve Türkiye’ye yönelik yaklaşım, tavır ve beklentilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

5- İslami camianın Suriyeli Müslümanların maruz kaldıkları zulümler, işkence ve katliamlar karşısında iyi bir sınav verdiğini/verdiğimizi düşünüyor musunuz? Neden?

6- Türkiyeli Müslümanlar olarak “Suriye meselesi”ne ilişkin olarak bundan sonrası için ne tür bir tavır takınmalı, neler yapmalıyız?

 

1- Birçok kişi Arap Baharının veya Arap dünyasını etkisi altına alan dalganın tektonik bir dalga olduğu görüşündedir. Ahmet Davutoğlu Arap Baharının veya devrim veya devrimlerinin tektonik bir sosyal dalgalanma olduğunu ifade etmiştir. İsrail Genelkurmay eski Başkanı Gabi Eşkinazi de Arap Baharını tahlilinde aynı tanımı kullanmıştır. Arap Baharı enine boyuna kıtasal bir harekettir. Bahreyn dışındaki kraliyet rejimlerini de kısa süreli olarak uğramış ve etkilemiştir. Lakin büyük çapta adı cumhuriyet olan lakin gerçekte İttihatçıların bir devamı niteliğindeki totaliter rejimleri etkilemiş ve hedef almıştır. Bu, şu soruyu akla getirmiştir: Neden Arap Baharı cumhuriyet rejimlerini kraliyet rejimlerinden daha şiddetli bir biçimde dövmüştür? Kimileri buna komplo söylemiyle cevap vermeye yeltenmiştir. Elbette kraliyet rejimleri de masum değildir. Lakin adı cumhuriyet olan gerçekte ise SSCB peyki olan eski demokratik ülkelere benzeyen bu rejimleri kraliyet rejimlerinden ayıran iki temel özellik veya farklılık vardır. Bunlardan ilki, adı cumhuriyet olan rejimlerde baskı daha koyu ve sistematiktir. Bu rejimlerin tamamı darbeyle iktidara gelmiş ve tek parti, ordu ve muhaberatla halkı yönetmeye çalışmıştır. İkinci husus, cumhuriyet rejimlerinde referans olarak İslam’a vurgu daha zayıftır. Zeynelabidin Bin Ali rejimi Arap dünyasında açıktan başörtüsünü hedef alabilmiş nadir ülkelerden birisidir. Uzun süre Burgiba ve Bin Ali, Arap dünyasındaki Kemalist modeli temsil etmiştir. Demek ki halkın değerlerine kraliyet rejimlerinden daha fazla yabancı hatta zıttır. İstibdat ise daha koyudur. Şunu söylemek mümkündür: Kraliyet rejimleri arasında bir Saddam ve Esed çıkmamıştır. Kraliyet rejimleri otoriter rejimleri temsil ederken cumhuriyet rejimleri totaliter rejimleri temsil etmiştir. Bundan dolayı da Arap Baharının altında kalmıştır. Bunun istisnası Cezayir ve Irak olmuştur. Onlar da zaten yeni büyük badireler atlatmışlardır. Suriye’deki halk hareketini diğerlerinden ayırmanın hiç imkânı yok. Halk totaliter yüzüne karşı olmuş ve rejim ise ıslahata yanaşmadığından dolayı halkın öfkesine muhatap olmuştur. Suriye’yi diğerlerinden ayıranlar Esed’in söylemine teslim olmuş kimselerdir. Olaylara onunla aynı zaviyeden bakmaktadırlar. Dolayısıyla bakışlarında garaz vardır. Garaz da maraz ürünüdür.

