Cezaevlerinde toplumun ve dünyanın gündeminden uzakta adeta sistematik cinayetler serisi işlemeye devam ediyor. İnsanların sıra dışı ölümü ne hazindir ki, artık kanıksanır olmuş halde. Öyle ki, çoğu zaman medyada dahi yer bulamıyor. Toplumun üzerine tam manasıyla bir ölüm sessizliği çökmüş sanki. "F tipi ölümler" toplumun geniş kesimleri bir yana muhalif olma iddiasındaki çevrelerin dahi görmezden geldikleri bir konuya dönüşme yolunda. Niçin böyle? Neden bu ülkede insan hayatı bu kadar ucuz, bu kadar değersiz? Şüphesiz cevaplanması gereken sorular bunlar ve daha önemlisi de iç karartıcı, insanı korkutan, endişeye sevk eden bir manzara bu. Oysa bırakalım muhalif olmayı insan olmak, insan kalabilmek için dahi göz önünde cereyan eden bu kara tabloyu sorgulamak gerekli.
Ne yazık ki, bu sessizlik, umursamazlık egemenlere güç vermekte, zulüm politikalarını daha da teşvik etmekte. İşte bu umursamazlık nedeniyle insan haklarını, demokratikleşmeyi ağızlarından düşürmeyenler sıra cezaevlerine geldiğinde vahşi birer aslan kesilebiliyorlar. Aslında denilebilir ki, Cemil Çiçek gibi tescilli bir derin devlet adamını Adalet Bakanlığı koltuğuna oturtmakla hükümet cezaevlerinde yaşanan insanlık suçlarına gözlerini kapayacağını baştan ilan etmişti. Nitekim hiçbir uzlaşma adımına yanaşmayan ve en basit talepleri dahi "devlet adamı ciddiyeti ve kararlılığıyla" baştan elinin tersiyle iten Cemil Çiçek döneminde ölümler devam etti ve sayı halen artmakta.
Tesadüf değil elbette, Cemil Çiçek gün geldi DEP'li milletvekillerine devletin sopasını hatırlattı, gün geldi başörtüsü tartışmasının artık gündemden çıkartılması gerektiğine hükmetti. Meclis komisyonunda şapka kanununun iptalini talep eden milletvekilini fırçaladı ve nihayet CHP'lilerle giriştiği "en az sizin kadar laikiz" yarışının sonucu olarak başörtülülere üç ay hapis cezası tartışmasına yol açan düzenlemeye olur verdi. Tüm bu ve benzeri söz ve eylemlerin ardında "devlet adamı" birikiminin olduğu şüphesiz.
İşte Türkiye cezaevleri cezaevlerinde onlarca insanın ölümünden sorumlu uygulamaların planlayıcılarına üstün hizmet madalyası veren bir bakanın emrinde. Ve aynı bakan şimdilerde yeni bir infaz yasasının müjdesini veriyor!
Yeni infaz yasası üzerinde yıllardır çalışılan ve hazırlayıcıları tarafından büyük reform atağı iddialarıyla sunulan bir yasa. Yasanın içerdiği düzenlemelere dair tartışılması gereken pek çok konu var. Bununla birlikte öncelikle bu yasanın cezaevlerinde halen devam etmekte olan kanamayı daha da şiddetlendirmeye aday olduğunu şimdiden görmek gerekiyor. Bu yeni yasayla devlet adeta cezaevlerinde süregelmekte olan sıkıntıları, gerginlikleri daha da alevlendirmeye hazırlanmakta. Özellikle tek tip elbise ve çalışma zorunluluğu gibi düzenlemeler zaten tecrit dayatmasıyla ezilmeye, sindirilmeye çalışılan siyasi mahpusları tam manasıyla kişiliksizleştirmeye yönelik çabalar olarak görülüyor.
12 Eylül zindanlarında bedeli ağır ödenmiş direnişlere konu olan tek tip elbise uygulamasının yeniden gündemleştirilmesi tam bir despotizm örneği. Bu uygulama denemesi ile 12 Eylül ülkeyi kışla düzenine, cezaevlerini ise toplama kampına dönüştürmeyi planlamış ve katı bir askeri disiplin ve beraberinde kişiliksizleştirme dayatmasında bulunmuştu. Askeri darbe uygulamalarının kapandığının varsayıldığı bir dönemde yeniden 12 Eylül politikalarını hatırlatacak düzenlemelere girişmenin Ak Parti hükümetinin Adalet (!) Bakanı'na nasip olması dikkat çekici bir gelişme. Yine ilginçtir ki, bu ülkede resmi ideolojinin çok köklü bir kıyafet takıntısı var. Cumhuriyet döneminin kanlı kıyafet inkılaplarıyla beslenen bir zihin yapısı bu. Okullarda çocuklara zorla üniforma giydiren, kimilerini de başörtüsünü çıkartmaya zorlayan devletin cezaevlerinde tek tip kıyafet dayatmasına yönelmesi zorba geleneğini yansıtmakta. Şimdiden bu girişimin cezaevlerinde yeni ve daha büyük bir gerginlik, çatışma ortamına zemin hazırlayacağı görülmeli.
Cezaevlerini baskı ve şiddet dayatmasıyla hizaya getirme denemeleri hep acı gelişmelere yol açtı. Halen devam etmekte olan sorunları çözme yönünde gayret göstermesi gerekenlerin sorunu daha da içinden çıkılmaz boyutlara taşıma kararlılıkları insanı korkutuyor. Oysa insanları inançlarından, düşüncelerinden, birlikteliklerinden koparmaya çalışmanın en temel insan hakkı ihlali olduğunun artık anlaşılması gerekiyor. Hukuk devleti olma iddiasında en küçük bir samimiyet varsa devletin cezaevlerinden daha fazla tabut çıkarma çabası yerine muhalif de olsalar insanların kimliklerini özgürce taşıyabilme, savunabilme hakkını gasbetmeye yönelik yasal-siyasal düzenlemeleri tasfiyeye yönelmesi gerekir. Bunun için öncelikle toplumsal duyarlılığı harekete geçirecek olan kişi, kuruluş ve örgütlerin cezaevi sorununa dikkatlerini yoğunlaştırmaları elzemdir.