Temmuz sayımızın gecikmesinden ötürü özür beyanıyla söze başlıyoruz. Gündemin yoğunluğundan kaynaklanan bu gecikmenin Ağustos sayımızı da aksatma ihtimaline binaen dergimizi yine birleşik sayı şeklinde çıkartma durumunda kaldık.
Irak'ta direnişin zirveye ulaştığı bir vasatta ülkemiz işgalcilerin zirvesine ev sahipliği yaptı. İstanbul'da yapılan NATO Zirvesi gerek biçimi, gerek içeriğiyle emperyalist saldırganlık önündeki engelleri azaltma çabalarının yoğunlaşmasına sahne oldu. Afganistan ve Irak'ta süregelen işgali meşrulaştırma, BOP adı verilen çok yönlü kuşatma projesinin önünü açma ve emperyalistler arasındaki ihtilafları azaltma Zirve'nin temel gündem maddeleriydi. Küreselleşen saldırganlığın Zirve ile birlikte bölgemizi ve dünyayı tahakküm altına alma ve Ortadoğu'da karşılaştığı direniş olgusuna karşı "terörizme karşı savaş" adı altında en geniş ittifak zeminini oluşturma çabalarına hız verdiği biliniyor. Ama şüphesiz tüm bu kirli ve kanlı gündemden de öte, bizzat eli kanlı katillerin ülkemizde bir araya gelmeleri bu ülkenin tarihine kara bir sayfa olarak yazılacaktır.
Türkiye'de muhalif güçlerin tüm itirazlarına, protestolarına karşın gerçekleşen bu Zirve'nin içerdiği tehdit ve utanç manzarasının toplumun geniş kesimleri tarafından yeterli oranda algılandığını söyleyebilmek maalesef mümkün değil. Bu kapsamda gerçekleşen bir insanlık suçuna karşı elbette çok daha büyük ve etkili boyutlarda tepki verilmesi gerekirdi. Ne var ki, gerek sosyal-tarihsel koşullar, gerekse de konjonktürel nedenler NATO Zirvesi'ne yönelik tepkileri sınırlı kılmıştır. Şüphesiz geniş kitleleri pasifize eden, yılgınlığa sürükleyen faktörler arasında aylar öncesinden başlanıp zirvenin yapıldığı günlerde doruğa çıkan "güvenlik terörü"nün payını unutmamak lazım. Adeta "görmemişin NATO'su olmuş!" dedirtecek boyutlara ulaşan Zirve tedbirleri ve çok önceden başlayıp giderek hızlanan operasyonlar ve gözaltılar zaten siyasal gelişmeleri biraz korku, biraz yılgınlıkla izleyen geniş kitleleri iyiden iyiye ürkütmüş olmalı.
Bütün bunlarla birlikte NATO Zirvesi her şeye rağmen ülkemizde güçlü bir anti-emperyalist bilinç ve duyarlılığın yaşatıldığının da kanıtı olmuştur aynı zamanda. Ülkemiz egemenlerinin işbirlikçilik suçuna ortak olmak istemeyen; direnen Irak, Afganistan ve Filistin halklarıyla dayanışma sorumluluğuna sahip çıkan güçlü ve net bir muhalif çizgi emperyalistler için dikensiz gül bahçesi yaratma işgüzarlığı içindeki yerli egemenleri epeyce rahatsız etmeyi başarmıştır. Zirve karşıtı eylemliliklerin Irak savaşı ile gündeme geldiği üzere, muhalif çizgideki farklı ideolojik kesimlerin dayanışmalarına sahne olması da dikkat çekicidir. Düzene muhalif bir kimlik taşıyan farklı ideolojik kesimlerin tüm olumsuzluklara rağmen emperyalizm karşıtlığı ortak paydasında bir araya gelebilmelerinin sadece bu ülke için değil, tüm Ortadoğu ve hatta dünyadaki mazlum halklar açısından güzel bir örneklik oluşturduğunu düşünüyoruz. Emperyalist zorbalığın küreselleşmesi olgusunun adalet arayışı içindeki farklı çevrelerin birlikteliğini de bir ihtiyaç olarak daha fazla hissettireceği inancındayız.
Bu çerçevede AİHM'in başörtüsü konusunda aldığı son kararı da zorbalığın küreselleşmesi olgusunu yansıtan bir gelişme olarak yorumluyoruz. İslami bir alternatifin gelişip, güçlenmesine karşı emperyalist işgal ordularının Ortadoğu'da tankla, füzeyle, bombayla yapmaya çalıştıkları ile Strasbourg'takilerin mahkeme kararı aracılığıyla yaptıkları özde aynıdır. Dolayısıyla tutarlı bir anti emperyalist tutum bu iki farklı saldırganlık tezahürü arasındaki irtibatı doğru algılayıp, tavır koymayı gerektirir.
AİHM kararı sonrasında başörtüsü sorununda çözümün adresine dair arayışlar, tartışmalar yoğunlaşıyor. Kimileri için bir umut kapısı olarak algılanan AİHM, kapıyı Müslümanlara kapayarak bir kere daha çözümün kendi mücadelemizle şekillenebileceği gerçeğinin altını çizmiş oldu. Hükümet zaten uzun bir zamandır umudun adresi olamayacağını itiraf etmekteydi. Nitekim en son YÖK yasası konusunda yaşananlar bu durumu daha da netleştirmiş olmalı. Bu noktada Başbakan'ın çok tartışılan "bedel ödeme" konulu sözlerini de doğru yorumlamak lazım. Başbakan'ın sözleri içtenlikten çok uzak ve son kertede mazeret üretme babından sözler olmaktan öteye gitmiyor. Bununla birlikte yine de bu sözleri bir durum tespiti, bir itiraf saymak mümkün. Zaten bilmediğimiz bir şey değildi ama yine de bizzat Başbakan'ın ağzından Türkiye'de demokrasi konusunun bir oyundan, mizansenden ibaret olduğunu duymak ilgi çekici. Öte yandan samimiyet, içtenlik boyutunu bir kenara bırakacak olursak Başbakan'ın "toplumun bedel ödemeye ne kadar hazır olduğuna dair kuşkuları" bağlamında dile getirdiği sözlerinde doğruluk payının oldukça yüksek olduğunu vurgulamak isteriz.
Gerçekten de sorulması gereken temel soru bu olmalıdır: Bedel ödemeye hazır mıyız? Ve ne kadar? Bu sorulara dürüst ve adil cevaplar verilebildiğinde çözüm kapısının hızla açıldığını göreceğiz. Bu yüzden gündemimizi ve emeğimizi bu sorulara doğru cevaplar verebilme noktasında yoğunlaştırmalıyız. Bedel ödeme sorumluluğunu ve zorunluluğunu kavrayanların birikimini temsil etmeye çalışan dergimizin Eylül sayısında birlikte olmak dileğiyle, Allah'a emanet olun!