24 Aralık 1995 seçimlerinden sonra kurulan Anayol hükümetinde eski polis şefi Mehmet Ağar, Adalet Bakanlığı'na getirildi. Artık, yıllardır polis şeflerinin, "Biz teröristleri yakalıyoruz, mahkemeler serbest bırakıyor" şeklindeki feveranları dikkate alınacaktı. İçişleri Bakanlığı gibi, Adalet Bakanlığı da yargılamayı ve cezaların infazını polisiye yöntemlerle yapacaktı. Ağar, icraatlarının ilk sinyallerini vermeye başlayınca, cezaevleri de gergin bir bekleyişe girdi.
Ve icraatlar başladı. Yeni tutuklular, arkadaşlarının kaldıkları cezaevleri yerine başka cezaevlerine konuldu. Bayrampaşa Cezaevi'ndeki Müslüman siyasi tutsaklar, baskın sonucu etkisiz hale getirildikten sonra, apar topar Bandırma Cezaevi'ne sevk edildiler. Kapatılan Eskişehir Cezaevi yeniden açıldı ve 1 Mayıs gösterisi tutukluları buraya konuldu. Cezaevlerinde siyasi tutsakların küçük gruplar halinde değişik cezaevlerine sevk edilecekleri haberleri yayılmaya başladı. Siyasi tutsaklar, bu "yok ediş" planı karşısında yaşamak için direnmeyi seçtiler. Ve cezaevlerinde başlayan açlık grevleri dalga dalga yayıldı. Ölüm orucuna dönüşen açlık grevleri sokaklara taştı. Tutsak yakınları ve sivil kitle örgütleri de destek vererek cezaevi direnişini sahiplendi.
Açlık grevleri ölüm sınırına yaklaştığı halde Ağar, "cezaevlerinde devlet hakimiyetini sağlama" teranelerini çalmaya devam ediyordu. Patlamaya hazır bir bomba haline gelen cezaevlerindeki bu gerginlik devam ederken, zorlamayla oluşturulan Anayol hükümetinin tutkalı çözüldü ve hükümet yıkıldı.
Anayol'un yıkılması üzerine "Refahyol" hükümeti kuruldu ve Adalet Bakanlığı'nı RP'li Şevket Kazan devraldı. "Gardiyan devlet değil, garson devlet" sloganını öne çıkaran Refah Partisi'nden bir bakanın Adalet Bakanlığı'na gelmesi olumlu, fakat temkinli bir bekleyişi beraberinde getirdi. Kazan, bazı tutsak yakınlarıyla diyalog kurdu ve Ağar'ın genelgelerini iptal etti. Basın toplantısı ile açıkladığı yeni genelgede, şu kurallar yer almaktaydı:
1- Duruşmalarda hazır bulundurma için önlem alınacak ve şevkler durdurulacak,
2- Üç öğün yemek verilecek, dışarıdan giyecek ve yiyecek alınabilecek,
3- Temizlik, ısınma, ibadet ihtiyaçlarının karşılanması için tedbir alınacak,
4- Saç traşı ücretsiz yapılacak,
5- Kötü muamele yapılmayacak,
6- Şikayet masası kurulacak,
7- Görüş sırasında, onur kırıcı davranışlarda bulunulmayacak,
8- 0-10 yaş grupları arasında bulunan çocuklar ve eşler için ayda bir açık görüş sağlanacak. (Eşler için TMY'nin 16. md. hükmü saklıdır).
Yenilik ve iyileştirme adına getirilen bu kuralların ilk yedi şıkkı, cezaevlerinde tutsakların direnişlerle zaten elde etmiş oldukları haklardır. Yenilik olarak sunulan "açık görüş" hakkı ise, genelgenin bir maddesi ile tanınmış, ancak aynı maddede parantez içinde belirtilen kanun hükmü gereğince uygulanamaz olduğu belirtilmiştir.
