Uğur Mumcu'nun 24 Ocak'ta arabasına konulan bir bomba ile öldürülmesi, Türkiye egemen laik çevrelerin dönem dönem başlattığı irtica kampanyalarından bir yenisine zemin teşkil etti. Şüphesiz bu seferki kampanya öncekilerine nazaran çok daha yoğun ve aynı oranda da azgınca bir biçimde gerçekleşti.
Olaya gösterilen tepkiler daha ilk andan itibaren sözde amaçlanan "teröre karşı tavır koyma", "terörü lanetleme"yi fersah fersah aşan boyutları içermekteydi. Uğur Mumcu üzerine yakılan ağıtlar ve örülen efsaneye paralel olarak, fırsattan istifade hummalı bir biçimde "solda birlik"ten, "aydınlar ve ordu arasındaki ilişkileri kuvvetlendirme"ye, "İmam Hatiplilerin Harbiye'ye girmelerinin engellenmesi"nden "Anayasa Mahkemesi Başkanı zata destek verme"ye dek bir dizi politik hedefin inşasına girişildi. Mumcu'nun öldürülmesi tam anlamıyla çok amaçlı politik fırsatçılığın nesnesi haline gelmişti. Bununla birlikte hangi amaca yönelirse yönelsin tepkilerin ortak bir paydada buluştuğu görülüyordu: Laik kimliğin ön plana çıkartılması ve bunun beraberinde de İslam'a ve müslümanlara karşıtlık.
TRT ve basın gibi düzenin resmi ve gayri resmi propaganda araçlarının da katkılarıyla oluşturulan ve yönlendirilen tepkilere bakıldığında belirleyici olanın, Mumcu'nun öldürülmesine karşı duyulan bir kızgınlık ve nefretin dışavurumundan çok, gelişen İslami hareket karşısında içine düşülen acziyet ve panik havası olduğunu görmek pek zor değildir.
Düzenin çözümsüzlüğünün ve çürümüşlüğünün günbegün daha bir aşikar hale gelmesi ve öte yandan tüm dünyada yükselmekte olan İslami hareketin Türkiye sınırları içinde de etkinliğini artırması ve gittikçe daha güçlü bir alternatif olarak belirmesi karşısında egemen laik çevrelerin psikolojik bir çöküntü içine girdikleri uzun zamandır görülmekteydi. Bu çöküntü ve panik halinin özellikle 1 Kasım seçimlerinin ardından adeta bir karabasana dönüştüğü bizzat bu çevrelerin kendi ağızlarından ifade edilmekteydi. Bu çerçevede, "İslamcılar iktidara gelirse/geldiğinde..." diye başlayan soru ve tartışmaların gündemin en ağırlıklı konularından birini teşkil etmesi, müslümanların iktidara ulaşmasının kaçınılmaz bir gelişme olduğunun bizzat bu çevrelerce zımni bir itirafı olarak görülebilir.
Yine Türkiye'de egemen laik çevrelerin telaşını artıran bir diğer husus da Bosna'daki gelişmelerin yansımaları çerçevesinde oluşmuştur. Müslüman kimlikleri dolayısıyla Bosna halkının karşılaştığı zulümler yalnız Bosna'da değil, Türkiye'de de bir takım kavramların yeniden sorgulanmasına kapı aralamıştır. Geniş halk kesimleri laik diktatörlüğün kendilerine kabul ettirmeye çalıştığı batıcı-laik kimliğin ne kadar köksüz, temelsiz ve iğreti bir kimlik olduğunu, Bosna vesilesiyle daha net bir biçimde algıladıkça, düzenin ideolojik yıpranmışlığı da o ölçüde belirginleşmiştir. Aynı zamanda Bosna'daki gelişmeler üzerine Türkiyeli müslümanların yoğun bir hareketlilik içine girmeleri ve bu konuda sürdürülen çabaların artan bir kitlesellik boyutuna ulaşmasının da laik çevrelerin rahatsızlığını artıran bir unsur olduğu açıktır.
İşte böyle bir konjonktürde ayaklarını bastıkları zeminin her geçen gün daha kayganlaştığı hissinin ve çözümsüzlüğünün bunalttığı egemen laik çevreler, Mumcu'nun cenazesine bir can simidi gibi yapıştılar.
