Türkçü söyleme sahip İttihat ve Terakki Fırkası bilim adamlarına çeşitli araştırmalar yaptırmıştır. Bunlardan birisi de "Türklerin dini anlama ve yorumlama biçimini ortaya çıkarmak amacıyla Fuat Köprülü'ye görev verilerek 1918 yılında Tük Edebiyatında ilk Mutasavvıflar" isimli eserin yazdırılmasıdır. Aslında olayın geçmişini Tanzimat dönemi tarih incelemelerine kadar götürebiliriz. Türklerin din anlayışı ve Türk müslümanlığı araştırılması İttihat ve Terakki ile birlikte Cumhuriyet döneminin önemli konulan arasından yer alır. Hatta günümüzde bu araştırmalar bilhassa 12 Eylül askeri darbesinin Türk-İslam sentezci anlayışının bir gereği olarak devam edip gitmektedir. Türk İslamcılığının ortaya çıkışının İttihat ve Terakki döneminde Ortadoğu'da başlayan Vahhabi hareketinin Kur'an ve sünnet eksenli oluşunun da etkisi olduğu tahmin edilebilir. Aynı şekilde 12 Eylül 1980 askeri darbesinin de Türk-İslam sentezci anlayışı doğrultusunda karar almasını gerektiren birtakım olayların varlığını görebiliyoruz. Bunlardan birincisi İran İslam Devrimi, ikincisi ise Rusya'nın dağılması neticesinde Türki cumhuriyetlerinin Türkiye Cumhuriyeti'nin ilgi alanı içersine girmesidir. Bilhassa Türki Cumhuriyetlerde Komünizm'in çöküşüyle ortaya büyük bir boşluk çıkmıştır. Bu cumhuriyetlerin kültürel ve dini varlıklarının nasıl ve ne şekilde devam ettirilip geliştirilmesi TC'nin ilgi odağı haline gelmiştir. Batılı araştırmacılar Komünizm sonrası Türki cumhuriyetlerde yaptıkları incelemelerde onların İslam'dan ne anladıklarını; bu İslam'ın günümüz dünyasında oynayabileceği rol konusunu, Türkiye ve İran gibi ülkelerle ilişkileri de kapsayan bir çok konularda çalışmalar yapmışlardır. Hemen bu Batılı çalışmaların arkasından onların yaptıklarının devamı niteliğinde Türkiye üniversitelerinde 1993 yılından itibaren Ahmet Yesevi Araştırmaları başlatılmıştır. Bu çalışmaların ağırlık noktası Sufiliğe dayalı tasavvufla karışmış Türk halk müslüman tipinin ortaya çıkarılması ve onun meşrulaştırılmasıdır.
Halbuki aynı çalışmaları ikinci meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp'in başlattığını belirtelim. Bu incelemelerde Türk müslümanlığının tarihi kökenlerini, inanç temellerini, eski kültürlerle ilişkilerinin yanı sıra İran ve Araplardan farklı bir müslümanlık tipinin ortaya konulduğuna şahit oluyoruz. Bu sahada daha önce belirttiğimiz gibi Fuat Köprülü'ye çeşitli araştırmalar yaptırılmıştır. Köprülü 1918 yılında Ahmet Yesevi'yi ve Yeseviliği sünni bir tasavvufun temsilcisi olarak anlatır. Fakat daha sonra olayın derinlemesine yaptığı incelemedeki -1940 yılında İslam Ansiklopedisi için hazırladığı Ahmed Yesevi maddesinde- önceki araştırmadan farklı olarak görüşlerini değiştirmiştir. Artık Ahmed Yesevi ve Yesevilik içersinde Şamanizm, Budizm'le birlikte İslam öncesi Türk atalar kültürünün izlerini taşıyan ve birazda İslam karışmış heteredoks (fgayri sünni) Sufilik temeline dayalı bir şahsiyettir. Araştırmalar aynı temele dayalı olarak 12 Eylül 1980 Askeri darbesinden itibaren Türkiye üniversitelerinde Yesevilik, Ahilik, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Velî, Mevlana gibi şahsiyetler yaygın olarak sufi temele dayalı olarak incelenir-incelettirilir. Çeşitli programlar tertiplenir.