Terörle Mücadele Yasası'nın 16. maddesine göre, terör (!) suçlarından tutuklu veya hükümlü olanlar, tek kişilik veya üç kişilik oda sistemine göre inşa edilecek özel infaz kurumlarına konulurlar ve bu kurumlarda açık ziyaret yaptırılmaz. Yani bu madde, Şevket Kazan'ın 9 Temmuz genelgesinde yer alan açık görüş hakkını siyasiler için kapsam dışı bırakmaktadır. Bu hakkın kullanılabilmesi ancak kanun değişikliği ile sağlanabilir. Zaten Adalet Bakanlığı da Başsavcılıklara gönderdiği özel talimatla açık görüşün yapılmamasını emretmiştir.
Kazan'ın genelgesinin içeriği, sorunu çözmekten çok kamuoyundaki gerginliği gidermeye yönelik, göstermelik düzenlemelerden ibaretti. Genelge sonrası, "Devleti zaafa düşürücü icraatları benden beklemeyin", "Esir muamelesi istiyorlar", "Onlar insanları öldürünce acımıyorlardı, ama biz onlara acıyoruz", "Açlık grevleri örgütlerin baskısıyla yaptırılıyor", "İknaya yanaşmazlarsa daha ağır tedbirlere başvururuz" gibi sözler sarf ederek selefi polis şefinden devraldığı bakanlığın bürokratlarının ağzı ile konuşmaya başlamıştı. TC Devletinin eski bir Adalet Bakanı'nın, "Burada köpekler bile yaşayamaz" dediği Eskişehir Cezaevi'nin, "Avrupa standartlarında bir cezaevi" olduğunu da söylemişti.
Şurası anlaşılmalıdır ki, cezaevi sorunu doğrudan bir rejim sorunudur. Zulüm üzerine kurulan rejim her gün yeni "suç tipi" ve "suçlu" üretmektedir. Bu zulüm karşısında sistem (yasa) dışı mücadele yöntemini seçenlerin sayısındaki artışa paralel olarak cezaevlerindeki siyasi tutsakların sayısı da katlanmaktadır. Bu nedenle sürekli yeni cezaevleri inşa edilmektedir. Mesela, 1997 yılında Diyarbakır'da ve Denizli'de hizmete (!) açılacak yeni tip "Asma kat" cezaevlerinin sayısı 2000 yılına kadar Yalvaç, Uluborlu, Çorum, Şırnak, Kırıkkale, Bolu, Düzce ve Üsküdar'da açılacaklarla birlikte 10'a yükselecektir. Her biri 2 trilyon liraya mal olacak hücre tipi ve 400 kişi kapasiteli olan bu cezaevlerine, egemen düzen sürdükçe, daha çok ihtiyaç duyulacaktır.
Bugün faal olan cezaevleri ve tutukluların sayısına, 1996 Temmuz'unun ilk haftası itibarı ile istatistiki verilerle baktığımızda, şöyle bir tablo karşımıza çıkar: 476'sı Özel Tip olmak üzere toplam 562 cezaevi faal durumdadır. Bu cezaevlerinin doluluk oranı yüzde 72'dir. Cezaevlerindeki siyasi tutsakların sayısı 8 bin 561'dir. Bu sayı da toplamın yüzde 16'sıdır (Hürriyet 11.7.1996), Tabi bu rakamlar değişkendir ve devletin taraflı olarak düşük gösterebileceği rakamlardır. Cezaevlerinde devam eden sorun, asıl olarak, toplamın yüzde 16-20'sini teşkil eden siyasi tutsaklarla, yönetimi elinde bulunduranlar arasında devam etmektedir.
"Cezaevlerindeki siyasi tutsaklar kimlerdir ve ne istiyorlar, bu sorun kimin ya da kimlerin sorunudur?" sorularının cevabını irdelemeden sorunu anlamak ve sağlıklı tavır takınmak mümkün olmaz. Bu nedenle konuya açıklık getirmemiz gerekir.
Bugün cezaevlerindeki siyasi tutsakların ekseriyetini (Marksist ve Kürt ulusalcısı) sol siyasi tutsaklar teşkil etmekte iseler de, özellikle doksanlı yılların başlarından itibaren cezaevlerindeki Müslüman siyasi tutsakların sayısı da gittikçe artmaktadır.