Mumcu'nun öldürülmesi üzerine ortaya konulan tepkiler ve tavırlar bütünü, Türkiye'de siyasi atmosferin bugün içinde bulunduğu vaziyet ve gelecekte muhtemel şekillenişi hakkında çok önemli öğeler içermektedir. Bu yönüyle konunun üzerinde ciddiyetle durulmasının ve iyi tahlil edilmesinin önemi açıktır. Bu durum özellikle Türkiyeli müslümanlar ve İslami çevreler açısından ise bir zorunluluktur.
Konuyu doğru tahlil edebilmek için ilk önce Mumcu'nun neyi temsil ettiği hususunda az da olsa mevcut olan kavram kargaşasını gidermek gerekir. Öldürüldüğü noktadan itibaren Mumcu siyasi yelpazenin şu veya bu kesimini temsil etmekten çok daha öte bir konuma oturtulmuştur. O artık devletin sakıncalı piyadesi veya iflasın eşiğinde can çekişen Cumhuriyet gazetesinin bir köşe yazarı değildir. O şimdi devlettir, düzendir, resmi ideolojidir, laikliktir. Dolayısıyla cenazesi de devletin cenazesi, resmi ideolojinin cenazesi olmuştur.
İlginçtir, devletin Mumcu'nun cenazesine sahip çıkarken sergilediği mübalağalı ve olağandışı tavrın ortaya çıkışında Uğur Mumcu'nun kimliğinden ziyade O'nu öldürdüğü varsayılan örgütlerin/kesimin/devletin kimliği belirleyici olmuştur. Elbette, özellikle "irtica" ve "bölücülük" tehditlerine karşı resmi ideolojinin yılmaz bir savunucusu olarak hizmeti gözönüne alındığında Mumcu'nun öldürülmesi düzen açısından önemli bir kayıptır. Mamafih şunu da görmek gerekir ki, düzen aralarında kendisine çok daha fazla hizmet etmiş pek çok kişinin de bulunduğu hiç bir mensubunun cenazesine bu ölçüde sahip çıkmamıştır. Düzenin, MİT müsteşarından savcısına, generalinden kaymakamına kadar yitirdiklerinin hiç birinin Mumcu kadar şanslı olmaması başka nasıl açıklanabilir?
Devletin Mumcu'nun cenazesine bu kadar asılmasının gerisinde açıkça olayın İslami örgütler, müslümanlar ve İran ile ilişkilendirilmesi gayreti yatmaktadır. Bunda da düzenin yükselen İslami hareket karşısında içine girdiği panik ve telaş hali etkili olmuştur. Bu noktada şöyle bir soru sormak anlamlı olabilir: Mumcu'nun öldürülmesini müslümanlar dışında birilerinin (örneğin PKK, Mafya vb.) gerçekleştirdiğinin kesinleşmiş olduğunu varsayalım, aynı tepki gösterilir miydi? Kesinlikle hayır? Çünkü böyle bir durumda tepki Mumcu'nun kimliğiyle sınırlı kalacaktı. Halbuki, ilkokul okuma kitaplarındaki Kubilay hikayelerini anımsatır şekilde örülen Uğur Mumcu efsanesine dikkat edilirse, hedeflenenin Mumcu'nun kimliği ve fikirlerini öne çıkartmaktan ziyade, İslam'ı ve müslümanları karalamak ve resmi ideolojiye iman tazeletmek olduğu rahatlıkla farkedilir. Bu vesileyle Türkiye'de resmi ideolojinin en baskın ve belirleyici kimliğinin İslam karşıtlığı olduğunun bir kez daha ve olanca açıklığıyla ortaya çıktığı görülmektedir: Düzenin asıl düşmanının ve alternatifinin İslami hareket olduğu gerçeğini bizzat düzen haykırmaktadır. Bu noktada zaman zaman müslümanlarca dahi unutulduğu görülen, zaman zaman da çeşitli nedenlerle gölgelenen bu gerçeğin en az egemenler kadar müslümanlarca anlaşılması zorunluluğunun altını çizmek gerekir.