Bakanları başbakanları, hatta cumhurbaşkanları ile bir çok devlet erkanı, Türki Cumhuriyetlerde yaptığı gezilerde Türk müslümanlığının İran ve Araplardan farklı olarak daha laik ve hümanist olduğunu Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana ve Hacı Bektaş'dan kaynak göstererek belirtirler. Buna göre Türk tasavvufu, sufizm sufilîk en iyi İslam anlayışıdır. Türkler İslam'ı bu şekilde dünyada temsil etmişlerdir. Bu ricale göre bugün de en iyi biziz; diğer İslam anlayışları bizim kadar iyi değildir". Türk müslüman tipi bu şekilde ortaya konarak resmi makamlardan, medyadan hatta bir kısım tarikat önderlerinin ve çevrelerinin çok geniş katılım ve desteğiyle komünizm'den arta kalan Türki cumhuriyetlerde faaliyet göstermeye devam edilmektedir. Örnek olarak Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi üniversiteler ve çeşitli kurumlar Türkçü ve sufizme dayalı İslam anlayışının ortaya çıkmasında var güçleriyle çalışmışlardır. Nakşi ve Kadiri tarikatlar devlet desteğinde çeşitli okullar açarak Türki Cumhuriyetlerde faaliyet gösterdiği herkesçe bilinen bir vakıadır. Olayın bir başka boyutu da Türk müslüman tipinin ortaya çıkması için gayret gösteren sünni çevreler, tarikatlar ve resmi kurumların yanı sıra son yıllarda alevi çevrelerin aydın kesimleri de aynı şekilde Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Abdal Musa, Ahmet Yesevi gibi kişileri önder kabul ederek kendi kimliklerinin tarihi temellerini arama yoluna girmeleridir. Bu konuda da alevi topluluklar çeşitli dernekler ve vakıflar aracılığıyla eserler yayınlamışlardır. Onlarında bir Yunus Emresi bir Hacı Bektaşi Velisi vardır. Kendi aralarında çeşitli görüşler olmasına rağmen, bir grup Alevi yazar, "Alevilik Türk müslümanlığının bir İslami yorumudur" şeklinde görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu konuda örnek aldıkları tarihi şahsiyetlerin eserlerinde onların da haklı olabileceğini gösteren deliller bulunduğunu söyleyebiliriz.
Buraya kadar anlattıklarımız madalyonun görünen yüzüdür, işin asıl ve görünmeyen ama bizce en önemli bir başka boyutu başka yüzü vardır ki asıl dikkatimizi çeken hayretimizi, şaşkınlığımızı artıran da orasıdır. Önce İttihat ve Terakki'den başlayalım. Masonik batıcı-Türkçü bir kurum olarak İslami olan her şeye giderek düşman olan bir İttihat ve Terakki nasıl oluyor da sufiliğe dayalı tasavvufi İslam araştırmaları yaptırıyor. İttihat ve Terakki'nin sufi İslamcılığı araştırma konusu yaptırdığı sıralarda, Mehmet Akif, Ahmet Naim, gibi şahsiyetlerin savunduğu Kur'an kaynaklı İslam anlayışını dışladığını mahkum ettiğini tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Gene Cumhuriyet döneminde ezanın ve Kur'an okumanın yasaklandığı bir sırada CHP'nin gençlik kolları olan Halk evlerinin Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi kişilerin sufilik anlayışını yansıtan kitaplarını yayınlaması enterasandır. Daha da enterasan olan üniversitelerde müslüman öğrencilerin başörtüsü sorunuyla karşılaştıkları yıllarda hatta günümüzde aynı resmi makamlar inançları gereği başörtülü öğrencilere zulmederken bu resmi makamlar gerek üniversitelerde gerekse Türki cumhuriyetlerde sufi İslamcılığının yani halk müslüman tipinin tarihini temsil eden şahsiyetleri övücü ve örnek gösterici çalışmalar yaptırmışlardır. Bir taraftan Kur'an kaynaklı İslam anlayışını mahkum ederken öbür taraftan tarihi kişilikleri mitoloji ve efsanevi rivayetlerle ortaya çıkarılmaya çalışılan uzlaşmacı, tavizkar, gelenekçi, ulusçu, Türkçü, bölgeci bir İslam anlayışına vize veren bir davranış biçimini yaygınlaştırmaktadır. Tam bir çifte standart iki yüzlülük.
