Lübnan'da İsrail saldırganlığı ve buna karşı Hizbullah'ın efsanevi direnişinden mürekkep savaş; kırılgan bir ateşkes sürecine girerken, ortada duran açık bir gerçek var: Hizbullah önderliğindeki İslami direniş İsrail'e karşı ciddi bir başarı elde etmiş bulunuyor. Bizzat İsrail kamuoyu ve hükümeti bunu itiraf ediyor ve yenilginin muhasebesini yapıyor. Genel Kurmay Başkanı Dan Halutz sorumlu tutuluyor, suçlanıyor. Golan Askeri Birlikleri komutanları başarısızlıkları dolayısıyla görevden alındılar. Haaretz, Yediot Aharanot, Maariv gibi İsrail basını sürekli "yenilginin analizini" yapıyor. Çatışma uzasaydı İsrail'in "kesin ve açık bir yenilgiye uğrayacağı" Siyonistler dahil tüm analizlerin kabul ettiği bir gerçek.
Herkes Lübnan İslami direnişinin tüm Ortadoğu'yu ve Ortadoğu'nun tarihini değiştirdiğini ifade etmekte. Peki bu değişimden Türkiye'nin payına ne düştü? Daha da kritik bir soru: Kimler İslami direnişin ürettiği yeni stratejik gerçekliği nasıl ve kimin lehine değiştirmek istiyor? Siyonist işgal ve İslami direnişin Türkiye'ye etkileri üzerinden nasıl dersler çıkartabiliriz?
Ortadoğu'daki bu dönüşümden Türkiye'nin payını nasıl aldığını, hangi saflaşmaların yaşandığını; bir ay süren Lübnan işgali sürecinde Türkiye'de Siyonist saldırganlığa ve İslami direnişe karşı alınan tepkiler ve tavırlar üzerinden okumak mümkün.
Türkiye'de Siyonizm'le Uğraşmak
Türkiye'de Siyonist oluşumun saldırganlığını kınamak; Lübnan ve Lübnan'daki İslami direnişe destek içeren tavırlar almak zor bir iş. Bunun en temel nedeni Kemalist oligarşinin Siyonist yapılanma ile olan derin askeri ve stratejik akrabalığı. TC'nin; kuruluşu sonrasında ta 1949'da Siyonist çeteyi "devlet" olarak tanıyan ilk ülke olma özelliği ile Siyonist dostluğunun kökleri uzun yıllara ulaşan bir mazisi var. Dahası Siyonizm'in bu ülkedeki kökleri medya, askeri oligarşi, siyasal bürokrasi ve patronlar oligarkı içerisinde derinlere uzanıyor.
Türkiye'de Lübnan İslami direnişini savunmanın birinci engeli işte bu Siyonist kökler idi. Türkiye; Siyonist işgalin Gazze ve Batı Şeria'dan ibaret olmadığını; Siyonist işgalin Ortadoğu ve dünyanın pek çok ülkesinde psikolojik ve derin işgaller ile beslendiğini ispat eden bir ülke! Siyonizm ve ABD muhiplerinin medyadaki kökleri yaşanılan çarpıcı katliamlar karşısında dahi suçu direnişe yüklemek, katliamın çirkin yüzünü gizlemek, medya kirliliği üretmek konusunda bir ay süren saldırılar boyunca oldukça yoruldular, bir hayli çaba gösterdiler.
Siyaset ve askeri bürokrasi alanındaki Siyonist dostların tasfiyesi ise çok daha zor ve İslami mücadeleyi Türkiye coğrafyasında da yükseltmeyi gerektiren bir süreci gerektiriyor. Ancak öte yandan İsrail'in işini zorlaştıracak ve işbirlikçilerin yüzlerini ifşa edecek çabaların da mümkün ve anlamlı olduğunu Lübnan direnişi sürecinde atılan önemli adımlarla gördük.
İsrail Dostluk Grubu Eylemi Gündemi Belirledi
Bu çabaların en önemlisi ve medyatiği olarak Özgür-Der'in öncülüğünde kitleselleşen ve süreç içerisinde birçok kurum ve çevre tarafından sahiplenilen; çeşitli kesimlerden destek bulan "TBMM İsrail Dostluk Grubu Dağıtılsın!" kampanyasını önemle not etmek gerek. Kısa bir süre içerisinde kitleselleşen bu kampanya, bir örnek eylem olarak ele alınmayı hak ediyor. Kısa süre içerisinde iki yüzü aşkın vekilin üye olduğu gruptan yaşanan istifalar ile İsrail dostu olduğunu kamuoyu önünde itiraf etme cesaretini gösterenlerin sayısı bir hayli azaldı.