2- Suriye’yi ötekilerinden ayıran totaliter yüzüne ilave olarak diğerlerinde olmayan bir özellik azınlık rejimi olmasıdır. Bunun ötesinde cumhuriyet rejimini ilk defa adı konmamış bir şekilde kraliyet rejimine eviren bir yaklaşımı benimsemiştir. Tayyip Tızzini, Suriye rejiminin totaliter özelliğini dört maddede ele alır. Tızzini, dörtlü istibdat veya totalitarizmin dörtlü sacayağından bahsetmektedir. Buna totaliter rejimlerin dört tekeli veya direği demek de mümkündür. Bunlardan ilki, iktidar üzerine tekel kurmalarıdır. İkincisi, servet üzerine tekel kurmalarıdır. Üçüncüsü, basın üzerine tekel kurmalarıdır. Dördüncüsü, referans sistemi üzerine tekel kurmalarıdır. Birincisine gelince, Suriye, 1963 yılından beri Baas ve Nusayri tekelli bir iktidarla yaşamaktadır. 16 Kasım 1970 tarihinden itibaren ise baba Hafız Esed iktidara el koymuş ve bu suretle Baas ve Nusayri tekelli iktidar Esed hanedanlığına dönüşmüştür. Bu hanedanlık 2000 yılından itibaren Beşşar ile yoluna devam etmektedir. Servet tekeline gelince, 1970’li yıllarda iktisadi alanı Rıfat ve Cemil Esed’ler kontrol ederken daha sonra bu alan dayıların eline geçmiş ve Mahluf ailesi Esed hanedanlığının mali kasası haline gelmiştir. Basın üzerindeki tekele gelecek olursak; Suriye’de özgür basın bulunmamaktadır. Son yıllarda özel sektöre açılan özgür alan da dayıoğlu Rami Mahluf’un Vatan gibi gazeteleri tarafından doldurulmaktadır. Özeli de devlet sektörüne aittir. Bununla da kalmayan rejim, yabancı basının Suriye’deki temsilcilerini de kendi kontrolünden geçirmekte ve bir şekilde yandaş isimler tarafından temsilini temin etmektedir. Bu haliyle dış basını bile kontrol etmektedir. İstibdadın dördüncü direği ise referans tekelistanıdır. Bu anlamda anayasanın 8. maddesi referans tekelini ortaya koymaktadır. Bunu kaldırsa da 8. madde başkanın yetkileri arasında yaşamaktadır. Zaten Beşşar bunu “Başkanın partisi çok mu mühim?” diyerekten açık etmiştir. Baas Partisi öncü bir kurumdur ve toplumu dönüştürmekle mükelleftir. Toplumu yönlendirme görevi uhdesindedir.

Suriye halk hareketi tamamen iç dinamiklerin eseridir. Beşşar’ın yeğeni Atıf Necip, Der’a olaylarını bildiği yöntemle bastırmak isteyince olaylar kontrolden çıkmıştır. Hama döneminden kalan anlayış yeni dönemde halkın iradesiyle karşılaşmış ve rejim bir şehri bastırdığı gibi bütün bir ülkeyi bastıracağını vehmetmiştir. Lakin ilk günden beri rejim ve borazanları halk hareketinin arasında hep yabancı parmağı aramışlardır. Lakin buna dair kimse somut bir delil getirememiştir. Hatta Rusya’nın Kissinger’i olarak anılan Yevgeni Primakov bile Suriye olaylarının iç dinamiklerle çıktığını lakin daha sonra ABD’nin olaylara müdahale etmeye çalıştığını söylemiştir. Rus oryantalistlerin de genelinin bakış açısı bu yöndedir. Suriye olaylarını dış parmakların çıkardığına dair bugüne kadar söylentinin ötesinde hiçbir somut delil ve veri ortaya konulamamıştır. Binaenaleyh bu yöndeki iddialar tamamen karalamadan ibarettir.