Baskıcı, zalim ve müreffeh bir grup azınlığın emrindeki emperyalistlerin işbirlikçisi egemen sisteme karşı mücadele, müslümanlar için akidevi bir yükümlülüktür. Bu mücadele sürecinde "esaret" ve "cezaevi" kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Müslümanlar için esaret, teslimiyete dönüşmeyecektir. Cezaevlerine düşen müslümanlar, hiçbir zaman esir düşen bedenleri gibi iradelerini egemenlere teslim etmeyecek ve oralarda da bugün sürdürdükleri gibi onurlu mücadelelerini sürdüreceklerdir.
Cezaevlerinde sürdürülen açlık grevi, ölüm orucu, direniş ve ölümler, sadece sol siyasi tutsakları ilgilendiriyor gibi görünse de, bu sorun geneldir. Ümraniye, Metris, Bayrampaşa ve Bandırma cezaevlerindeki Müslüman siyasi tutsaklar da rejim güçleri ile pek çok kez karşı karşıya geldiler. Direndiler, barikatlar kurdular, yaralandılar, baskın sonucu şevkler yaşadılar. Bu mücadelelere bağlı olarak kazanımlar elde ettiler. Bugün bu mücadele devam etmekte, yarınlarda da büyüyerek devam edecektir. Bu nedenle cezaevleri sorununu sol siyasi tutsakların sorunu olarak gösterip, rejimin koltuk değneği haline gelen işbirlikçi güçlerin beyan ve davranışlarının arkasına sığınarak kenara çekilmek, tepkisiz kalmak, "Devlet-i ebed müddet" yaklaşımı ile rejimle uzlaşmaktır. Rejimden yana olmaktır, zalimlere meyletmektir. Halbuki Allah dostları, zalimlere meyletmezler (11/113).
Siyasi tutsaklar, egemen sisteme karşı alternatif sistemler ortaya koyup, zulüm ve baskılara direnen, yürürlükteki yasaları meşru görmeyen ve bu uğurda verdikleri mücadele sonucu tutsak edilip cezaevlerine konulanlardır. Sürü yönetimine isyan eden asi Martı'nın, "Sürü yasaları, sürüleri bağlar" sözü, siyasi tutsağın sisteme bakışının güzel bir ifadesidir. Meşruiyetine inanılmayan yasanın bağlayıcılığı da yoktur. Müslüman siyasi tutsakların Kur'an temelindeki alternatif çözümleri, diğer siyasi tutsaklarla örtüşmese de sistemi gayri meşru kabul etme ve sistemin zulümlerine karşı direnme, ortak paydayı teşkil eder. Bu nedenle rejime karşı sistem dışı mücadele veren insanların, gerektiğinde dayanışma ve ölçüler çerçevesinde yardımlaşma içine girmeleri doğal ve kaçınılmazdır.
Siyasi yönetim kabul etmese de, bugün cezaevlerinde bir ayrımcılığa gidilmiş, "siyasi" "adli" ayrımı ve farklı uygulamalar getirilmiştir. Terörle Mücadele Kanunu gereğince DGM'lerde siyasilere verilen cezalar yüzde 50 oranında arttırılmakta, ayrıca siyasiler adliler gibi yüzde 40'ını değil, aldıkları cezanın yüzde 75'ini yatmaktadırlar, Yine siyasiler için hücre tipi cezaevi, açık görüş yasağı gibi ağırlaştırıcı kurallar uygulanmaktadır. Bu uygulamalar ile resmen kabul edilmese de fiilen "esir" muamelesi yapılmaktadır. Siyasi tutsaklar için cezaevleri birer "esir kampı" olarak görülmektedir. Tabii uluslararası hukukun hafifletici kuralları yerine, "öc alma" esasına dayalı daha ağır kurallar uygulanan bir esir kampı.
