Direniş İnsanımızın Yarını ve Umududur

Bünyamin Doğruer

- Müslümanların mevcut sanat algılayışlarının genel bir değerlendirmesini yaparsak, ortaya nasıl bir tablo çıkar?

- Sanat bir yaratılıştır; inşa ve ibda anlamında. Mutlak mânâda sanatkâr Cenâb-ı Hak'tır. Sanatçılık ise ona gıpta etmek, ona özenmek ameliyesidir. Hal böyle olunca, iman etmiş bir sanatçıda bu anlayış, hayret ve teslimiyet biçiminde tezahür eder. İnanmamış birinde de bu, kendini beğenme, kendine âşık olma, kendine tapma (narsizm) ve bencillik-egoizm biçiminde tezahür eder.

Sanat Allah için olunca, önce kulluk vazifesini, sonra sanatçılığını ve sorumluluklarını yerine getirmede yazar-çizerlerimiz gereken hassasiyeti göstermek mecburiyetindeler.

Tüm bahçeleri sarartıp solduran, yeşil yaprakları hazana çeviren, ekinleri kurutan, nesli yok etmeye çalışan, seher rüzgarlarını esmez kılmaya yeltenen, yalanı hakikat, hakikati yalan diye dayatan, topyekün müslüman halka savaş açan bu sisteme ve rejimin sadık zalimlerine karşı müslüman sanatçılar gerekli direnişi gösterememekte, rehberlik edememekte, işaret levhaları koyamamaktadırlar. Sanatın her alanında, tüm katmanlarında evrensellik ilkesini ciddiye alarak ümmet şuuru içinde, uyarma, uyandırma, tebliği şiar edinmiş bir dokuya sahip değillerdir. Sanatı sanat için değil, Allah için yapmak yerine, daha çok sanatsal kaygılar ön planda tutularak, sanat icra edilmektedir. Bunu söylerken, estetiği-sanat değerlerini gözardı ettiğimiz anlamı çıkarılmasın. Allah'ı razı edecek eylemlerde, "müslümanım" diyen sanatçılarımızı arıyoruz, sorguluyoruz.

Müslümanların sanat anlayışları ve müslüman sanatçılar, topluma, insanlara hayat ve yiğitlik saçmadıkça; atıllık, ruhsuzluk, ödleklik devam edecektir. Şunu kabul etmek lazım ki, her motif, her yazı, her şiir ve sanatın tüm alanları; düşündürmek, sorgulamak, uyarmak, harekete geçirmek için bir araçtır. Bunları, Kur'anî değerleri ve ahlâki normları egemen kılmak için kullanmak gerekir.

Müslümanların sanat anlayışlarında en önde giden sorun, dilsel ve biçimsel yapının nasıl bir anlamsallık oluşturduğu sorunudur. "Sanatı İslami mücadele alanında nasıl bir silah gibi kullanırız" düşüncesi maalesef çok cılız kalmakta, hatta gündeme bile getirilmemektedir. "Bir kimsenin kaygısı neyse, dini odur" gerçeğini iyi düşünmek lazım. Vurdumduymaz değil, duyarlı sanatçılara ihtiyacımız var velhasıl.

İslam, sanatı ileriye götüren, tekamül ettiren bir dünya görüşüdür. Her ideoloji, her dünya görüşü kendi değerleri içinde kendi sanatını meydana getirir. Müslüman bir sanatçının, elbetteki bir fikrî temeli, dünya görüşü, siyasi sistem şuuru vardır, olmalıdır. Dolayısıyla sanat anlayışları bu minval üzere olması gerekirken; bakıyorsunuz farklı sanat arayışları içerisinde bir koşturmaca gözlemleniyor.

Müslümanların sanat anlayışları, diğer konularda olduğu gibi, çağın, halkın temel problemlerine çözüm getirmede yeterli olamamıştır. Müslüman sanatçılar eserlerinde kendi varsayımlarını, şemalarını ön plana çıkarmaktadırlar. Bir ufuksuzluk var bence. Böylesine zulüm dolu bir çağda, müslüman sanatçının sorumluluğu çok büyüktür. O sanatçılığından da önce mü'minlik iddiasında olduğu için, yapmak istediği şey konusunda İslam'ın hükmünü bilecek ve işe öyle koyulacak; yazısını, şiirini, hikayesini, romanını bu çerçevede yazacak. Bunu yapmazsa Allah'ın çizdiği meşru sınırlan çiğnemiş olur. Aynı zamanda, yaptığı sanatın hakkını en iyi bir şekilde vermiş olacak. Halkına, zamanına, çağma tanıklık edecek. Kısaca vahyin, insana, dünyaya, kainata bakış açısı ne ise, o pencereden bakacak ve eşyayı da o şekilde değerlendirecek, bunlara karşı duruşunu tespit edecek. Yaşadığı çağın açmazlarına çözümler getirici tespitlerde bulunacak.