1960 yılından sonra Seyyid Kutub, Mevdudi Ali Şeriati gibi şahsiyetlerin ortaya koymaya çalıştığı Kur'an'a yönelten evrensel, uzlaşmasız İslam anlayışı İran İslam Devrimi, Filistin İntifadası, Afganistan direnişi, Bosna ve Cezayir kıyamları, Sudan İslam Devleti gibi gelişmeler; emperyalizm ve yerli İşbirlikçilerini İslami gelişmelerin karşısında ılımlı bir İslam anlayışını geliştirme yollarını denemeye itti. Buradan hareketle yok Türk İslam'ı, yok İran veya Arap İslam'ı gibi yollarla İslam'ın evrensel mesajına aykırı tamamen mitolojik temele dayalı bir İslamcılık geliştirmeye çalıştılar.
Burada asıl konumuz Türk İslamcılığı denilen ve eski kültürlerin, dinlerin çeşitli toplulukların etkisiyle karma karışık homojen olmayan içerisinde bir miktar da İslam bulunan bu olayın ne olduğunu anlamaya çalışmak olmalıdır. Olayın tarihsel, sosyolojik ve antropolojik yönüyle incelenmesi gerekiyor. Burada çözülmesi gereken çeşitli problemler vardır. Bu problemlerin en başında geleni Türkiye halkının müslüman oluşu problemidir. Türkiye halkı nasıl müslüman olmuştur. Kimler kanalıyla ve hangi şahsiyetleri örnek almıştır. Kitapla yani Kur'an'la müslüman oluş arasında nasıl bir irtibat vardır. Veya Türk halkı nasıl bir İslam'la karşılaşmıştır. Türk halkı İslam'la yüzyüze geldiği dönemde İslam dünyasında ne gibi ekoller vardı. Bu sırada Arap ve İran müslümanlığının durumu nedir? Saltanat, mezhep, coğrafya farklılığı, ırkçılık gibi sorunlar halledilmiş miydi? Türkler'in İslam öncesi mensup olduğu dinler inançlar nelerdir. İslam olurken bu inançlardan neler almışlardır. Yaşanan atlı göçebe dediğimiz yerleşik olmayan konar göçer hayat İslamlaşma sürecine etkili olmuş mudur? Moğol istilası, Babailer isyanı, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu gibi vakıaların İslamlaşma sürecine etkileri tekke ve medrese veya şehirli İslam anlayışıyla köylü halkın İslam anlayışının farklılığı ve getirdiği siyasal sorunlar. Halk İslamcılığının siyasi boyutta bazen problem teşkil etmesi durumunda alınan tedbirler. Devlet tekke münasebetleri gibi daha bir sürü sorunlar, problem olarak önümüzde durmaktadır. Türki cumhuriyetlerde Batı ve TC tarafından nasıl bir İslam anlayışı öngörülmekte ve bunun geliştirme yolları denenmektedir. Bu boyutta Türkiye'de tarikatlerin Türkçü ve milliyetçi çizgiden hareketle TC ile aynı paralelde hareket etmeleri Nakşi şeyhlerinin Bakanlar Kurulu kararıyla gömülmeleri. Nakşilik ve devlet ilişkisi hangi boyutta gibi sorular vardır.
Evliya menkıbelerine dayanan eski Kam ozanlara büyük benzerlik gösteren Budist, Şamanist ve Moniheist mistik kültürün bir sentezi olan Anadolu Türk İslamcılığı halen varlığını devam ettirmektedir. Bu kültür tarih içersinde Yesevilik-Vefailik-Haydarilik, Bektaşilik, Nakşibendilik gibi yapılanmalarla Selçuklu ve Osmanlı devletinin çoğu zaman desteğiyle günümüze kadar gelebilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı devleti tarikat ve tekke olayına pragmatist bakmıştır. Yeri geldiğinde fetihlerde savaşlarda onları en ön cephede kullanmış onlardan faydalanmış, yeri geldiğinde en acımasız bir şekilde sürgüne yollanmıştır. Mesela Orhan Gazi zamanında önce Abdal Musa'ya yardım edilmiş kollanmış ondan faydalanılmış ardından Bursa'dan Denizli'ye oradan da Elmalı'ya sürgün edilmiştir. Olaya kökten çözüm getirilememiş halkın hurafe ve bidatleriyle karışık İslam anlayışı asırların içersinden günümüze kadar taşınmıştır. Hatta buna göz yumulmuştur. Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. Bu durum çeşitli meslek gruplarının organize olmasına da etki etmiştir.
Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre İslamiyet Türkler arasında Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap edilen şeylerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar, kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı. Hatta bu şeyhlerin namaz kılmadıklarını da yine kendi kaynaklarından öğrenebiliyoruz. "Cami, Nefahatü'l-Üns"de bunlardan iki tanesinin biyografisini zikrediyor, ki biri Mâşûk-ı Tusi, diğeri Emir Ali Abû olup her ikiside 11 yy'de yaşamışlardır.
"Camiye göre Mâşûk Tusi'nin asıl adı Muhammed'dir. Kendisi Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ile sohbet etmiş ve onun çevresinde yetişmiştir. Cami Aynu'l-Kudât-ı Hadani'den naklen, bu zatın Tük olduğunu ve şeyhi Ebu Said gibi namaz kılmadığını yazıyor. Cami aşağı yukarı benzer bilgileri Emir Ali Abû için de vermekte ve onunda ulu bir veli olduğunu belirtmektedir"1
Lamî, çevresi içinde çok muhterem ve aziz bir zat telakki edildiğini Aynü'l-Kudât-ı Hamedöni için şunu söylemektedir: "Bazı resailinde yazmışdır ki Muhammed Maşuk namaz kılmaz idi"2.
Benzer şekilde Menakibü'l-Arifin'de Ahmed Eflaki'nin belirttiğine göre Konya fakihleri Şemsî Tebrizi'nin şarap içtiğini duyduklarını ve bundan dolayı Mevlana'yı sorguya çektiklerini yazmaktadır. Şems'in bundan dolayı çevresindekilerin zındık demelerinden rahatsız olmadıklarını da belirtmektedirler.
Yine yukarıdaki kaynaklara göre 13. yy'de Dımaşk'ta yaşayan Şeyh Aliyyi Kürdi namaz kılmayan, yarı çıplak dolaşan, şeriat kurallarına uymayan biri olmasına rağmen halk tarafından çok sevildiği, hatta kendisini Şihabüddini Sühreverdi'nin ziyaret ettiğini yazmaktadırlar. Ayrıca Şeyh Aliyyi Hariri diye bilinen bir başka şeyhîe bugünkü Ali Kalkancılar'ı aratmayacak şekilde müridlerine canlarının istediği her şeyi yapabileceklerini yine Nefahatü'l Üns'te adı geçen "Şeyh Süleyman'ı Türmani Müvellenin Şam'da yarı çıplak dolaştığını namaz kılıp oruç tutmadığını buna rağmen onun büyük bir veli olduğuna inananlar olduğu gibi şeytani bir yaratık olduğunu ileri sürenlerde vardır; ayrıca bu şeyhlerin saç, sakal ve bıyıkları kazınmış bir fiziki görünümleri vardır. Bu şeyhler yaptıkları ayinlerde esrar ve afyon kullanmışlardır" denilmektedir.
