Devlet-Birey İlişkisinde Bir Ara İstasyon: STÖ'ler

Bülent Deniz

Demokratik olmayı isteyen toplumlarda sivil toplum örgütlerinin varlığı kaçınılmazdır. Aslında demokrasinin tüm kurallarıyla egemen olduğu toplumlarda da sivil toplum örgütlerinin varlığı zorunludur. Bu zorunluluk, sürekli gelişen birey ve toplum yaşamı içindir ve "karar alma süreçlerine katılım"ı ifade eden sihirli bir cümleyi karşımıza getirir.

Ne yazık ki, yeryüzünün birçok yerinde uygulanan yönetim sistemlerinde, bireylerin karar alma süreçlerine katılımı, hiç öngörülmemiş veya sadece "oy verme" ile sınırlı tutulmuştur. Ülkemiz için de benzeri saptamaları yapmak mümkündür. "Kendi kendini yönetme" olarak tanımlanan günümüz demokrasi uygulamalarında, bireyin seçim dönemlerinde sandık başına gidip oy vermesi ile onu, karar alma süreçlerine kattığımızı düşünüyor, ama aslında "çok fena" yanılıyoruz.

Karar alma sürecine katılım, sürekli, her yerde ve her şey için olmalıdır. Birey, karar alma süreçlerine katıldığı oranda, o devletin yurttaşı; devlet de o yurttaşın devleti olacaktır.

Birey ile devleti karşı karşıya getirmek ve birey-devlet ilişkisini, "eşitlerin ilişkisi" olarak ortaya koyabilmek ise, pratikte mümkün değildir. Devasa bir organizasyon olan devlet ile tek başına bireyin ilişkisini, eşitlerin ilişkisi olarak düzenleyemezsiniz. Bunun için birey ile devlet arasında, bireylerin gönüllü olarak biraraya gelerek oluşturdukları sivil toplum örgütleri gerekmekte ve "birey-devlet" ilişkisi yerine, "sivil toplum örgütü devlet" ilişkisini sağlamak mümkün olabilmektedir. İşte, karar alma sürecine katılımın, oy verme eylemi dışında sağlanması da, bu ilişkinin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkacaktır.

Devletin toplum yaşamına dair alacağı kararların alınış sürecinde, bireyin görüşünü belirtmesi, düşüncesine ve vicdanına muhalif alınmış kararlara karşı sivil itaatsizlikte bulunarak değişikliği zorlaması ve her şeyden önemlisi yapılan düzenlemeleri denetlemesi, sivil toplum örgütleri eliyle olacaktır. Yani devlet-birey ilişkisinde, bu ilişkinin olmazsa olmaz unsuru, bir ara istasyondur sivil toplum örgütleri.

Sivil toplum örgütlerinin ara-istasyon olma işlevlerini yerine getirebilmeleri öncelikle resmi ideolojiye karşı, muhalif, bağımsız olmaları ile mümkündür. Bu durumda bir sivil toplum örgütünün "sorgulayan", "denetleyen", "talep eden" ve hatta "isyan eden" niteliklere sahip olması gereklidir.

Cumhuriyet öncesi dönem ve Cumhuriyet ile birlikte devletin sivil toplum örgütlerini, "planlanan işler"in yapılmasını kolaylaştırıcı unsurlar olarak gördüğü açıktır. Böylesi unsurların oluşturulabilmesi için de, bürokrasi-siyaset-asker işbirliği ile sisteme bağlı, itaatkar sivil toplum örgütleri(!) üretildi ve bu kuruluşlar eliyle toplum mühendisliği çerçevesinde, dayatılmak istenen her şey topluma rahatlıkla dayatıldı.

Sistemden beslenen bu sivil toplum örgütleri(!), kendisini besleyen ve oluşturan çevrelerin her arzusunu yerine getirmekte hiçbir sakınca görmedi: Kâh darbeleri ve darbecileri alkışladı, kâh işkencecilerin yanında yer alıp "vatanın bölünmez bütünlüğü" nutukları attı, "kâh demokrasi" diyerek faşizmin en güzide örneklerini topluma dayatmaya kalktı.

Özellikle 28 Şubat sürecinde uygulamaya konan toplum mühendisliği projesinin baş aktörleri maalesef bu sivil toplum örgütleri(!) oldu. Uzaktan kumandalı bu kurumların yanına eklemlenen güdümlü medya ile toplumda estirilen endişe ve korku havası sonunda galip geldi ve bu süreci planlayanlar mevcut siyasi iktidarı alaşağı etmeyi başardılar.

Bu sürecin toplumda oluşturduğu tahribatın önemli bir bölümü de hiç şüphesiz gerçek sivil toplum örgütlerinde gerçekleşmiştir. Sürecin karanlık günlerinde evleri basılıp sorgusuz sualsiz gözaltına alınan, işkenceden geçirilen ve hukuka aykırı iddialarla haklarında onlarca yıllık davalar açılan İnsanların önemli bir bölümü; bu örgütlerde çalışan, emek veren, insanlık için iyi işler yapmaya çalışanlardı. Sadece sivil toplum örgütünü oluşturanlar değil, bu örgütlerin tüzel kişilikleri de bu süreçten payını aldı, birçoğu hakkında kapatma davası açıldı, idari kararlarla paralarına el konuldu.

28 Şubat sürecinden bu şekilde payını alan sivil toplum örgütlerinin almış oldukları bu ağır darbeye rağmen tekrar dirilişleri de, kanaatimce 17 Ağustos miladıyla oldu. 17 Ağustos gecesine kadar kendisine statükocu bir ahlak dayatılan, yarı-burjuva olması istenen, kendisi ve ailesinin dışında komşuları dahil hiçbir şey ve hiç kimse ile ilgilenmemesi, sadece ve sadece kendisi için yaşaması öğretilen ve devletin, devlete bağlı kurumların, medyanın kutsal olduğuna inandırılan insanlar; enkazın altında yardım beklerken, kendisine ilkyardım eli uzatanın kutsal diye bildiği devlet ve bağlılarının olmadığını, kendisi gibi sıradan insanların bir araya gelerek oluşturdukları sivil toplum örgütleri olduğunu keşfetti.

Kendiliğinden gelişen bu süreç, iktidar aygıtını elinde tutanları doğal olarak rahatsız etti ve toplumda başlayabilecek bir sivil bilincin önünün kesilmesi için o dönemde depremzedenin yanında olan, ona yardım taşıyan, ona sahip çıkan sivil toplum örgütlerinin yardım kamyonlarına, paralarına el konuldu, bölgeye girişi yasaklandı.

Ancak buna rağmen, bu dönemde başlayan "sivil toplum örgütünü fark etme" sürecinin önünün kesildiğini düşünmüyorum. Aksine başlayan bu süreç gittikçe hızlanıyor ve artık iktidara gelen siyasi parti lideri, seçim gecesi, "İktidarı, sivil toplum örgütleriyle birlikte yürüteceğiz" sözlerini söylemek zorunda hissediyor.

Esasen, 3 Kasım seçimlerinde iktidarı oluşturan partilerin aldıkları trajik seçim sonucunun oluşmasında hiç şüphesiz iktidarları döneminde alanlara çıkan, davalar açan, imza toplayan, sorgulayan sivil toplum örgütlerinin büyük payı bulunmaktadır.