İyi anlaşılması gereken bir diğer husus da, Mumcu'nun öldürülmesini protesto eden kitlenin niteliğidir. Sokaklarda müslümanlara, İslami değerlere ve İslam Cumhuriyeti'ne kin ve nefret kusan bu kitle nasıl bir kimliğe sahip? Bu kitle nasıl tanımlanabilir? Kendilerine atfettikleri yurtseverlik, ulusalcılık, hümanisttik, demokratlık gibi tanımlamalar bu kitleye uygun belirleyici sıfatlar mı? Hayır, tüm bu sıfatlar bu kitleyi tanımlamada yanıltıcı rol oynar. Bu kitle evvela ve sonra laik, daha somut bir anlatımla İslam karşıtıdır. Diğer tüm sıfatlar ancak bu asıl belirleyicinin çizdiği sınırlar dahilinde bir anlam taşıyabilir.
Laik kitlenin vatan, millet edebiyatı inandırıcılıktan çok uzak. Bu ülkede bir günde onlarca askerin öldürüldüğü olaylar oldu. Bu kitle tavır almak bir yana, cenazeye katılma zahmetine bile katlanmadı. Yine bu kitlenin insanseverlik nutukları da boş sözden öteye gitmiyor. Bosna meselesi karşısında takınılan tavır: bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturmakta. Çağdaşlık, laiklik şemsiyesi altında toplanabilecek onlarca kadın kuruluşunun Mumcu'nun öldürüldüğü güne rastlayan Gazi Osman Paşa'daki Bosna katliamını protesto mitingine ancak 1000-1500 kişinin katılması, bu kitlenin insanlık, insanseverlik gibi kavramlara ne ölçüde değer verdiği hakkında bir kanaat uyandırıyor olmalı. Mecburen düzenlendiği her halinden belli olan bu mitinge katılım konusunda gösterdikleri isteksizlikle, laik kadınların Mumcu bahanesiyle İslam'a ve müslümanlara karşı kinlerini kusmak için sergiledikleri yoğun duyarlılık bir arada değerlendirildiğinde bu kitlenin kimliği daha net anlaşılabiliyor.
Bu kitlenin kendine yakıştırdığı kavramlardan biri de demokratlık. Üstelik bu kavramı Atatürkçü sıfatı ile birlikte kullanabilecek kadar da yüzsüzler. Aynı anda hem Kemalist, hem de demokrat olduğunu söylemek, bir kişinin hem renk körü olup, hem de 'yeşili çok seviyorum' demesine benziyor. Bu sözde demokratların demokratlıkları kendinden menkul. Başları sıkıştıkça 'ordumuz', 'zinde güçlerimiz' türküsünü çağırarak gönüllerini ferahlatma yoluna gidebiliyorlar. Mumcu'nun arkasından çalınan demokratlık plağı da aynı garabetin bir yansıması. Bir insanın hem Atatürkçü, hem de demokrat olabileceğine az da olsa ihtimal verenlerin, öldürülmesinden kısa bir süre önce HBB televizyonunda Hasan Mezarcı ile çıktığı tartışma programında Uğur Mumcu'nun tartışma üslubuna ve içeriğine bir kez daha bakmaları yeterli bir fikir vermeye kafi gelir.
Mumcu'nun öldürülmesini protesto eylemlerinde bir araya gelen topluluk ideolojik ve sosyal planda homojen olmamakla birlikte, düzenin laiklik-Atatürkçülük harcının bu kitleyi bir arada tutabildiği görülüyor. Kitlenin teşkili ve yönlendirilmesinde önemli bir fonksiyonu da sloganlar icra ediyor. Bu sloganlar arasında en ilginci de "Türkiye İran Olmayacak!" sloganı. Devrimci Yol çizgisindeki laik-Kemalist solcular ne kadar övünseler azdır! İki yıl önce Bahriye Üçok'un cenazesinde 10.000 kişiye attırdıkları bu sloganı bugün Mumcu'nun cenazesinde 100.000 kişi tekrarlayabiliyor. Uyduruk deliller ve işkence altında alınmış ifadeleri öne çıkartarak iktidarın İran'a karşı başlattığı, ABD ve AT'nin de İran'a karşı oklarını çevirdiği bir döneme tekabül eden -ne ilginç bir rastlantı değil mi?- karalama, suçlama kampanyasına sokaktan verdikleri bu önemli destek kendilerine mübarek olsun!
