İstanbul'un pek hayır kokmayan, kasvetli, iç karartıcı ve oldukça itici sabahlarından birisi ile, birbirimizi pek sevmediğimiz halde buluşuyoruz yine.
Kol kola giriyoruz, hiç konuşmuyoruz. O beni süzüyor, ben de onu.
Üsküdar merkez otobüs durağına doğru yol alıyorum.
Merkez Camii'nin önünde simit tezgahı açan; üzerinde kol ağızları sökük, tüylenmiş siyah bir kazak, zaman aşımına uğramaktan rengi pek seçilemeyen bir ayakkabı bulunan; dikkat çektiğinde tarasam da ne olacak ki dedirten iç içe girmiş saçları, mutsuzluğumdan haz alıyorum diyen kararlı bakışları ile yeni günün beraberinde getireceği yeni heyecanları yeni hazları bir an önce tadabilmek için (!) sabahın köründe ekmek derdine duran onbeş onaltı yaşlarındaki ela gözlü kumral tenli delikanlı ile selamlaşıp az ilerde yine ekmeğe duran başka birisi ile karşılaşıyorum. Uzun ve yüksek Valide Sultan Camii duvarını soğuktan korunmak için kendisine örtü yapmış çiçekçi Çingene kız... Niçinler ile dolu, akranlarına biraz imrenme biraz iğrenme kokan içine girmeye çalıştığımda yaşarıveren kaçamak bakışlı küçümen gözleri ile sarsılıyorum. Uyandıktan sonra yüzüme çarptığım suyun beni kendime getirmediğini, geçirdiğim bu hafif sarsıntının etkisi ile tüylerimin ürpermesinden anlıyorum.
Küçük Çingene'nin ve henüz Üsküdar sınırlan içinde olmanın İstanbul sabahına kattığı güzellikten başka her şey sıradan ve moral bozucu... Otobüsteki soğuk koltuklar, buğulu camlar, şoförün sergilediği gardiyanvari tutumlar, yolcuların birbirini yiyecekmiş gibi attıkları ürkütücü bakışları, keskin korna sesleri, kırmızı ışık, ütüsüz pantolonum...
İstanbul'un bu kompleks dolu havası sanki İstanbul insanının genel karakterini, genel ruh halini özetliyor. Bu ruh haline sahip yolcuların, otobüste yolculuğu, bana eziyete dönüştürmemeleri için kendimce sosyal-psikolojik çıkarımlarda bulunmaya koyuluyorum.
Yaşamın getirdiği bu karamsar tabloya bir de ekonomik şartlar, sosyal yoğunluk ile kendini tüketme gibi sıkıntılar da eklenince; umutlar, piyangolar gibi sürekli bir sonraki güne bırakılıyor. Çoğu yerde umutlar yer altına gömülmüş bile. Yaşam sevinci, pembe hayaller; kabusa dönüşüveriyor çoğu kimse için ve Batman'da bilmem kaçıncı kız, kurtuluş için intihar ediyor.
Sonraki her tespit öncekini kovalıyor fark edilmek için. İntegrali andıran bu paradoksa bir de çıkış, çözüm yolu sunmalıyım. Gerçi integrali eğitim hayatım boyunca hiç öğrenemedim; hep kaçtım ondan. Öğrenmek, çözmek zor geliyordu; bedel ödememi istiyordu.
Ama bu seferki integralin cevabını biliyorum ve kaçmaya da niyetim yok. Üstelik çözüm Türkçe paragraf sorusu çözmek kadar basit. Çünkü çözüm önerisini sunan RABB'ın kendisi; Vahiy...
Önce biz değişeceğiz; sonra, toplum değişecek. Vahyin ışığında integral de çözülmüş; hayat güneşi özellikle İstanbul insanın kararmış yüzlerini, beyinlerini, kalplerini temizlemiş olacak. Günün gerisi kendi kendini yaşıyor bende; iş, yemek; iş, öğrenilmiş çaresizlik dedikleri... Ben tespitleri bırakmak istesem de onlar beni bırakmıyor; karamsar bir tabloyu yüzüme çarpıyor: Ancak müslümanların, değil toplumu değiştirmek, kendilerini değiştirmeye bile pek niyetleri yok gibi. Zor yaşam şartlan, ekonomik ve politik abluka yatalak hastaya çevirdi İslami kesimi.
Çevremizde olup biten olumsuzluluklara en ufak bir tepkiye dahi kilometrelerce uzak duruyoruz hatta bunun için gayret bile sarf ediyoruz. Dilimiz kuru, yumruklarımız suskun; içimiz dışımız tedbir kokuyor; duyarsızlılığı Özel bir duyarlılık haline getirmeye başladık.
Günahlarımızı örten mekanizmalarımızı/maskelerimizi zaten kalbimizin bir köşesinde taşımışızdır hep, insanların özel hayatı var, bireysel tercihlere kimse karışamaz... Ticaret ahlakımızdan dostluk ilişkilerimize, sevgilerimizden çorbamıza kadar 'laik' oluveriyoruz, devrimci iken.., Aslında kimsenin umrunda da değil ya laikliğimiz, tiksindirici maskelerimiz... Sadece kendimizi abartıyoruz, egomuz ya da fücur tarafımız azıyor.
Yapabildiğimiz en muteber şey, kabul edilebilir ümidi ile bazılarımızın dualarına amin demek oluyor.
Sıradan İstanbul geceleri, sabahlan, tespitleri ard arda diziliyor.