Haksöz-Haber'in web sayfasında (www.haksoz.net) İsrail Dostluk Grubu üyelerinin fotoğraflarıyla birlikte teşhir edilmesi sonucunda grup üyesi bazı milletvekilleri Haksöz'ü arayarak gruptan istifa ettiklerini ve isimlerinin listeden çıkartılmasını talep etmek durumunda kalmışlardır.
Parlamentolar Arası Türkiye-İsrail Dostluk Grubu'ndan istifalar konusunda yaşanan başarı Siyonizm'in Türkiye'deki elini kesmek noktasında imkanlarımız ve çabalarımızın önemini gösteren bir sembol olmasının yanında Siyonist lobiyi kamuoyu önünde nasıl geriletebileceğimize ve küçük düşürebileceğimize dair bir laboratuar da oldu. Söz konusu kampanya haberlerden taşan vahşet görüntülerine karşı oluşan geniş duyarlılığı kanalize etmeyi sağlayacak bir hedef sunduğu ve düşmanı somutlaştırdığı için kitleselleşti ve etkili oldu. Dahası "TBMM İsrail Dostluk Grubu Dağıtılsın!" ve "İsrail'le Tüm İlişkiler Kesilsin!" kampanyası meşru zeminde devrimci taleplerin üretilip yaygınlaştırılmasına dair siyasal bir örneklik de sundu. Görüldü ki aslında Siyonizm'i yıpratacak etkili eylemler hiç de hayal değil; İsrail'i kınamak hiç de uzak bir coğrafyada duyulmayacak, etkisiz "slogan atmak" tan ibaret bir faaliyet değildir. Görüldü ki; nasıl Hizbullah'ın füzelerinin menzilinde iseler Siyonistler aslında bizlerin eylem menzilinin de içerisindeler.
Bir diğer örneklik ise şüphesiz Alanyalı esnafın "Çocuk Katili İsraillilere Giriş Yasak; Satış Yapmıyoruz" tepkisi oldu. Siyonistlerin ve özellikle Siyonist askerlerin sıkça ziyaret ettiği bir yer olan Alanya'daki duyarlı insanların İngilizce olarak dükkanına astıkları bu söz, İsrail medyasında da önemli yer bularak aslında Türkiye'de yapılacak eylemliliklerin Siyonist örgütlenmeyi ürkütmek ve Filistinlilere umut olmak konusunda nasıl etkin olabileceğini gösteren bir diğer örnek oluyordu. Alanya Belediyesi'nin dillendirdiği "duyarlı esnafa ceza" talepleri ise Siyonizm'in ülkemizdeki köklerinin ne derece kılcal olduğunu ve bir nevi gönüllü işbirlikçilik olgusunun toplumsal zeminini gösteren bir başka örnekti.
Direnişe Gizli Düşmanlıklar
İsrail Lobisine doğrudan bağlı olanların ürettikleri puslu hava aslında çok da tehlike arz etmiyor. Siyonizm'e açık destek vermeleri dolayısıyla siyaset ve medyadaki bu isimleri; politikaları ve ilişkilerini çözmek çok zor değil. Öte yandan İsrail'in yapıp ettiklerine karşı imiş gibi yaparak direnişi kötüleyen, önemsizleştirmeye çalışan; GOP çerçevesinde oluşan işbirlikçilik atmosferini soluyan ve nihayetinde Siyonizm vahşetinin çirkin yüzünü gizleyen bir perde üretenlerin tavrı daha fazla irdelenmeye değer.
Bir örnek olarak Zaman Gazetesi'nin tavrını ele alalım. Ali Bulaç başta olmak üzere bazı yazarlarının duyarlı tavrına rağmen gazetenin İsrail'in saldırısının ilk gününden itibaren haberlerini işgale karşı direnişin meşruiyetini sorgulayan bir dille vermesi çarpıcı bir örnektir. Dış Haberler servisinin Kerim Balcı, Fikret Ertan, Davut Şahiner gibi gedikli yazarları analizlerinde ortak bir kalemden çıkmışçasına bilinçli bir politikanın sözcüleri oldular. Zaman; savaşın kötülüğü üzerine yayılan analizlerinde çoğu kez Siyonizm'e hizmet eden sahte bir barış idealini yaygınlaştırıyor; suçu Hizbullah ile İsrail arasında paylaştırmak gibi yanlı bir politika gösteriyordu.