Yalnız şunu sormak gerekiyor herhalde: İran olmayacak tamam da, peki Türkiye ne olarak kalacak? Sam Amca'nın çiftliği mi? Daha kaç gün geçti İncirlik onursuzluğu ve rezaletinin üzerinden. Boğazına kadar işkenceye, ırkçılığa, işbirlikçiliğe gömülmüş bir Türkiye'nin İran olmayacağını ayaz avaz bağıranlar, laik-Kemalist cumhuriyetleri ile birlikte her geçen gün kendilerinin de batmakta olduklarını göremeyecek kadar körleşmişlerdir.
Bu kitle içinde en zavallı kesimi bu sözde Marksistler oluşturuyor. Bir iki miadını doldurmuş sloganı kalabalık kitleye artırabilme uğruna ırkçı, Kemalist, devletçi bir güruhun peşine takılmayı göze alabiliyorlar. Daha dün ağız dolusu küfür ettikleri, şovenlikle, MiT'çilikle suçladıkları birinin cenazesini boy gösterme zemini olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Genel Kurmay Başkan Doğan Güreş'in "8 yaşından beri tanıdığı sevgili dostu" Uğur Mumcu'nun cenazesinde açılan Devrimci Gençlik pankartı Devrimci Gençliğin asli yerini bulduğunun bir göstergesi mi yoksa?
Dikkat çeken sloganlardan biri de "Mollalar İran'a" ya da bunun bir versiyonu olan "Yobazlar İran'a" sloganı idi. Klasik "Komünistler Moskova'ya" sloganının güncelleştirilip, çağdaş koşullara uyarlanması şeklinde tezahür eden bu sloganla laik kitle müslümanlara adres göstermekteydi. Bu noktada insanı hayıflandıran bir husus, İran konusunda laik çevrelerin sahip olduğu duyarlılık ve netliğe, birçok İslami çevrede rastlanılamamasıdır. İran konusunun ne anlama geldiğini, İran'ın neyi temsil ettiğini sokaklarda İslam'a söven laikler bile çok iyi anlamış, fakat bir sürü İslami çevre hala anlayamamıştır. Ne entresandır ki, İslam düşmanlarının İran'a karşı karalama ve düşmanlık kampanyasının zirveye çıktığı bir dönemde dahi, bu sözde İslami çevrelere hitap eden bazı yayın organlarında İran aleyhtarı değerlendirme ve yazılar yer alabilmiştir.
Başlı başına bir terör estirme kampanyası şeklinde cereyan eden laik protesto ve tepkiler zinciri içinde müslüman kitle açısından en çarpıcı ve irkiltici görüntüyü ise şüphesiz sokaklarda yükselen ve oradan da ekranlara ve yazılı basına yansıyan "Kahrolsun Şeriat" çığlıkları oluşturuyordu. Mumcu'nun cenazesi henüz namaz kılınması için -niçin böyle bir ihtiyaç duyulduğu da ayrı bir soru konusudur- camide bekletildiği bir sırada kitleden yükselen "Kahrolsun Şeriat" çığlıkları halk arasında adeta şok etkisi yapmıştır. Mumcu'nun öldürülmesinin akabinde, "sadece tetiği çekenler değil, bu olayların ardındaki Atatürk düşmanları da tepelenmeli" şeklinde çeşitli yetkili, etkili kuruluşların hedef göstermeleri ve en başta da devletin resmi kışkırtıcılıkları neticesinde İslam'a ve müslümanlara galiz biçimde sövülmesi ve laik holiganların sağda solda parti, vakıf binalarına karşı saldırılara girişmeleri gibi olayların geniş müslüman kitle için uyarıcı bir işlev göreceği kaçınılmazdır.