Müslümanlar, geçmiş dönemlerdeki kültür ve sanat hazinelerindeki İslami bakışı henüz tam olarak yakalayamamışlardır. Onun için adeta her şey türedi görünümündedir. Mantar gibi bitti birşeyler. Düne kadar ezgilerin ve sazların haram olduğunu savunanlar, günümüzde batıdan gelen, sanat olarak sunulan birçok türlere cevaz verir oldular. "Yeşil pop" salgınıyla birlikte bir yozlaşma, bir taklid dönemi başladı.

Eğer müslümanlar İslami bakışı yakalarlarsa ve yaşadıkları çağa bu bakışla tanıklık ederlerse; kendi sanat anlayışlarının rahatça işleyeceği, çok canlı, çağın ve insanın problemlerini, sıkıntılarını, beklentilerini ortaya çıkarmaya, çözüm getirmeye çok elverişli konular bulacaklardır.

Günümüzde müslüman yazarların, şairlerin yapması gereken, önce İslami bakışı ve duyarlılığı yakalamak olmalıdır. Çağın gözüyle İslam'a değil, İslam'ın gözüyle çağa bakmalıdırlar. İşte bu bakış açılarını eğer müslümanlar yakalarsa, net bir söylem ve sahici bir kimlikle; yozlaşmadan, çözülmeden, bozulmadan, çürümeden (göğsüne yüreğinden başka muska takmadan) çok önemli çağdaş sanat yapıtları ortaya çıkacaktır ve özlenen düzeye ulaşmış olacağız inşaallah.

Müslümanlar vahyi dikkate almadan, Allah'ın rızasını ön plana çıkarmadan sanata koyulursa; işe İslam'ı nefsine ve çağına hakim kılma gibi yüce bir gayeyle başlamazsa, otomatlaşmaktan, donukluktan kurtulamazlar. Varlıktaki ana gaye ve hedefi, kâinattaki ilişki ve ahengi göremezler. O zaman insan, kendini Allah'a, kainata, hayata ve diğer insanlara bağlayan bağlarla karşılıklı bir ilişki kuramaz, diyalogu sürdüremez, içinde bu tür ilişkilerin içice girdiği üstün ufka ruhunu kanatlandıramaz. Çünkü katı ve donuk insan, ruhuna bütün pencereleri kapamış ve dünyasını çok dar bir sınır içerisinde hapsetmiştir.

Müslümanların mevcut sanat anlayışları, cahiliyyenin izlerini silememiştir. Cahiliyyenin kavram ve düşünceleri karşısında yetersiz kalmıştır. Müslümanların sanat anlayışlarında esas sorun, duygu yükünün olmaması değil, tam tersine bir o kadar önemli olan ifade ve üslûbun, yeni boyutları ve yeni, geniş ufukları ortaya koyacak biçimde açıklık ve belirginlik kazanmamış olmasındadır.

- Sanatın, özelde de edebiyatın İslami mücadele alanına sunacağı katkılar nelerdir?

- İslami edebiyatın İslami mücadeleye ve dolayısıyla insana sunacağı katkılar tartışmasız çok önemlidir. Vahyin, cahiliyye döneminde bedevi Arapların veya müşriklerin ruhunda meydana getirdiği tesiri hatırlamak gerekir. Cahiliyye Araplarının, müslüman olsun olmasın, Kur'an karşısında dehşete düşerek kendilerinden geçtiklerini biliyoruz. Bu durumu, müslüman olmamış Muğire oğlu Velid'in şu sözü çok güzel açıklıyor: "O'nun hakkında (Kur'an) ne diyeyim? Allah'a yemin olsun ki, O'nun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi O'nun söylediklerinin apayrı bir tadı ve bambaşka bir cazibesi var. Doğruyu söylemek gerekirse, O, kendinin altındakileri bütünüyle eziyor ve hepsinden üste çıkıyor. Hiçbirisi O'nun üstüne çıkmayı başaramıyor".

Evet, İslam'dan beslenen edebiyat, insan ruhunun yüzünü yalayıp geçmez; onun derinliğine iner, kalbinden yakalar. Elimizdeki aracı, malzemeyi, insan ihtiyaçlarının esiri kılan düşüklüklerin değil, realiteyi de aşan yüceliklerin üzerine taşımak için kullanırsak, mücadele alanında mesafe katetmiş oluruz.

Müslüman edebiyatçının, sanatçının, çağının sorunlarının farkında olması ve topluma ışık tutması gerekir. Yani o, çağlar üstü bir misyona sahip olmalıdır. İstikbal için insanlara hedef göstermesi gereklidir.