Aynı çevre Lübnan'a asker gönderme tartışmasında da yanlı, bilinçli bir strateji güttü. Zaman'ın resmi görüşü ifade eden önemli köşe yazarlarından Mustafa Ünal 23 Ağustos 2006 tarihli "Lübnan'a Doğru" başlıklı yazısında "Güçlükler, riskler ortada... Ancak devlet yönetmenin de bir bedeli var. Dünyanın hiçbir yerinde, bir kenar coğrafyada bile 'risksiz yönetim' söz konusu olamaz. Hele Türkiye gibi derin tarihe sahipseniz ve kritik coğrafyada bulunuyorsanız..." diyor ve "bağrımıza taş basıp" Siyonist politikalara hizmet edecek şekilde Lübnan'a asker gönderilmesi gerektiğini savunuyordu.
Zaman gazetesi dahil pek çok kişi ve çevre açısından, Siyonist "aşırılık" karşısında medeniyetlerin diyalogu türü anlamsız kürek çekmeler büyük önem arz ederken; Ortadoğu'da Siyonizm ve emperyalizm karşıtı devrimci İslami hareketlerin "halkların kapılmaması gereken maceracılıklar" olarak kötülenmesi hedefleniyor. Söz konusu tavrın örneklerini arttırmak mümkün. Sonuç itibariyle ile Hizbullah'ın silahsızlandırılması ve uyumlulaştırılması ile bir problemleri olmayanların hatta bunu içten içe arzu edenlerin Siyonizm'e açıkça dostluk yapanlardan daha fazla hizmet ettikleri ortada. Müslüman ve sıradan kitlelerde oluşan geniş duyarlılıkları manipüle eden, gözyaşı kültürü ile etkisizleştirmeye çalışan bu strateji.
Solun Tavrı: "Ne Şeriat, Ne Darbe" İkiyüzlü
Politikasının İflası
Tam bu noktada Türkiye'li Sol ve muhalif hareketlerin tavrını da ele almak yerinde olacaktır. Siyonizm'e direkt hizmet edenler ve Siyonizm'e karşı direnişin meşruiyetini perdelemeye çalışanların yanında Siyonist işgale karşı direniş hiç yokmuş gibi yapanları da anmak gerek.
Siyonizm'e alınacak tavırların sonuçta Ortadoğu'daki İslami direnişi güçlendireceğini değerlendiren pek çok sol ve muhalif hareket emperyalizme karşı geniş cephe oluşturmak için Irak işgalinden bu yana oluşan en büyük fırsatı tepmeyi, siyaset üretmemeyi yahut da eylem ortaya koyacaklar ise yasak savma kabilinden en minimum işle geçiştirmeyi tercih ettiler. Özgür-Der'in de katıldığı EMEP öncülüğündeki eylem, Taksim'de gerçekleştirilen birkaç küçük çaplı eylem dışında solun siyaset üretemediği ve sessizlik duvarına çarpan özellik gösterdiler, kitleselleşmediler.
İslami hareketin tarihi direnişine hepten gözünü kapatmayan ve olumlu bir tavır alan; Birgün gazetesi dahi direnişin sıcak günlerinde Fındık manşeti atmayı tercih ediyor, Lübnan direnişi ile ilgili analizleri çeviri bölümde bulmak mümkün oluyordu. Birçok sol çevre açısından Filistin ve Lübnan sorunları ancak tali mevzular olarak beliriyordu. Önce 28 Şubat'a karşı İslami direnişe; sonra Irak İşgaline karşı İslami direnişe omuz vermek konusunda sınıfta kalan pek çok çevre Lübnan'da da benzer bir politikasızlığı tercih ettiler. Bu ise sol hareketin "tarafsız kalma" politikasının muhalefet açısından ne derece öldürücü; emperyalizm açısından ise ne derece olumlu etkileri olduğunu gösteren yeni bir örnek oldu.