Bu noktada Türkiyeli müslümanlar açısından son derece önemli bir husus karşı karşıya bulundukları laik kitlenin ve çevrelerin gücü ve yeterliliği hakkında sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmaktır. Laik kitleyi hayalci bir avunmayla "halktan kopuk bir avuç seçkin" olarak görmek ne kadar yanlışsa, düzenin propagandalarının da etkisinde kalıp, aşırı bir şekilde abartarak, olduğundan çok daha güçlü olarak görmek de o derece yanlıştır. Mumcu'nun öldürülmesini protesto için sokaklara dökülen on binlerce insan ve cenaze töreni için toplanan 100.000'i aşkın kalabalık belli bir gücü yansıtmaktadır, fakat 60 milyonluk Türkiye'de bu rakamların küçük bir azınlığı temsil ettiği ve düzeni ayakta tutmaya yetmeyeceği de bir gerçektir. Müslümanlar açısından üzerinde daha çok durulması gereken şey, düzenin imkanlarının sonuna kadar kullanılmasıyla toparlanabilen bu kalabalıkların sayısal cesameti değil, tüm sosyal alanlara yansıyan yoğun örgütlülükleridir. Resmi ideolojiyi temsil etmenin getirdiği doğal güçlülük bir yana bırakılacak olursa, bu kitlenin asıl gücü sendikalara, barolara, derneklere vd. uzanan işte bu yaygın örgütlülükte yatmaktadır.
Mumcu'nun öldürülmesi ve ardından gösterilen tepkiler hakkında yapılan yaygın bir yorum bu olaylar la Türkiye'de laik-müslüman kamplaşması ve sonrasında da çatışmasının hedeflendiği, planlandığı yorumu idi. Müslüman kitle arasında da büyük ölçüde bu yorumun benimsendiği görülmektedir. Böyle bir gelişmeye karşı çok dikkatli olunması gerektiği, bunun bir oyun olduğu ve mutlaka uzak durulmasının şart olduğu şeklindeki uyarıcı yayınlar müslüman kitleye hitap eden yayın organlarında yoğun bir biçimde yer almıştır. Bununla birlikte bu yaklaşımın temel bir yanlış içerdiğine dikkat çekmek gerekir. Her şeyden evvel laik-müslüman ayrışması her iki dinin de bizatihi kendinden neşet eden oldukça doğal bir ayrımdır. Bunun açık bir kamplaşmaya ve çatışmaya dönüşmesi ise iktidar mücadelesine (kazanma-kaybetmeme) bağlı olarak ortaya çıkacak kaçınılmaz bir gelişmedir. Aslında garip karşılanması gereken şey, laikler ve müslümanlar arasında bir çatışma değil, uzlaşmadır. Bu itibarla laik-müslüman çatışmasını kolaylıkla şunun, bunun komplosu olarak nitelemek, müslüman olmanın beraberinde neyi getirdiği hususunda düşünsel bir berraklığa ulaşamamışlığın da bir göstergesidir. Laik-müslüman çatışmasını bir öcü gibi gören bazı saf müslümanların Türkiyecilik bilinci içinde laiklerle müslümanları tek bir toplumun mensupları olarak görmeleri İslam anlayışlarındaki temel bir sapmaya da işaret eder.
Toplumsal ayrışmanın laik ve müslüman şeklindeki saflaşma temelinde belirginleşmesi temelde doğal ve üstelik de olumlu bir gelişmedir. Alevi-Sünni, sağ-sol, Türk-Kürt gibi yapay ayrımlardan uzaklaşılarak, toplumsal saflaşmanın laik ve müslüman -kendi terminolojimizle ifade edecek olursak kafir ve müslüman- şeklinde belirginleşmesi, İslam'ın tarih ve dünya görüşü açısından bir gereklilik olması yanında, müslümanların pratik mücadeleleri açısından da bir netleşmeye tekabül etmektedir. Bu itibarla, klasik şemalara hapsolup alışılagelmiş kalıplarla soyut düşmanlar, öcüler edebiyatını tekrarlamaktansa, İslam'ın bizlere yüklediği sorumluluklar hususunda kafa yormak herhalde Allah'ın rızasına daha uygun bir davranış olacaktır.
Mumcu'nun öldürülmesi bahanesiyle, düzenin yükselttiği "Kahrolsun Şeriat" çığlıkları bir kez daha safların belirginleşmesi ihtiyacını yakıcı bir sorumluluk olarak "Müslümanım" diyen herkese hatırlatmaktadır. Her yönüyle safların belirginleşmesi ve sıklaşması bu topraklarda müslümanca yaşamamızın biricik koşuludur.