Müslüman yazar-şair, inandığı İslam'ın hükmünü, zamanının gergefine işleme görevini üstlenmiştir. Gönülleri, ruhları, yürekleri sarıp sarmalayan bir ifadenin kendisi olmalıdır. Çağının sorunları karşısında takınacağı tavır önemlidir. Vahyin, İslami mücadelenin gerektirdiği tavrı alması önemlidir ve almak mecburiyetindedir.

Şunu unutmamak lazım ki, aynı zaman diliminde, aynı çağda yaşayan insanların dertleriyle, açılarıyla, gözyaşlarıyla, sorunlarıyla, kanayan yaralarıyla ilişki kuramayan, onlarla bütünleşemeyen bir dünya görüşüne o çağda hayat hakkı yoktur. Müslüman şair-yazar-edebiyatçı, yaşadığı realiteleri görüp görmeme ve bunlara karşı vahyin emrettiği tavrı alıp almama noktasında bir kıymet ifade edecektir.

Eğer bunca zulümlerden, sahte kahramanlardan, puta tapıcılıktan ve haksız yargılardan, ezilmişlikten, horlanmışlıktan, cesaretsizlikten kurtulmak istiyorsak; müslüman edebiyatçılar kalemlerini vahyin doğrultusunda bir silah gibi kullanmalıdırlar; öncülük edebilmelidirler, çığır açabilmelidirler.

Değil mi ki, insanın bedeninde açılan yaraları yeni hücreler faaliyete geçerek tamir ederler. İslami mücadele alanında açılan yaraları rahatlıkla İslami edebiyatın, şuurlu sanatın iyileştireceğine inanıyorum. Kıyısına getirildiği uçurumun başında ne yapacağını bilemeyen insanımız kadar, tuşlara dokunmasını, parmaklan harekete geçirmesini öğreten müslüman sanatçı ve kahramanlar, ilahi bir lütufla kış mevsimini kapamak ve baharın kapılarını aralamak gibi son derece kutlu bir görevi yüklenmiş olurlar... Küçük menfaatler uğruna şahsiyetini feda etmeden yürüyen ve başını dimdik tutabilen, sadece Rabbinin huzurunda eğilen, kapıkulluğu yapmayan, medyatikleşmemiş sanatçıların sayısının parmakla gösterilecek kadar az olduğu şu ortamda soylu, keskin ve namuslu edebiyatçılara, şair-yazarlara çok ihtiyacımız var...

İşte İslami mücadele sürecinde, acılarımız, ümitlerimiz, gözyaşlarımız, sevdalarımız, çığlığımız, nefretimiz, kinimiz, başkaldırışımız, soylu umudumuz var; işte size sanatın bütün şubelerinde işlenebilecek rezervler, işte size dinamikler. Onca zulümler işlenirken, hâlâ fildişi kulelerde serenadlar çekenler var... Halkının acılarını bilmeyen, karnı tok edebiyatçılar... Bunların İslami mücadele alanında hiçbir katkıları olamaz.

Yıllar yılı aşksızlık çeken, sevdasızlıkla kuruyan, çölleşen, her türlü değerleri talan edilen, zulmedilen, aşağılanan, ama yine de düşlerini yitirmeyen, halkın sesi olmak gibi bir yörüngede seyreden şairleri edebiyatçıları takdir ediyorum. İslami mücadelede bunlar işaret levhalarıdır.

Müslüman edebiyatçılar, eserlerinde soylu-erdemli bir eylemi barındırabilirler. Devrimler de, halkın acılarından, gözyaşlarından, mahrumiyetlerinden çıkmıyor mu? Buyrun bu halkların sesi olalım...

Dün, zulüm, zorbalık, firavunluk, nemrutluk nasılsa, bugün de öyle. Dün İslam düşmanları nasılsa bugün de öyle. Dün ölüm anlayışları nasılsa bugün de öyle... Geçmişte Allah, Peygamber ve şeriat düşmanları vardı, bugün de var; dün oligarşik Mekke şirk devleti vardı, bugün de oligarşik şirk devleti var... O halde İslami mücadeleyi önce içinde-nefsinde, sonra Allah'ın arzında gerçekleştirmek isteyen müslüman edebiyatçılar için, şuurlu sanatın, eylemin, muhalefetin, ilkeli tavır koymanın çizgisi belirginleşmiştir. Konuştursunlar kalemlerini -and olunan kaleme- ve gerçek misyonu yüklensinler... Uyarsınlar, uyandırsınlar, şuurlandırsınlar... İslami mücadelede bir tuğla olsunlar.

Bunca tuğyan, bunca vahşet karşısında, İslami, insani bir tavrı, ilkeli bir çizgisi, duruşu olmayan edebiyatçı, sanatçı bence birer ottur...