Burada İslami mücadele ile yaşanılan diyalogun tarihi bir öneme sahip olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Ortadoğu ve dünya tarihi Filistin merkezli olarak değişirken, bu değişimi okumakta başarısız kalan muhalif hareketlerin politika üretemedikleri ve gitgide tarihe gömüldükleri bir kez daha tüm çıplaklığı ile görülüyor.
Savaş Düşmanlığı: Siyonist Barış, Barış Değildir!
Sol ve kısmen de "liberal sol" olarak adlandırabileceğimiz bir çevrede ise salt "savaşın kötü bir şey oluşu" üzerinde yükselen tepkiler gitgide işgali doğallaştıran bir analiz dizgesini söyleme taşıyordu. Siyonist işgalin çirkin politikalarına "Şiddet döngüsü" denilerek sadece işgalcilerin sorumluluğu mazlumlarla paylaştırılmıyor; aynı anda direnişin silah bırakmasına yönelik vurgular ve imalarla birlikte Siyonist çetenin hedeflerine uygun bir söylemi meşrulaştırılıyordu.
Geçmişte "Şehadet Operasyonları" tartışmasında gördüğümüz benzeri bir kafa karışıklığı; salt "her türlü şiddeti kınamak" üzerine temellenen bir çelişkili siyasal algı Hizbullah'ın tarihi öneme haiz anti-emperyalist direnişini selamlamak ve "Yeni Ortadoğu Projesini" teşhis etmek konusunda da sınıfta kaldı.
İçerden Barikatlar ve Kafa Karışıklığı
Şimdiye kadar andıklarımız Siyonist işgale karşı politikalarımıza engel olan ve etkisiz kılacak tavırlar takınanların yapıp etmeleriydi. Madalyonun bir de diğer yüzünden bakarak İslami direnişe dair duyarlılıkları omuzlayan ve çabaları göğüsleyen Müslümanların yaşadıkları bazı çelişkileri ve engelleri de konuşmak gerekebilir.
Türkiye'de İslami direnişe destek çabaları, bir takım içten barikatlar ve kafa karışıklıkları ile de malul. Kur'an'ın emrettiği ve bize öğrettiği direniş kültürünün yeterince oluşmamış olmasından kaynaklanan bu sorunların 28 Şubat sürecinde yaşanılan baskılardan kaynaklanan yönleri de var. Siyasetin anlamlı üretimler ve yaşam kültürü olduğunu görmedikçe pek çok kişi ve çevre muhalifimizi besleyen tavırları duyarlılık adına üstlenebiliyor. Kur'ani siyasetin başarı hesaplarından öte bir ibadet bilinci ile yapılması gerektiği kaçırılır yahut da müminin mücadelesinde sahip olması gereken özgüven eksik olursa yapıp etmelerin etkisizleşmesi sonucu doğuyor.
Direnişi Sahiplenmek ve Acındırma Kültürünü Aşmak
Lübnan'daki açık hukuksuz işgal ortamında yaşanan en büyük kafa karışıklığı direnişin nasıl sahiplenileceği konusundaki siyasal basiretsizlik ve acizlik olarak ortaya çıktı. Lübnan olgusu çoğu kez bir trajedi olarak sunulurken direnişin olumlulukları ve başarıları çoğu zaman utangaç bir edayla sahiplenildi.
Lübnan işgali geniş bir çerçevede medyatikleşti ve tüm dünya halklarının gündemine yoğun olarak girdi; ki buna Türkiye de dahil. Ancak çoğu zaman işgal ve buna karşı yapılan tarihi ve başarılı direniş görmezden gelindi ve olgu sadece işgalin çirkinliği ve vahşeti boyutundan görüldü/ görülmek istendi.
Güzel bir örnek olarak İslami çevreye yayın yapan en eski radyolardan Marmara FM işgal boyunca tüm gün radyodan mersiye ve ağıt diyebileceğimiz şiirler, acıklı ezgiler ve salt "öldürülen çocuklar" temalı bir yayın çizgisi sürdürdü. Benzer bir şekilde yazılı medya gücü başta olmak üzere müslümanların büyük bir kesiminin direnişin kazanımlarından çok İsrail'in acımasız bombalamalarına, sivil yerlerin imhasına yoğunlaştığı, vurgularını savaşın kötülüğü ekseninde yoğunlaştırdıkları görüldü.