Amin dediğimiz bazılarımızın dualarının kabul olmasından mı yoksa Allah'ın hak etmediğimiz lütuflarından birisi midir; hayat belirtileri gösteriyor müslümanlar; sadece İstanbul'da da değil, tüm dünyada gündemin başına oturuyor İslam.
Hem de oryantalist tartışmalar, adam gömmeler, başörtüsü yenilgileri, reformcular-gelenekçiler,... ile değil; diriliş, direniş, cihat gibi kavramlar ile; üstelik bir hafta gibi kısa bir zaman diliminde oluyor tüm bunlar.
Yüz buruşturmalarımız ve tüm 'hınç'larımıza rağmen izlemekten vazgeçmediğimiz sıradan bir Ahmet Hakan haberi ile başlıyor kalp atışları.
Siyonizmin sembolik lideri Sharon'un saldırısına karşı tazelenen bir silkiniş; Filistinli'lerin tarihe mal ettikleri taşlı sapanlı gösterisi ve yaşça Üskadar'daki simitçiyi anımsatan, duvar dibinde babasının güvercin kanatları kadar anlamlı ama bir o kadar zayıf kollarının altından can vermeden az önce bize dönüp; Siz! Maaşınızın geç verilmesini, yatırımlarınızdaki zararları, trafik sorununu, aile problemlerinizi, mavi gözlerden yoksun oluşunuzu çaresizlik mi, güçsüzlük mü zannediyorsunuz? diye dakikalarca haykıran çocuk, damarlarımıza kan veriyor.
Kanı; ayak altlarımızdan göz damarlarımıza kadar her hücremizde hissettik. Tüylerimiz daha iyi ürpermek için yenileniyor, kalbimiz daha iyi hissetmek için içindeki kiri-pası boşaltıyor, zihnimiz öğüt alıp daha iyi düşünmek için temizleniyor, cesaretimiz tedbir kokan ruhumuzdan korku yayan kalınlaşmış esaret izlerini kovuyor. Yatalak hasta bir anda kalkıveriyor, yerinden doğruluyor, dili çözülüyor, ilk İslami bilinci damarlarında hissettiği anlardaki gibi tok ve kendine güvenen bir tonla "Allahu Ekber!" diyor.
Kalbimizle, zihnimizle tüm bedenimiz ile Sultanahmet'te, Bağdat'ta, Tahran sokaklarında, Mısır'da Ezher kampüsünde, New York caddelerinde, Hamburg'da ve Mescid-i Aksa'da Süleyman ile beraber sapanla taş fırlattık, İsrail ve Amerika bayrağı yaktık.
Allah elimizden tutuyor ve ayağa kaldırıyor; yıllarca akademik çalışmalar ile, tebliğ çalışmaları ile belki de, yapamayacağımızı yapıyor, kat edemeyeceğimiz mesafeyi kat ediyoruz.
Müslümanların yüzüne, gözüne renk geliyor, somurtkan ve soğuk İstanbul sabahları ile özdeşleşmeye başlayan ruh halimiz şenleniyor; biraz biraz konuşmaya başlıyoruz; ufak ufak adımlarla, başımız dik yeniden yürüyüşe geçiyoruz, üniversitelerde YÖK'ü protesto ediyoruz; Muhammed ilk bildiri deneyimini gerçekleştiriyor... İslam dünyası silkiniyor sanki; temiz nefes alıyoruz; özgüvenimizi tazeliyoruz.
Ümmet olduğumuzu, ümmetten kastın ne olduğunu, ya da ulus-devletin ne olmadığını öğrendik; 28 Şubat depresyonunu sarsıyoruz; şehadet, cihat, direniş kavramları kalbimize yeniden ekiliyor ve en önemlisi de, Allah'ın, uğrunda mücadele edenlerin yanında olduğunu hatırlıyoruz.
Üsküdar'da yine sabah oluyor; ben, ekmeğe duran başka birisine selam veriyorum.., Selahattin abinin meydandaki mecmua ağırlıklı satış yapan, etrafı tamamen çam yeşili alüminyum ile çevrili büfesinin önünde muzip bir sabah şakası yapıp, anlamlı bir cümle bulundurma ihtimali olan tüm gazetelerden birer tane alıyorum. Gazete isteyen başka bir adam, bu kadar gazeteyi neden aldığımı merak etmiş olacak; dayanamayıp soruyor. Beraber otobüs durağına doğru yürüyoruz. Adamcağıza da bir sabah şakası yapıyorum önce; bu gazetelerin hepsini hiç kaçırmadan otuz gün boyunca alan herkese promosyon olarak araba verilecek! Adamcağız -sabahın şaşkınlığından olsa gerek- hemencecik inanıp gazetelerin ismini öğrenmek için elini gazetelerin içinde bulunduğu poşete uzatıyor. Filistin ve savaş için aldığımı söyleyince birlikte gülmeye başlıyoruz.
Durakta bekleyenler "Sabah sabah!" gözleri ile bizi izliyorlar. Adamın çok da işine gelmemesine rağmen yolunu uzatmayı tercih edip benimle aynı otobüse biniyor. Anlatmaya başlıyorum: Yıl 1943 ve işgali yaşayan kutsal beldeler... Direniş... Vahiy... Özgürlük...
Filistin'de işgal ve İntifada sürüyor, direnişin güzel öğretmenleri İntifada'yı kalbimize ekti.