3- Bu temenni edilir bir seçenekti. Suriye’de de Mısır ve Tunus seçeneğinin geçerli olması aklıselimin tercihi ve temennisiydi. Bununla birlikte rejim barışçı gösterileri ve protesto hareketlerini şiddet kullanarak ve keskin nişancılarla bastırmaya çalışmıştır. Humuslu Enes Süveyd gibi Beşşar’la görüşenler onun samimi olmadığını sadece halkı teskin etme derdinde olduğunu ve herkesi ve her şeyi bunun için seferber ettiğini ve kullandığını ifade ediyorlar. 12 yıllık iktidarı döneminde Enis Nakkaş’ın ifade ettiği gibi Beşşar, Hizbullah’ın 2006’daki başarısı ardından reforma gidebilirdi. Zemin müsaitti. Ardından yine 2008 ve 2009 Gazze olaylarının ardından benzeri olgun bir hava oluşmuştu ve Beşşar bunu değerlendirebilirdi. Ama hiçbirisi olmamıştır. Dışarıdan değil içeriden de telkinler olmuş lakin Esed rejimi bu telkinlere kulak asmamıştır. Halid Meşal aracılığıyla Ali Sadreddin Beyanuni ve Muhammed Riyad Şukfa olaylar öncesinde Esed’e mesaj göndermiş lakin Esed oralı olmamıştır. Gazze saldırılarından sonra İhvan’ın muhalefetini askıya aldığı hatırlanırsa Beşşar’ın bildiği tarzdan şaşmadığı ve iktidarı halkla paylaşmaya yanaşmak istemediği ortaya çıkacaktır. Cevdet Said’in dostlarından olan Muhammed Ammar da Asıf Şevket’e aynı yönde nasihat etmiştir. Rejim bildiğinden şaşmamıştır. Muhalif isimlerden İmadüddin Reşid de olaylar öncesinde ya reform ya da tufan olacağını rejime aktarmış, lakin sözleri kös dinlenmiştir. Rejim hep vakit kazanmaya çalışırken vakit kaybetmiştir. Mesele kontrolden çıkmıştır ve meali şudur: Arapçada “Beşşir el katile bi’l katl!” diye bir deyim vardır. Yani katili ölümle müjdele! İncil'de geçen bir ifade de “Kılıç çeken kılıçla ölür!” şeklindedir. Nitekim böyle olmaktadır.

4- Suriye halkı bütün dış destek beklentileri buharlaşınca şöyle bir slogan üretmiştir: “Allahümme ma lena gayrüke” (Allahım senden başka kimsemiz yok!) NATO baştan beri Suriye meselesine bulaşmak istemediğini deklare etmiştir. BM ise Rusya ve Çin’in vetolarıyla kilitlenmiştir. İran ise bir taraftan Suriye rejimine her seviyede aktif destek verirken diğer taraftan da ucuz petrolle ve başka bir ifade ile rüşvetle Çin’in vetosunu kiralamıştır. Burada Türkiye diplomatik ve maddi destek vermiş, sadece aktif müdahale anlamında geri durmuştur. Türkiye’nin yardımı da Suriye halkının beklentilerini karşılamamaktadır. Lakin diğer ülkelere göre pozisyonu ileri seviyededir.

5- Bu soruya olumlu cevap verebilmeyi isterdim. Lakin maalesef İslami camia Suriye konusunda sınıfta kalmıştır. Bunun çeşitli nedenleri var. Dünyayı okumaktaki hastalıklı hali. Başta imani ve İslami pozisyonda zayıf kalmış ve iman ve Müslümanlığının gerektirdiklerini yerine getirememiştir. Dünyayı tembelce takip etmiş ve kendini ulusalcıların ürettiği komplolara kaptırmıştır. Hâlbuki 1982 yılında Hama olayları sırasında canlı bir İslami kamuoyu vardı. Nedenine gelince, bunun nedeni aydınlar ve basındır. Ulusalcı basın AKP’ye karşı olması nedeniyle onu Suriye politikası üzerinden vurmak istemiş ve Beşşar rejimiyle bütünleşmiştir. Büyük çapta İslami kesim de onun dalga boyunda gitmiştir. Bunun da nedeni İran ekseninin basın üzerindeki kontrolü veya en hafif deyimiyle etkisidir. Bu iki güç İslami kamuoyunu perdelemiş ve bloke etmiştir. Suriye meselesi veya Beşşar’a destek noktasında Kemalist kesimle İslami kesim arasında bir ittifak sağlanmıştır. Kimileri AKP’yi vurmak için Beşşar rejimine destek çıkarken AKP içinde de kimi İran sempatizanları partilerinin bu yöndeki politikalarına köstek ve parazit olmuşlardır.

6- Tek kelime ile seferber olmalıyız.