Bu durum duyarlılık anlamında olumlansa bile siyasal açıdan tutarsız ve özgüvensiz bir durumu ifade ediyordu. İsrail'in bir gün içerisinde elliden fazla askerini kayıp verdiği ateşkesten önceki son günlerde dahi Hizbullah'ın onur verici direnişi yeterince işlenmedi, selamlanmadı, manşetlere alınmadı, sahiplenilmedi.
Tabii ki işgalin hukuksuzluğu, Siyonistlerin çocuk- kadın ya da sivil demeden insanları katletmesi vurgulanması gereken noktalardı. Bizzat Hizbullah da, Menar Televizyonu ve küresel basın yolu ile; İsrail'in katil, mütecaviz ve çirkin yüzünü ortaya koyan bu tür haberleri yaygınlaştırdı.
Türkiye'de Lübnan'a ağıt yakmayı tercih edenler ise bunu, bir nevi yasak savma türünden bir şey yapmış olmak için yapma adına sürdürüyor göründüler. İslami direnişin haklılığını ve temelini ispata yönelmeyen ağıt kültürü müslümanların mücadele algısı açısından bir geriliği ifade ediyor. Ağıt yakmak kendisi için üzüldüğünüz kişiye bir şey kazandırmayacağı gibi siyasal bir duruş olarak da ele alınamaz. Ağıt kültürü olsa olsa bir duyarlılık ifadesi, en azından unutuluşa karşı bir kısmi olumluluktur.
Direnişin ve İslami taleplerimizin haklılığını vurgulamayan "ağıt kültürü"; haklılığını tümüyle ezilmiş, hakları elinden alınmış ve katledilmiş olma durumu üzerine inşa eden bir zihinsel yapıyı ifade ediyor. Başörtüsü direnişi sürecinde de gördüğümüz bu siyasal basiretsizlik "kendini acındırmak" üzerinden meşruiyet üretmeye, bazen de düpedüz "hak dilenmeye" varan bir mantıksal dizge takip ediyor.
Direniş cephesini güçlendirmek ve psikolojik destek üretmek üzerinden yükselmeyen bir "kan tablosu" sunmak ancak Siyonist çetenin yandaşlarını sevindirir ve onların sanki başarı kazanıyormuş gibi bir duygu içerisine girmesine neden olur. Ağlayan başörtülü imajının kimleri sevindirdiğinin çok örneğini gördük. Müslüman bir kez sokulduğu delikten bir kez daha sokulmamalı. Zaten İsrail'in özellikle ateşkesten önceki son iki hafta yaptığı ağır bombardımanın tek amacı da Hizbullah karşısındaki yenilgiyi maskelemek ve İsrail'in güçlülüğü imajını pekiştirmeye dönük bir askeri stratejinin ürünü olan katliamlardı. Öyle ise kayıplarımızı ve maruz kaldığımız zulümleri adaletle ifşa eder ve sahiplenirken direnişin hattını vurgulamak ve sahiplenmenin de temel bir yöneliş olması gerektiği anlaşılmalı.
Desteği Salt İnsani Yardım Çerçevesinde Görmek
İslami direnişe destek olan çevrelerde görülen bir başka zaaf ise Lübnan'a destek olgusunu salt bazı insani yardım faaliyetlerine kıstırmak olarak beliriyor. Bu tavır, Türkiye'deki Siyonist işbirlikçiliğin köklerini doğru teşhis edememekten kaynaklanan zaaflar barındırıyor. "İsrail katliam yapıyor; elimiz kolumuz bağlı durmayız; bir şeyler yapmalıyız" diyen, olumlu bir noktadan kalkan arayışlar eninde sonunda salt bir insani yardım misyonuna ve "yardım gönderelim" anlayışına kilitleniyor.
İnsani yardımın ve sembolik de olsa katkıların önemi çok büyük. Bunu Hamas hükümeti ile dayanışma sürecinde bir kez daha gördük.
Ancak ne Hizbullah'ın ne de Filistin direnişinin temel olarak dünyadan ve Müslümanlardan herhangi bir şekilde "savaşmak için mücahit göndermeleri" veyahut "direnişi finanse etmek" gibi bir talepleri olmadığı ortada. Kendi öz güçlerini değerlendirmeyi iyi bilen, geniş muhalefet cephesi stratejisini başarı ile sürdüren ve en önemlisi "Allah'a dayanmayı" temel düstur edinen İslami direnişin pratik olarak bizden istediği büyük ölçüde "içimizdeki işbirlikçilerin işini zorlaştırmak" olarak özetlenebilir. Nasrallah'ın geçtiğimiz ay Evrensel gazetesinde yayınlanan röportajındaki vurguları da bunu ispatlıyordu.