Hilmi Ziya Ülkenin 1921 yılında "Vesaik-i Tarihiye Tasnif Encümeni'nde katip olarak çalışırken bulduğu, Orhan Gazi'ye ait bir vakfiyede bulunan, Bursa'nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturmak suretiyle zaferde katkısı olan heteredoks derviş Geyikli Baba'ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesine dair kayıt, sünni olduğu kabul edilen bir Osmanlı Sultanı'nın dini yasaklara riayetinin derecesi ve bir heteredoks dervişe gösterdiği itibar açısından son derece dikkat çekicidir.3
Tarihçi Osman Turan'ın 1953'te yayınladığı "Selçuk Türkiye'si Din Tarihine Dair Bir Kaynak" adlı yazısında, Selçuklular döneminde yaşayan Muhammed b. Mahmud el-Hatip'in eseri olan "Fustat ul-Adale fi Kavaidir Saltana" adlı eserde padişahların işlerinin çokluğundan halkın inançlarına hurafe ve bidat karışmasına karşı çıkmadıklarını, ulema ve eşrafın mevki ve para peşinde olduklarını, halkın hamiyetsizlik ve ahlaksızlığa, ihtisap (zabıta) işlerinin yolunda gitmemesi yüzünden miktarları milyonları bulan bu taifenin Türkistan, Suriye, Mısır, Iran, Anadolu (Rum), Mağrip gibi ülkelerde çoğaldığını yazmaktadır.
Anadolu Türkmen zümrelerinin merkezi, otoriteye karşı çeşitli zamanlarda isyan etmiş olduğunu da görmekteyiz. Selçuklular zamanında Sabai ayaklanması, II. Bayazid'e suikast tertip etmeleri ve Şah Kulu isyanı, Bozoklu Celal ayaklanması Kanuni döneminde Şah Kalender ayaklanması, I. Çelebi Mehmed döneminde Şeyh Bedreddin ve Torlak Kemal isyanları.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz. Gerek Osmanlı devleti, gerekse Selçuklular, merkezi otorite olarak sünni bir İslam anlayışına sahip olmalarına rağmen halk kitlelerine -Fatih dönemine kadar gidebiliriz- kitabi bir İslam anlayışını götürememişlerdir. Bunun birçok sebepleri olabilir Bu yazının sınırlarını aşan bir konu olarak bu alanda pek fazla araştırmanın olduğunu söyleyemeyiz. Şifahi yollardan töreyle, örf ve adetlerle karışarak bugüne kadar gelen -halk tipi İslam anlayışının artık hurafelerle bidatlerle dolu olduğunu hatta İçersinde şirk unsurları barındırdığını görmeliyiz. Bu konuda muhafazakarlık ve tuluculuk yapmak. Kur'an'a dayalı gerçek İslam anlayışına muhalefet etmektir. Halka şirin görünmek, onunla diyalog kurmak bahanesiyle onun yanlışlarını anlatmaktan kaçınmak, ona Kur'ani bir İslam'ın ulaşmasına mani olmaktır. Tarihi kutsamak onu tabulaştırmak yerine ondan ders almak, ibret almak gerekmektedir. Dini olanla tarihi olanı birbirine karıştırmadan Kur'an'ın vahyi ilkelerine sarılarak ve Rasul'ün pratiğini yaşadığı İslami hayatı önceleyerek inanmak ve yaşamak düsturumuz olmalıdır. Gerçek cihad, Allah'ın vahyi ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmaktır. Kur'an'la insanları yüzyüze getirmek onlara hatırlatmak ve akletmelerini sağlamak kötülüklerden hicret etmek, şirke bulaşmamaktır.
Tarihin getirdiği kirlenmelerden arınmanın ve gerçek İslam'a ulaşmanın yolu Kur'an'da tevhid, tarih, toplum ve insan anlayışını ortaya çıkarmak ve bu ilkeler ışığında hayatımızı, düşüncemizi yeniden oluşturmak, hayatımızı kirleten güç odaklarını gereğince tanımak; halkın içinde ve halkın üstünde İslam dışı fikri ve siyasi otoriteyi tasfiye edip tevhid ve adaleti kurumlaştırmaya çalışmak olmalıdır Türkiye halkı veya halkları, içine düştükleri zilletten ancak, Kur'an'a dönüş hareketiyle izzet ve şerefe döneceklerdir. Buda geçmişi kutsayarak putlaştırarak değil, onu araştırmak incelemek eleştirmek ve gerçek yönlerini ortaya koymakla ve halkın evrensel İslam anlayışıyla tanışmasını engelleyen egemenlerle mücadele ederek kazanır.
Dipnotlar
1- Ahmet Yaşar Ocak, "Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufîlik Kalenderiler (XIV- XVII yy)", S. 24
2- a. g. e. S. 24
3- Turgut Akpınar, "Türk Tarihinde İslamiyet" s. 95