Egemen zalim ve tağuti sistem sürdükçe, müslümanların mücadelesi de sürecektir. Bu boyutu ile rejimle müslümanlar arasında uzlaşma / anlaşma sağlanamaz. Ancak istenilen, cezaevlerinde insani yaşam koşullarının oluşturulmasıdır. Bu da meşruiyetine inanılmayan kanunların dayatılmasıyla sağlanamaz. Devlet yönetimini elinde bulunduran siyasi iktidar, kaşarlanmış bürokratların ağzı ile konuşmayı, polisiye tedbirleri ve tehditleri bir tarafa bırakmalıdır.
Bakanın Devletçi Tutumu Ölüm Getirdi
Cezaevlerinde başlatılan ölüm oruçları, MGK'nın bir sözcüsü gibi konuşan ve devletçi bir tavır sergileyen Bakan'dan dolayı Türkiye'deki cezaevleri tarihinin en çok ölümlü açlık grevleri olayına dönüştü. Uzlaşmaz tulum 12 eylemcinin ölümüne ve 20 civarında eylemcinin komalık olmasına sebebiyet verdi.
20 Mayıs 1996 günü başlatılan ve 12 kişinin öldüğü açlık grevleri, 27. 7. 1996 günü 70. gününde bakanlık temsilcileri, bir kısım yazar, siyasi ile direnişçi siyasi tutsak temsilcileri arasında yapılan bir anlaşma sonucu bitirildi. Bu anlaşmaya göre;
1- Tutuklular, yargı alanı içinde, il sınırlarındaki cezaevlerine konulacak,
2- Tutuklu ve hükümlülerin haklı, insani ve hukuki taleplerinin yerine getirilmesi için en kısa sürede gerekli düzenlemeler yapılacaktır.
Bu anlaşma ile açlık grevleri ve ölüm oruçları bitirildi. Ne var ki, takip eden gün Adalet Bakanı bir anlaşmanın olmadığını ve eyleme sebebiyet verenler hakkında işlem yapacağına dair beyanatlar vermeye başladı.
Cezaevlerindeki direnişler sonrası yapılan bütün anlaşmalar su üstüne yazılır. Geçerliliği sadece tarafların sözlerine olan sadakatlarına bağlıdır. Bugüne kadar olduğu gibi verilen sözler tutulmaz ve keyfi uygulamalar sürerse, cezaevlerinde yeni sorunlar ortaya çıkacaktır. İstenen insani hakları, siyasi hak talebi gibi kamuoyu önüne çıkarıp "yüce devlet bir avuç teröristle anlaşmaya oturmaz" gibi traji komik tavırlar terk edilmelidir.
Cezaevlerinde insani yaşam koşullarının sağlanması için acilen düzenlemeler yapılmalıdır. Bu yapılmaz da, yeniden devletçi zihniyetle tutsakları sindirme yolu tercih edilirse daha ağır sonuçlar kaçınılmaz olacaktır.
Türk ordusunun Cudi dağına, Türk polisinin şehrin göbeğinde apartmanların çatısına -zafer ve hakimiyetin sembolü olarak- Türk bayrağını dikme yöntemini, "terör örgütlerinin karargâhı" haline gelen cezaevlerinde de deneyebilirlerdi. Yeni çözümler(!) için bu yöntemi hâlâ düşünebilirler.
Yönetimi elinde bulunduran egemenler, parmaklıkların arkasındaki tutsakların üzerine, güvenlik güçlerini gönderebilirdi. Kurulu barikatları aşıp onların ölü bedenlerini ele geçirerek cezaevleri koğuşlarına da "Türk Bayrağı" dikebilirlerdi. Ama bilmeliler ki, bu yöntemler de zalimleri kurtaramayacaktır. Zindanlardan çıkan ölü bedenler, sokaklarda katlanarak dirilecektir. Ve yolsuzluk, haksızlık, zülüm ve baskılarla bunalan köhnemiş rejimin kefeninin biçilmesi çok uzak değildir.
Müslümanlar, onurlu tavırlardan yana ve zalimlere karşı olmayı vazgeçilmez bir ilke olarak kabul ederler.