Zaten isteğimiz bu olsa da Türkiyeli müslümanlar olarak Filistin halkının tüm sorunlarını çözebilecek ölçüde, Lübnan'ın tüm yaralarını sarabilecek ölçüde yardım göndermemizin olası olmadığı çok açık. Ancak bu tür yardım faaliyetleri sembolik çabalar olarak tarihe geçiyor ve hem yardım edilen açısından hem de yardım eden açısından bilinç geliştirmenin ve kurbiyeti arttırmanın unsuru oluyor.
Öte yandan yardımın sembolik önemini hafife almadan yapabileceklerimizin daha fazla olduğunu görmek gerek. İnsani yardım kampanyası gibi faaliyetleri daha çok duyarlılığı arttırmaya ve Siyonist lobinin Türkiye'deki temellerini baltalamaya dönük çabalara aracı olarak görmek gerekiyor. Cephedeki direniş için yapabileceklerimizin en büyüğü burada mevcut Siyonist kökleri sarsmak, zayıflatmak ve işbirlikçiliği geriletmek olarak beliriyor. Yardım faaliyetleri, mitingler, dergi manşetleri hep bir ağızdan Filistin davasına sahip çıkarak mücadele cephemizi örmenin, Türkiye'de küresel intifadayı köklendirmenin aracı ve yolu olmalı.
Türkiye coğrafyasındaki İslami çevrelerde yaşanan tüm zaaflara ve siyasal deneyimsizliklere karşın Lübnan'da oluşan yakıcı durumun ve İslami direnişin onur veren çizgisinin olumlu etkilerini gördüğümüzü de ifade etmek gerek. Filistin coğrafyasındaki dönüşümlerin İslam dünyasının bütününü olduğu gibi Türkiye'deki İslami çabaları da etkilediği, ateşleyici bir unsur olduğu ortada. Direniş; 28 Şubat'ın sindirici etkilerini henüz tam olarak üzerinden atamamış İslami çevrelerin özgüven üretmesi, politik açılımlar yapması, mesajını gündeme sokması açısından bulunmaz tarihi imkanlar barındırıyor. Önümüzdeki yıllarda artarak görmeye alışacağımız İslam dünyasındaki hareketlilikler ve bunların mevzi kazanımlarını Türkiye'ye yansıtmak ve Filistin eksenli İslami direnişin yolunu açtığı ve önderlik ettiği küresel bir anti-emperyalist cepheyi örecek hattı takip etmek temel gündemimiz olmalı.
Gül'ün Sembolik Ziyareti
ABD'nin her zaman için en temel müttefiki olduğu İsrail; kuruluşundan bu yanan Ortadoğu'da da hep sırtını dayayabileceği sağlam bir müttefik arayışında oldu. Herkesin bildiği bir gerçek ki bu arayışı da İran İslam İnkılabı öncesinde İran, sonrasında ise Türkiye doldurdu. AKP hükümetinin son dört yılda çizdiği politika da bu eksende yüzen, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne uyumlu, ABD'nin bölge politikalarına payandalık eden veya en hafif tabirle ayağına dolanmamayı seçen bir çerçeve arz etti. Son Lübnan işgali ile de bu politikanın takip edildiğini ve işlendiğini gördük.
Belki içeriden barikatları ve engelleri anarken son olarak AKP hükümeti olgusunun bu noktadaki zaafları ve ihanetlerini de anmak gerek. Katliamın ateşkes ile son bulması sonrasında İsrail'i diplomatik olarak ziyaret eden ilk ülke Türkiye oldu. Abdullah Gül beraberinde geniş bir heyet ile İsrail'i ziyaret ederek Siyonist katillerin kanlı ellerini sıktı, kameralar önünde gülümsedi, medyaya dostluk mesajları verdi.