- Edebiyatı bir mücadele mevzii olarak ele aldığımızda, müslümanların ortaya koyduğu edebi ürünlerin bu perspektiften oldukça uzakta olduğu görülüyor. Genellikle çözülmüş zihinlerin edebiyatla daha fazla meşgul oldukları da bir vakıa. Bu vakıayı tahlil ederek, edebiyatı, kendi dinamikleri ekseninde yeniden işlevsel kılabilmenin imkanlarım tartışır mısınız?

- Her müslüman edebiyatçı, İslami yükümlülükleri gönüllü olarak üstlenmek mecburiyetindedir. Yani bir ibadet bilinciyle yükün altına girmeleri gerekiyor; bunu yaparken de zamanın ve mekanın içinde olmak gerekir, hayattan ve realiteden kaçmak değil. İçten (nefisten) gelen arzu ve istekler, ileriye dönük dünyevi hesaplar, çıkar mantığı, çevre şartları, toplumun gelenekçi düşünceleri, diktatörlerin baskıları... vesaire, insanımızın zihnî temellerini sarsıyor ve gerçekten kaçış başlıyor. Kendinden bile kaçış... Ve insan kendini romantik çerçeveler içine hapsediyor. Edebiyatı da böyle algıladıklarından dolayı, bu şizofrenlik ve pembe dünya hayalleri, sahte mutluluklar veriyor belki de... Sonunda uğraşacağı oyuncakları elde ediyor insan... Bu bir çözülme, bir yozlaşma ve yok oluştur. Yani bu kategorideki insanlar, yazarlar edebiyatı bir sığınak, bir saçakaltı olarak görüyorlar; dirençleri tamamen kırılmış durumda...

Evet, müslümanların ortaya koyduğu edebi ürünlerin mücadele mevziinden uzakta olduğuna katılıyorum. Belki de edebiyatçılar, belli şeyleri kınarlarken, gizli-saklı gururlarının esiri olmuşlardır. İçten çözülmüşlerdir. Sahici seslerini kaybetmişlerdir. Kendi varoluş nedenini bilemeyen, zihnî temellerini kavrayamamış edebiyatçı, "ben neyim" sorusunun karşısında, ancak kendi heva ve heveslerinin, ortaya koyduğu ürünlerinin insanı olabilir... Kendi olmayan bir insan, hiçbirşeyin insanı olamaz... İslam'ın insanı olamaz...

İsmet Özel'in şu tespitini söylemeden geçemeyeceğim: "Beşyüz yıl önce söylenen sözlerin bugün tazeliğini koruması, yalnızca sanatçının başarısına bağlı değil elbet. Dünyanın şikayete değer taraflarının bütün modern zamanlar boyunca aynı kalmasının payı büyüktür. İnsanlar, zorbalıklar, kadir bilmezlikler, adaletsizlikler, zulümler altında hep bulunagelmişlerdir, tiksinme sebepleri aynı. Ama asıl üzerinde durulması gereken nokta, bütün çirkinliklere karşı neye tutunduğumuz, neye umut bağladığımız, bunun belirginleşmesi gerekir".

İşte edebiyatı ve edebiyatçıyı kaynağına ve hedefine, mecrama yönlendirmek, yeniden tüm dinamiklerin hayatiyet kazanmasını sağlayacaktır. Herşeyin bir gayesi var; insan, gayesinin, hedefinin büyüklüğü ölçüsünde yaşar. Gayretlerin en büyüğü Allah yolunda mücadeledir. Sanatçı bu yolda sabreder ya da kazanır. Vahye tutunup, Allah'tan ümid ederek O'na bağlanırsak, ümidimizle ve eylemimizle edebiyatın kendi dinamiklerini diriltmiş oluruz.

Edebiyata İslami bir imaj ve mesaj yüklediğimizde yankısını bulacaktır, hedefine varacaktır. Edebiyatımıza, çevremizin, yaşadığımız coğrafyanın havasını katarsak edebiyatı diriltmiş oluruz. Ashab içinde; Hasan b. Sabit, Kaab b. Züheyr, Lebid b. Rabia, Kaab b. Malik gibi şiirleriyle hizmet vermiş şairlerde olduğu gibi haddini bilir bir çizgiyi tutturabilirsek, edebiyatı bir mücadele mevzii olarak diriltmiş oluruz kanaatindeyim.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: İnsanımızın, halkımızın kanayan yerlerini bilmemiz lazım ki, uzun soluklu bir koşuda olduğumuzu unutmayalım. Direnişin, insanımızın yarını ve umudu olduğunu bilhassa edebiyatçılarımız unutmamalılar...

Görevini, eylemini bellemiş şairlerimize, edebiyatçılarımıza selam olsun...