Gül'ün ziyaretinde Siyonist oluşumun Başbakanı Ehud Olmert'in, "Türkiye'nin İsrail'in güvendiği bir ülke olduğunu" ve bu stratejik dostluklarına güvenlerinin her zaman olduğu gibi bugün de sağlam olduğunu söylemesi Türkiye'nin bölgede nasıl bir rol ve misyon taşıdığını ifşa ediyordu. Gerçekten de Türkiye şimdiye dek Ortadoğu'da emperyalizme karşı hareketlerden hiçbirine destek vermemiş ve Bosna'dan Çeçenistan'a, Özbekistan'dan, Filistin'e tüm toplumsal kurtuluş çabalarına balta vurmuş bulunuyor.
Dışişleri Bakanı Gül ise Olmert ile yaptıkları basın açıklamasının sembolik anlamı bir yana; toplantıda kritik bir dönemde İsrail'i ziyaret etmekten mutluluk duyduğunu ifade ederek, ''Ne yazık ki son dönemde çok büyük bir yıkım yaşandı. Çok canlar verildi. Ama artık kalıcı bir barışı sağlamak için fırsatınız var'' diyordu. Abdullah Gül'ü dinlerseniz sanırsınız ki, bahsettiği yıkım bir doğal afet, deprem filan! Oysa Lübnan'ın her yerinde hala patlamamış ABD yapımı ve İsrail hediyesi on binlerce misket bombası olduğunu ve tümünün temizlenmesi için en az altı ay gerektiğini BM bile ifade ediyor. Abdullah Gül ise çocukları öldüren bombaların sahibi olanlarla el sıkışıyor, "barış" mesajları veriyor. AKP hükümetinin bahsettiği; "Türkiye'nin tarihsel bakiyesi(!) olan" Ortadoğu'da "aktif diplomasi" uygulamak; barış ve çatışmaların durması için katkı yapmak bu ise, tümüyle Siyonist işgale dönük desteğin maskesi olunuyor demektir.
Siyonizm'in savaş sırasındaki bomba ihtiyacının bir kısmını Kıbrıs'taki ABD üslerinden bir kısmını ise Türkiye üzerinden İncirlik'ten karşılaması ise işbirlikçiliğin ne boyutlara varabileceğini örnekliyor. İsrail'e bombalar Türkiye üzerinden giderken Hizbullah'a silah taşıdığından şüphelenilen İran uçaklarının aranması AKP politikalarının maskeleyemediği askeri oligarşinin ihanetini belgeliyor. Bu sembolik ve anlamlı tavır alışlar Dışişleri nezdinde Lübnan işgaline dair sembolik bir kınama bile yayınlamayan Türkiye için Lübnan'a asker gönderme tartışmalarının safını da belli ediyor.
AKP'nin Tavrı
Şunu görmek gerek ki; İsrail'le sıkı ilişkiler AKP'nin politikası olmaktan çok askeri oligarşinin temel stratejilerinden biri. 28 Şubat sürecinde dallanıp budaklanan ve stratejik unsurlar kazanan bu ilişkiye karşı çıkmak aynı zamanda Türkiye'de 28 Şubatçı oligarşik yapılanmayla hesaplaşmak ve onu geriletmek anlamını taşıyor. AKP'ye yönelen Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmek, Siyonist Dostluk Grubu'nu lağvetmek, askeri anlaşmaların içeriklerini açıklamak gibi talepleri bu açıdan bizatihi Kemalist oligarşiye yönelmiş oklar olarak görmek gerek.
Ne var ki, basında Tayyip Erdoğan'ın dilinden aktarılan "1 Mart Tezkere'sini meclisten geçirmeyerek büyük fırsatları kaçırdık! Bu kez buna izin veremeyiz" ifadesi askeri oligarşinin bölge halklarının anti-emperyalist mücadelesi aleyhine politikalarından öte bir yön de barındırıyor. Neyi muhafaza ettiğinin farkında olmayan "muhafazakar demokrat" çizginin derin kökleri bulunan işbirlikçi politikaları ne derece içselleştirdiğini ortaya koyan bu ifadeler, bir kafa karışıklığı ve sapmanın da ifadesi. AKP'nin en yetkili ağzından çıkan bu sözler kitlelere sunulan bulanık politikada, ABD ve askeri oligarşinin baskılarından öte büyük bir kafa karışıklığının, kavram kargaşasının göstergesi. Üç yıl önce kendi kardeşinin etinin yenildiği sofradan, "Irak pastasından pay kapmayı" dilinden düşürmemiş olan Erdoğan için son sözleri de bir utanç olarak yazılıyor.
AKP'nin tavrının müslüman kitleleri uyutan boyutu da var. Kendisine oy veren ve umut olarak bakan geniş kitleler için AKP'nin "Ortadoğu ile ilgileniyoruz" imajı ile sunduğu politikalar uyuşturucu, mevcut katliamlara müsamaha üretici, duyarlılıkları eritici yönler üretiyor. Ne yazık ki aynen 28 Şubat'ta Refah Partisi'nin İsrail ile Stratejik İşbirliği antlaşmasının imzalanmasına aracılık ettiği gibi, AKP de aynı basiretsiz politikayı sürdürerek taşeronluk görevini bihakkın yerine getiriyor.
Siyonizm'in Türkiye'deki Ellerini Kesmek İçin Uğraşmak!
Siyonizm'in katliam politikalarında üs olarak kullandığı TC devleti coğrafyasında yaşayan müslümanlar olarak yapmamız gereken, rabbimizin bizden soracağı çok şey var. AKP hükümetini işbirlikçi davranmaması konusunda zorlamalı; derin güçlerin İsrail'le işbirliği zeminini genişletmesine engel olmak için işbirlikçilikleri ifşa etmeli, duyarlılık üretecek yardım vb. kampanyaları sürdürmeliyiz. Bunlardan daha da önemlisi bizzat duyarlılık sahipleri ve müslüman kişi ve çevrelere Filistin davasının merkeziliğinin pratik anlamını iyi anlatmalı, belletmeliyiz. Filistin davasının uzaklardaki bir dava olmadığı, bizatihi küresel intifadanın bayrağı olduğu, Filistin üzerinden kendi 28 Şubatlarımızı da aşmanın mümkün olduğu ısrarla vurgulanmalı.
Bunlar tarihi ve kritik öneme sahip sorumluluklar. Şu açık ki eğer bulunduğumuz coğrafyada Siyonizm'e destek olan bir yönetim bulunmasa, bu Filistin ve Lübnan halklarının direnişini büyük ölçüde kolaylaştıracak bir durum olurdu.
Siyonist Dostluk Grubu'nun dağıtılmasına dair kampanyada olduğu üzere pratik bazı mevzi kazanımlara yönelen, bu kazanımlar üzerinden duyarlılığı yönlendirmeyi amaçlayan ve somut hedefler sunan çabaların Siyonist lobiyi etkisiz kılmaktaki başarısı iyi değerlendirilmeli ve işlenmeli. Benzer somut talepler kitlelerin algılaması ve sahiplenmesi açısından imkanlar sunuyor.
Benzer somut stratejileri ve talepleri; AKP hükümetinin olası bir asker gönderme politikasına karşı sürdürmek mümkün. AKP konuyu Meclis'te görüşmeyi planladığını ifade ettiği için; "Asker göndermeyelim" kampanyası da somut ve yaygınlaşabilecek bir kampanya olacaktır. Benzer şekilde en azından içeriği hala devlet sırrı statüsünde olan ve kamuoyundan sır gibi gizlenen İsrail ile Stratejik antlaşmaların mahiyetinin açıklanması talebi ve bunun yanında Bülent Arınç'ın şahsında kamuoyuna yönelen "dostluk grubunun tümüyle lağvedilmesi" gibi somut talepler sembolik ve işlevsel öneme sahip.
1701 sayılı BM kararının ancak geçici bir ateşkes sağlayacağını, çatışmaların yakın bir zamanda belki daha yaygın boyutlarda süreceğini söylemek bir kehanet değil. Dolayısıyla belki İran ve Suriye'ye de yönelecek saldırılara karşı Lübnan ve Filistin coğrafyalarındaki İslami direnişlere katkı yapacak çabaları ve politikaları Türkiye'de de üretmemiz tarihi bir sorumluluk olarak beliriyor.
İslami direniş de bizden bunu istiyor zaten: Bulunduğumuz coğrafyalarda psikolojik, stratejik ve gizli emperyalist işgallere karşı küresel intifadaya omuz vermek. Filistin etrafında dönen tüm tartışmalar ve mücadele; dünya tarihini değiştiriyor ve Küresel intifada, ümmeti yeniden diriltme mücadelemizde yolumuzu aydınlatıyor.